İnfak ve Yardım - Radyo Sohbeti - 7 Kasım 1982 ABD

18 Eylül 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Muzaffer Efendi
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir radyo sohbetlerinde buyurdular ki :

Bir gün Îsâ Peygamber havâriyyûnla gidiyorlardı, Allah Îsâ Peygamber'e emretdi, "Şu bağa girin, bağdan üzüm koparın, yiyin" dedi. Zîrâ bir üzüm bağının önünden geçiyorlardı. "Yâ Rabbi, bu bağ bana âid değil, nasıl girerim oraya?". "Gir, benim büyük bir âyetim var, onu göreceksin" dedi. Emr-i ilâhî olunca girdiler ve birer salkım üzüm aldılar. O aralık bağ sâhibi çıkageldi. "Benim bağıma niye girdiniz, benim üzümümü niye kopardınız, benim haberim olmadan" diye bağırıyordu. Cenâb-ı Hakk peygambere vahy etdi, "Şimdi yapacağım şeyi gör, ibret ile, kâinâta bir âyet olsun" dedi. Îsâ Peygamber, dedi ki, "Bu bağ kimin? "diye sordu Îsâ Peygamber. Adam, "Benim malımm" dedi. "Bu bağ senin değil" dedi Îsâ Peygamber. "E benim" dedi. Cenâb-ı Hakk, o bağa o güne kadar kaç kişi mâlik olduysa hepsini diriltdi. O güne kadar o bağa mâlik olan ölüler dirildi ve birbirleriyle kavgaya başladılar, "Bağ benim, bağ senin" diye. Bağ sâhibi şaşırdı. "Bağ benim" diyordu, fakat ona dediler ki, "Biz seni tanımıyoruz, çık dışarıya" dediler, onu atdılar dışarıya. En sonraya kaldı o, en arkaya.

İmâm-ı Ali Hayder-i Kerrâr, at üstünde gidiyordu. Bir adam gördü, ellerinde altın var, o altınları bir elinden bir eline, bir elinde bir eline aktarıyordu. Mâlik olduğu altınların sesleriyle zevkleniyordu. Yani parayı seven için parayı saymak bir zevkdir. O da, mâlik olduğu altınları elinde şıkırdatarak onların sesinden zevk alıyordu. Hazret-i Ali buyurdu, "O altınlar kimin?" dedi. "Benim yâ imâm" dedi. "Hayır senin değil" dedi.
Evet, o altınlar senin değil. Mal sâhipleri, Allah'ın vekilharcı, fukarâ ise Allah'ın ayâlidir. Mal-mülk kimsenin değildir, ancak bir mal sâhibinin malını bekleyen gibidir. Çünkü mal-mülk aslında Allah'ındır. Zenginler Allah'ın vekilharcı gibidir. Fukarâ da Allah'ın ayâli gibidir. Allah vekilharcına diyor ki, "Kasaları aç ve bana ait olan malı benim ayâlime ver. Seni vekilharç yaptığım gibi, seni bu vazîfeden azl ederim, elinden malı alırım, başkasını vekilharç yaparım". Fakirler bir zaman zengin idi. Zenginler de bir zaman fakîr idi. Allah'ın vermesiyle almasıyla kimisi fakîr kimisi zengin oldu. 
İmâm-ı Ali o zâta hitâb etdi, "O altınlar senin değil". Adam, "Vallahi benim yâ imam, alnımın teriyle kazandım" dedi. İmâm-ı Ali ona, "Şimdi Allah senin rûhunu kabz ederse o altınlar kimin olur?" dedi. Adam, "Varislerime kalır" dedi. İmâm-ı Ali, "Vârislerin de ölürse ne olur" dedi. Adam, "Allah'ın olur" dedi. İmâm-ı Ali buyurdu ki, "O altınlar senin olsun istiyor musun? Öyleyse Allah yoluna sarf et, açları doyur, çıplakları giydir, ağlayanın gözyaşını sil, yetîmleri güldür, o vakit mal senin olacak, âhiret âleminde ebedî olacak".

Fakîrlere yapacağın yardımı Hakk'a yapıyorsun, Allah'a yapıyorsun. Tabii bunu, âşinâ gönüllere söyledik, anlayana söyledik. Fukarâya sevdiğin malından hem de seve seve vereceksin. O vakit, sevdiğine nâil olursun. 
Bir gün Cenâb-ı Hakk Mûsâ Peygamber'e dedi ki, "Yâ Mûsâ! Sana hazînemi göstereyim mi?" dedi. "Göster yâ Rabbi" dedi. Gösterdi Allah. Kokmuş yemekler, kokmuş etler, eskimiş olan ayakkabılar, yırtık yamalı pantolonlar. Bunları gösterdi. Mûsâ Peygamber,  "Yâ Rabbi bunlar mı senin hazînen?" diye sordu, Allah, "Evet benim hazînem" dyince, "Yâ Rabbi nasıl iş bu?" dedi. Allah dedi ki, "Ben kullarıma yeni ayakkabı veririm, onlar bana eskisini verirler". Fukarâya veriyorlar yani. "Ben onlara tâze ekmek veririm, onlar benim rızâm için kuru ekmek, bayat ekmek verirler. Ben onlar ayeni yeni elbiseler veririrm, onlar benim rızâm için, eski elbiselerini verirler. Onları hazînemde biriktiririm, yarın kıyâmet gününde, benim rızâm için yaptıkları hayırları onlara gösteririm". 
Allah kıyâmet gününde bir adama der ki, "Ben hasta oldum, beni niye yoklamadın? Ben açtım beni niye doyurmadın? Ben susuzdum bana niye su vermedin?" der. Allahu Teâlâ der ki, "Bir hasta vardı, onu yoklasaydın beni orda bulacaktın. Bir açı doyursaydın beni doyurmuş gibi olacaktın. Bir susuza su verseydin, beni sulamış gibi olacaktın. 
Öyleyse yapacağın hayır, Allah'a verilecektir. Hiç tereddüt etme, seve seve sevdiğinden ver ki, sevdiğine nâil olasın.
Mûsâ'nın ashâbı Mûsâ Peygamber'e dediler ki, "Yâ Mûsâ, Allah'ı davet ediyoruz, bir ziyâfet verelim, Allah gelsin ziyâfete. Sen Allah'la konuşuyorsun". Mûsâ Peygamber kızdı, "Susun!" dedi, "Allah yemez içmez. Siz ne beyinsiz adamlarsınız! Yemek içmek kullara mahsûsdur. Allah bunlardan münezzehdir" dedi. Tûr'a gittiği vakit, Cenâb-ı Hakk, Mûsâ Peygamber'e dedi ki, "Kullarım beni davet etti, bana niçin o daveti haber vermiyorsun?". Hazret-i Mûsâ dedi ki, "Yâ Rabbi, her şeyi bilen sensin, semâda ardda ne varsa her şeyi bilen, gören ve işiden sensin. Yemekden içmekden münezzehsin. Yaşlanmazsın, dâimâ HAYYsın, KAYYÛMsun, evlâddan-ayâlden münezzehsin, uyumazsın, here şeye KÂDİR sensin. Kalbimi de biliyorsun, ben bunu sana söylemeğe hayâ etdim, zât-ı ilâhiyyene söylemeğe hayâ etdim". Cenâb-ı Hakk buyurdu ki, "Söyle kullarıma, Cuma akşamı onlara ziyâfete geleceğim." Hazret-i Mûsâ, geldi kavmine haber verdi, "Hazırlanın, ziyâfete davet etdiniz, Allah gelecek ziyâfetinize, hazırlayın haydi" dedi. 
O akşam bütün kavim bayram yapdılar, pilavlar, zerdeler, yemeklerin a'lâlarını yapdılar, etler pişirdiler. Herkes yeni elbiselerini giydi, tıraş oldular, tarandılar. Tabii, davetlileri Allah, ziyâfete geliyor. Herkes yollara bakarken, o aralık bir fakir çıkageldi. "Yâ Mûsâ açım, beni doyur" dedi. Mûsâ Peygamber, "Canım, senin açlığın şimdi mevzubahis mi, Allah gelecek ziyâfete. Haydi git su getir, sen de yardım et, senin de yardımın olsun, Allah geliyor ziyâfete" dedi. Onun eline bir kap verdi suya gönderdi onu. Sonra o, suyu aldı geldi ve dedi ki, "Yâ Mûsâ, ben susuzum bana su ver. Açlıkdan dayanamıyorum, şu yemeklerden bana yedir". Mûsa Peygamber sinirlendi, "Sen ne laf anlamaz adamsın! Allah gelecek ziyâfete, sen şimdi ziyâfete oturamazsın" dedi. 
Epey vakit geçmişdi, ortalık kararmışdı, o adamdan başka gelen giden yokdu. Ve kavim arasında münkâşa çıkdı. Mûsa Peygamber'e geldiler, "Ziyâfet için bu kadar masraf yapdık, hani Allah gelecekdi, gelmedi" dediler. Münâkaşa büyüdü ve halk birbirine girdi. Mûsâ Peygamber mahcûb oldu. Çünkü Allah gelmemişdi.  O asabiyetle Tûr'a gitdi. "Yâ Rabbi, gelecekdin, gelmedin" dedi. Cenâb-ı Hakk, "Geldim" dedi. "Açım dedim beni suya gönderdin. Susuzum dedim beni hizmete gönderdin. İşte eğer o fakîri doyursaydın, beni doyurmuş olacakdın. Onu sulasaydın beni sulamış olacakdın. Ben yemek-içmekden münezzehim. Açları doyurursan beni doyurmuş olursun". O vakit Mûsâ Peygamber anladı ki, fakirlere yapacağın yardımı Hakk'a yapıyorsun, Allah'a yapıyorsun.

 

Bir dolara, sadaka olarak verdiği bir dolara, en aşağı on mislini verecek. Veyâhud da yetmiş mislini verir. Ve yedi yüz mislini de verebilir. Bu şekilde fukarâya yardım eden kimseler, paralarını Allah bankasına koymuş demekdir. Orada feyzi artar onun, birken yetmiş olur, yetmişken yedi yüz olur. Bir gün gelir ki, mal, mülk, kasa, kese menfaat vermediği günde, o vermiş olduğu sadakât önüne çıkar, ona nûr olur. 
Sadaka belâyı def eder demişdim, onun hakkında size bir kıssa anlatayım. Yani hikâyeler ve kıssalar komprime ilaç gibidir. 
Bir köylü kadını, yemek yiyordu, elinde son lokması kalmışdı. Bir fakîr geldi, "Açım, bana o lokmayı ver" dedi. Bu kimsenin avurtları birbirine geçmiş, gözleri çökmüşdü, yüzü sararmışdı, elleri titriyordu. Köylü kadın dedi ki ona, "Vallahi bende bir lokma var, bundan başka hiç bir şey yok evimde, son lokmayı yerken sen geldin, istersen bunu al" dedi. Fakîr bunu kabûl etdi. Açdı çünkü, helâk olacakdı. Adlı lokmayı yedi ve dedi ki, "Allah sana bu lokmanın mükâfâtını versin, senin üzerine gelecek olan kazâ ve belâyı def etsin". Ve oradan ayrıldı gitdi. 
Mesrûr olmuşdu fukarâ, bir lokma ile. Fukarânın mesrûriyyeti Allah'ın da mesrûriyetini mûcibdir.
Ertesi günü köylü kadın kocasıyla beraber tarlaya gitdiler. Aşklarının bir semeresi vardı, ufak bir yavruları vardı. Henüz kundakdaydı. O çocuğu bir ağacın gölgesine bırakıp tarlaya girdiler. Kocası tarlayı biçiyor, ekini, kadın da onları toplayıp demet yapıyorsdu. O aralık bir aç kurd geldi, anayla babanın gözünden saklanarak, o yavruyu kapdı, kundakdaki çocuğu. Bunu gören ana baba kurdun peşine düşdüler. Evladları gidiyordu, aşklarının semeresi gidiyordu, ömürlerinin meyvaları gidiyordu. Evlâdını kaybeden bir anneyi düşün. Evlâdının yoluna bakan bir babanın hâlini izân et. Bir süratle, bir telaşla, bir heyecanla kurdun peşine düşdüler. Kurd çocuğu kundağından tutmuş götürüyor, kaçırıyordu. Ve o aralık karşılarına bir zât çıkdı. Kurdu tutdu aldı, kurdu yere vurdu ve çocuğu kurdun ağzından alıp oraya koydu ve şöyle seslendi, "Dünkü lokmaya bugünkü lokma bedel oldu" dedi. Bir gün evvel vermiş oldukları bir lokma, kurdun lokması olan çocuğu halâs etmiş ve kurtarmışdı. 
Kalblerinde merhamet ve şefkat olanlar, merhamet ederler. Kalbinde merhamet ve şefkat olmayan, merhameti ne bilir! Onun için Resûl-i Ekrem gene buyurur ki, "irhemû men fi'l-ard, yani kürre-i ardda bulunan mahlûkâta merhamet edin, yerhamüküm fi's-semâ, Allah size rahmet ve merhamet etsin". 

 

Peygamber-i zî-şân sallallahu aleyhi veselleme, iki genç geldiler, kız ver erkek yani, evlenmek istediklerini söylediler. Efendimiz onların nikahlarını kıydı. İki âşık mesrûr ve memnûn olarak evlerine döndüler. Peygamber dedi ki, "Bu çocuk bu akşam ölecek" dedi. Tabii Peygamber'in ashâbı şaşırdılar, müteessir oldular. Sabahleyin o delikanlı câmiye geldi, namaza geldi. Peygamber'in arkadaşları çocuğu hayatda gördüler, şaşırdılar. Peygamber böyle söylemişdi, halbuki çocuk ölmemişdi, gelmişdi. Peygamber'e bir şey soramadılar ama bir çocuğun yüzüne bakdılar, bir de Peygamber'in yüzüne bakdılar. Efendimiz anlamışdı ashâbının kendine bakdığını, çocuğa bakdığını. O çocuğa dedi ki, "Evlâdım, yatağını kaldırdın mı?" dedi. "Kaldırmadım yâ Resûlallah" dedi. Peygamber, ashâbına döndü, "Beraber gidelim bu çocukla" dedi. Ve hep beraber çıkdılar ve o delikanlının evine vardılar. Resûl aleyhisselâm dedi ki, "Yastığı kaldırın" dedi. Yastığı kaldırdılar, zehirli bir yılan oraya çöreklenmiş yatıyordu. Sonra Peygamber yılana sordu.
Yılan konuşur mu diyeceksin değil mi? Dili konuşturan yılanı konuşturur. Her şey konuşur kâinâtda. Anlamaya kulak gerek. Baş kulağı olan değil, kalb kulağı olan anlar. İnsanın mâlik olduğu mal der ki kendisine, "Bana mâliksin ama beni ebediyyen götüremeyceksin" der. Geçiyoruz.
Yılana sordu Peygamber, "Buraya niye geldin" dedi. Bi iznillah yılan konuşdu, "Bana vahyolundu ki bu gece bu çocuğu ben vurup öldüreyim. Fakat etrafıma bir kale çevrildi benim, o kaleden dışarı ben çıkamadım, demir kaleden dışarıya. Peygamber sordu o delikanlıya, "Sen ne gibi bir hayır yapdın?" dedi. Dedi ki, "Yâ Resûlallah, biliyorsunuz ki güvey girdiği gece buraya süt konulur, âdetimiz süt koymakdır. O sütü içecekdim, kapı çalındı, bir fakîr ben açım dedi, o fakîre o sütü verdim". "İşte o verdiğin süt, senin ölümüne mâni oldu, kale oldu yılana, sana bir zarar ilişmedi". Ashâbına döndü dedi ki, "Sadaka ve yardım belâyı def eder, ömrü uzatır" dedi, "görün" dedi.

Listeye geri dön