10 Temmuz 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Hatırlarsanız inâbe hakkındaki yazımızda, inâbenin hakîkatinden bir nebze bahsetmiş ve yazının sonunda da şöyle demişdik : "Tasavvufun da tarîkatın da dervîşliğin de esâsı budur". Mâdemki işin esâsı budur öyleyse bazı canlı misaller verelim ki meselenin ne olduğu iyice anlaşılsın. Size bunu üç misâlle anlatmak istiyorum.
Birincisi misâl, sôfiyyenin ileri gelenlerinden İbrahim Edhem Hazretlerinin hikâyesidir. Bu zât vaktiyle Belh tahtının vârisi imiş. Ferah fahur yaşarken, her türlü nimet içinde yüzerken, ânîden gelen ilâhi bir îkâzla, tâc-taht, mal-mülk, eş-dost ne varsa hepsini terkedip, Allah yoluna sülûk etmişdir. Bu îkâz bir av gezisi esnâsında vâki olmuş, av esnâsında karşılaşdığı bir hayvan dile gelmiş, fasîh bir lisân ile ona hitâb ederek, "Ey İbrâhim! Sen bunun için mi yaradıldın, sen bunu yapmakla mı emrolundun" demiş, İbrâhim Edhem, bu îkâzın tesiriyle hemen gafletden uyanmış ve Allah'a dönmüşdür. Ama ne dönüş! Her babayiğidin yapabileceği cinsden bir dönüş değil bu. Tam bir tevekkülle, tam bir teslîmiyyetle Allah'a bağlanıp, mâsivâyı tamâmen geriye atarak yapılan bir dönüş bu. Öyle ki sôfiyye hazerâtı onun inâbesini kendilerine alem yapmışlar ve tasavvufun dört umdesinden biri olarak tayin etmişlerdir.
İkinci misâl daha yakın bir târihden ve bizden, yani Türk büyüklerinden bir zât-ı akdes ki onun adını duymayan yok gibidir. Bu zât, iyi bir medrese tahsîli görmüş, zâhirî ilimleri gâyet iyi seviyede öğrenmiş, mezûniyyetinden sonra da Bursa'da kâdılık ve müderrislik yapmış olan Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleridir. O da gördüğü bir rüyânın tesiriyle ânîden dervîşlik yoluna girmiş, makâmı-mevkiyi, malı-mülkü geriye atmış ve mürşidi Hazret-i Üftâde'nin terbiyesi altında yıllar süren hizmet ve mücâhede ile kemâl bulmuş ve büyük bir mürşid-i kâmil olarak uzun seneler hizmetde bulunmuş, aralarında padişahların da bulunduğu sayısız insanı irşâd etmiş ve hâlâ da etmekdedir.
Üçüncü misâl, yine Türk velîlerinden, yakînen bildiğimiz bir zât-ı âlî-kadr ki o da varlıklı bir âilenin oğlu olarak dünyâya gelmiş. Babası sarayda yüksek bir mevkide görevli imiş. Bu sâyede, en iyi hocalardan ders almış. O devrin en itibarlı yüksek öğretim müessesesi olan Süleymaniye medresesini birincilikle bitirmiş. Mezûn olur olmaz, Mısır'a kadı olarak tayin edilmiş. Tam vazîfesine gitmek üzere yola çıkacakken, bir mürşid-i kâmil ile karşılaşmış. O zât-ı akdesin nazarı ve onun dergâhında yapılan zikrullahın tesiriyle bir anda herşeyi unutmuş, daha yeni tayin olduğu vazîfesinden istifâ etmiş, Mısır'a gitmekden vazgeçmiş. Gözüne ne makâm görünmüş ne mevki, ne malı düşünmüş, ne mülkü, ne âilem ne der diye endîşelenmiş, ne de arkadaşlarım. Bir anda herşeyi geriye atıp, mürşidinin terbiyesi altına girmiş. Yıllar süren ağır riyâzat ve mücâhede ile kemâle ermiş, büyük bir mürşid-i kâmil olmuş, kısa hayatında sayısız kimsenin necâtına vesîle olmuş ve hâlâ da olmakdadır. Bu zât, Tarîk-i Cerrâhiyyenin pîri Nûreddin Cerrâhî Hazretleridir.
Dikkat ederseniz, bu üç velîde de aynı şeyi görüyoruz. Mâsivâyı terk edip tam ma'nâsıyla Allah'a yönelmek. İşte inâbe bu demekdir. İnâbe böyle olursa, netîcesi de böyle olur. İnâbe böyle olmazsa, kişi hangi şeyhe giderse gitsin, hangi evradı okursa okusun, hangi ezkarı yaparsa yapsın, bir fayda göremez.
Bugün bir moda var. Pek çok insan dervîş olmak istiyor ve mürşid bulamamakdan şikâyet ediyor. Fakat işin bu kısmını kimse hesâb etmiyor. İnâbesiz dervîşliğin mümkün olmayacağını kimse bilmiyor. Onlara şöyle sormak lâzım. "Diyelim ki dünyânın en kâmil mürşidi senin kapına kadar geldi ve sana elini uzatıyor, peki ama, acaba sen böyle bir dönüşle dönebilecek misin Allah'a?