Onun için Mi'râc-ı Muhammedî'de, "Resûlullah, mi'râcını rûhânî yapmışdır, ceseden gitmemişdir" demeleri hatâdır. "سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى عَبْدِه۪ Sübhânellezî esrâ bi abdihî" âyet-i kerîmesinde, "Noksan sıfatlardan Allah'ı tenzîh ederim, kemâl sıfatlarla muttasıf kılarım". Yani Sübhân, Allah her istediğini yapar ma'nâsına geliyor. Allah abdini gecenin bir nısfında Mescid-i Haram'dan yani Kabetullah'dan aldı ve Kudüs'e ve oradan da maşâllah semâya urûc ettirdi" diyor. Yani burada, bu kelimeden murâd, abdiyyet, vücûdun ve rûhun ictimâı ile abdiyyetdir. Rûh çıkdı mı, vücûd abd sayılmaz, meyyit sayılır.
Âşıklar, Allah'a inanan mü'minler ölmezler, onlar olurlar. Ölüm, kâfirlere ve hayvanlara mahsûsdur. Müslümanın bedeninden rûh çıkdı mı, cesedi meyyitdir fakat lâşe değildir, na'şdır. Na'ş başka lâşe başkadır. Kâfîrin ve hayvanın cesedi lâşe olur ama mü'mininki na'ş olur yani cesedi gene kudsîdir. Üzerine namaz kılıyoruz ya, lâşe olsa üzerine namaz kılınır mı? Demek ki cesede şeref veren, îmândır ve islâmdır ve Allah'a abdiyyetdir.
Âlem-i ervahda Cenâb-ı Hakk rûhlara karşı " أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ e lestü bi rabbiküm" hitâbında bulunmuş. Ma'nâsı, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuş Allah. Bizim rûhlarımız da "Evet, Rabbimizin yâ Rabbi, biz senin mahlûkunuz" demişiz ve badiyyeti kabûl etmişiz. İşte burda Allah'a söz verenler, bu âlemde de abdiyyetlerini devâm ettirirlerse, sultân geldiler, sultan yaşadılar, sultân olarak öleceklerdir. Yani mü'min geldiler, mü'min yaşadılar, mü'min öldüler. Gene bu âlem-i ervâhda Allah'a söz verip de o sözlerini unutanlar, o gâfiller ise, onlar insan olarak gelecek, hayvan gibi yaşayacak ve hayvan gibi öleceklerdir. Bir kimseye hayvân denilirse kızar ama burada hayvan, hakâret ma'nâsına değildir, tekâlifden ârî olmak ma'nâsınadır. Mü'min, bir hayât ile hayevândır ki, ebedî hayât ile, Allah'ın Hayy esmâsıyla hayydır ve Allah'la berâber hayy olmuşdur. Çünkü ebedîdir. Cennete girecek olan mü'minler, cennette ebedî kalacaklar. Yani cennetin vakti saati mahdûd değildir. Ebediyyen.
Âyinesi işdir kişinin, lâfa bakılmaz.
"وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ Vellezîne âmenû ve 'amilus sâlihâti ". Bak dikkat buyurursan, hep böyle geliyor Kur`ân-ı Kerîm'de. "وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ Vellezîne âmenû ve 'amilus sâlihâti ülâike ashâbul cenneh, hum fîhâ hâlidûn". "O kimseler ki"...
Dikkat buyur, kulağını benden yana ver! Güneş gurûba ermekde!
"O mü'minler ki Rabbimiz Allah dediler ve bu sözlerinde sâbit-i kadem oldular yani bu sözlerini işleriyle gösterdiler". Çünkü bir çok insan var, "Rabbim Allah" diyor ama yaptığı iş hep şeytânî. İşine bakıyorsun Allah'a tâbi değil, sözüne bakıyorsun, "Allah'a tâbiyim" diyor. Onun için "Şu kimseler ki Allah'ı tevhîd ettiler, birlediler, Allah'ı bildiler, buldular, Hakk'da oldular", onlar ne yapıyorlar?, "ve amilus sâlihât", "a'mâl-i sâliha icrâ ederler". Yani ma'nâsı Allah'ın emirlerine, bilâ itiraz, su üzerinde giden saman gibi, Allah'a böyle teslîm olurlar. Bunu bir misal olarak söylüyorum, buna da teşbîh edilmez, hafîf bir teşbîh ama kelimelerle ancak böyle anlatabileceğiz. Süratle akan bir suyun üzerindeki saman çöpü nedir, hiç o akan nehre bir mukâvemet gösterebilir mi? Göstermez. İşte kullar, mü'min olanlar, dilleriyle Allah'ı takrîr edip, dilleriyle söyleyip, kalbleriyle tasdîk edenler, kalbleriyle inananlar, Allah'a öyle bir teslîm olacaklar ki, hiç itirazları yok. Allah'ın emirlerini seve seve yapacaklar. Çünkü îmânı kurtarmak meselesi, îmânı kurtamak meselesi! İş orda! A'mâl-i sâliha olmazsa, îmân, fırtınalı havada yanan bir muma benzer. Yani namaz, oruç, zekât, Allah'ın emirleri, bunları seve seve yapacak. Bunları yapmayan kimsenin îmânı rüzgarlı bir havada yanan bir muma benzer. Etrafdan esen rüzgarlar bu mumu söndürebilir. Bu îmân mumunun, bu îmân nûrunun, îmân kandilinin etrâfını a'mâl-i sâliha, güzel amelle çevirmek lâzım gelir. Onun için Cenâb-ı Allah, "وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ Vellezîne âmenû ve 'amilus sâlihâti ". Şu kimseler ki îmân ettiler ve a'mâl-i sâliha icrâ ettiler, Allah'ın emirlerini seve seve tuttular ve Allah'ın yasaklarından, men ettiklerinden kaçındılar. "Ülâike eshâbü'l-cenne", bunlar cennetin ashâbıdır, cennet arkadaşlarıdır. Yani ehl-i cennetdir.
E peki bunlar orada ne kadar kalacaklar? Dünyâda altmış sene kaldı, âhiretde de altmış sene mi olacak? Hayır, ebediyyen. Peki nasıl oluyor bu? Meselâ altmış sene küfr eyleyen, ebedî cehennemde kalacak. Niçin acabâ ebedî kalıyor? Altmış senelik böyle kısa bir hayât müddetine ebedî cennet yâhud ebedî cehennem niçin veriliyor? Halbuki adl ile olsa, yani aklımızca söylüyoruz bunu, aklen, altmış sene namaz kıldı, altmış sene ibâdet etti, altmış sene îmân etti, altmış sene cennette kalması lâzım. Halbuki öyle olmuyor. Allah, bu kısa hayâtın karşılığında ebedî bir hayât bahşediyor. Neden? Çünkü mü'min dünyâda altmış sene değil altmış bin sene de yaşasa yine Allah'a kulluk yapacak. Onun için cennet ebediyyen onun oluyor. Kâfir de, dünyâda altmış sene değil altmış bin sene, altı yüz bin sene de yaşasa, yine küfründe ısrâr edecek olduğu için cehennemde ebedî kalacakdır. Acaba anlatabildik mi mü'minler?
Vücûdun rûhla ictimâı cesedle oluyor yani rûhlâ cesed evleniyorlar ve insan şekline giriyor. Rûhun tecessümü cesedle görülüyor. E tabii, bu, bizim gibi görenler için. Bizim gibi görmeyenler için başka. Meselâ cenâze giderken, o cenâzenin rûhunun tabut üstünde gittiğini görenler var. Zâten bunu sen ben görsek, bir daha dünyâda yiyip içemeyiz, yaşayamayız. Bazı esrâr-ı ilâhiyye var ki bunlara biz vâkıf olsak yaşamamıza imkân yokdur. Meselâ bunu Fahr-i Risâlet Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle ifâde buyuruyorlar, "Benim bildiğimi siz bilseydiniz, benim gördüğümü siz görseydiniz, benim duyduğumu siz duysaydınız, dünyâda yemez içmez, bir daha gülmezdiniz" diyor Peygamber sallallahu aleyhi vesellem.
Bir çok ehlullahın kahkaha ile güldüğü görülmemişdir. Ancak pek tuhaf bir şey olursa, tebessüm buyururlar. Zâten kahkaha atmak insanın vakarını giderir. Tebessümle mukâbele etmek daha hayırlıdır, daha güzel olur. Geçiyoruz.
Şimdi bunun bir misâlini vereyim size. Rûhla cesedin ve nefsin misâlini. Abdullah el-Mübârek Hazretleri, bu bir velîdir ki, bunun mürşidi, bir kadındır. Sevdiği kız
Kıl tefekkür Hakk'ı bil halk-ı cihândan ibret al
Yedi kat yerden ü yedi kat semâdan ibret al
Ay u gün yıldızlara bak nice halk etmiş Hudâ
Yer yüzünde bî-hisâb mahlûk olandan ibret al
On sekiz bin álemin Hallâk'ı olduğun düşün
Bâhusûs Âdem safiy-yi âlî-şândan ibret al
Âkil olana en ufak bir yaratık da, bir mahlûkât da, mürşid olabilir. Bir karınca, bir mikrop bile insanı Allah'a götürebilir. Ben şaşarım ki, bir adam doktor olur da dînsiz olur. Teaccüb edilecek bir davâdır. Bir adam, insandaki bulunan esrârı sökerse, bırak rûh kısmını, cesed kısmındaki esrârı sökerse, o adamın îmân etmemesine imkân ihtimâl yokdur. İnsan vücûdunun teşekkülâtına bir baksana! Kudretullahı görmeyecek misin? İki göz vermiş. Bir gözle bakıyor, bir tâne görüyor, iki gözle bakıyor, yine bir tâne görüyor. Tevhîde işâret. Yüz bin de olsa, yüz milyar da olsa, birdir. "Lâ ilâhe illa hû". Ondan başka Allah yokdur, ancak O'dur. Onu gösteriyor. Bir gözle bakıyor bir tâne görüyor, iki gözle bakıyor yine bir tâne görüyor. Halbuki bir gözle bir tâne gören iki gözle iki tâne görmesi lâzım gelir.
Bu Abdullah el-Mübârek'i, sevdiği kız irşâd etmiş. Bakalım, anlatalım kıssasını da, inşâallah içimizde hisse alan olur. Evvelâ biz hisse alalım ki siz hissedâr olasınız.
Okutan, anlatan hocaefendi, kendisi ilmi ile âmil olmazsa söylediklerinin halka te'sîri olmaz. İnsan başkasına vaaz etmeden önce kendi nefsine vaaz etmeli. Ey ehl-i îmân! Sana da söylüyorum bunu! Sakın keçi gibi olma. Koyun su arkından atlamış, kuyruğu kalkmış, keçi gülermiş. "Niye gülüyorsun?" demişler, "Koyunun edeb yeri göründü, ona gülüyorum" demiş. Halbuki keçinin ki hep açık, onunki hiç kapanmaz. Böyle olma sakın ha!
Kimle konuşursan konuş, kendini ondan dûn gör. "Belki bu zât Allah'a benden daha karîbdir" diyeceksin, yani yakındır diyeceksin. Konuştuğun senden genç ise gene böyle düşüneceksin, diyeceksin ki, "Bu adam gençdir, bu delikanlı, benim kadar günâh işlememişdir. bunun günâhı benden azdır". Kendinden yaşlıyla konuşunca şöyle düşüneceksin, diyeceksin ki, "Bu, benden yaşlıdır. Ben bunun kadar Allah demedim. Ben bunun kadar Allah'a ibâdet etmedim. Bunun ibâdeti benden fazladır" diyeceksin, böyle düşüneceksin. Kâfirle konuştuğun vakit, şunu da hatırlayacaksın, diyeceksin ki, "Ya bu adam son nefesde îmân nasîb olursa, bu ehl-i saâdetden olur. Ya benim îmânım selb olursa, hâlim nice olur" diyeceksin. Acaba anlatabildik mi? Geçiyoruz.
Abdullah el-Mübârek Hazretleri bir kızı severmiş. Aşk fenâ bir şey değildir. Yalnız şehvete dökülürse, o vakit behîmiyyetdir yani hayvâniyyetdir. Aşk bir suya benzer, hangi kaba girerse o kabın şeklini alır. Kap tâhir ve temizse tâhir ve temiz görünür. Yani bir adam kendisini ıslâh ettiyse, ondaki aşk, aşk-ı ilâhîye tekallüb eder. Eğer kendisi kötüyse, kendini temizlemediyse, aşk da kötü şişenin, tozlu şişenin içindeki su gibidir. Aşk-ı mecâzî insanı aşk-ı hakîkîye götürür. Riyâ ihlâsa, şirk tevhîde, aşk-ı mecâzî aşk-ı hakîkîye götürür insanı. İnsan aşk-ı mecâzîde kalmamalı. Mecnûn Leylâ'yı sevmedi, Mecnûn Allah'ı sevdi, Mevlâ'yı sevdi fakat Leylâ'da gördü. Sonra bir zaman geldi, Leylâ perdesi ref' olunca, "Leylâ Leylâ" derken Mevlâ'yı buldu. Kalma orda, geç, atla!
Mecnûn'a sordular Leylâ nic'oldu
Leylâ gitdi adı dillerde kaldı
Benim gönlüm şimdi bir Leylâ buldu
Yürü Leylâ ki ben Mevlâ'yı buldum
Leylâ Leylâ derken Allah'ı buldum
"Gençtim" diyor Abdullah el-Mübârek, "irşâdıma sebeb sevdiğim kız oldu" diyor. İyi dinle, kulağını benden yana ver! Sana çok mühim şeyler söyledim. Gece el ayak çekild mi, yatsıdan sonra, yâhud akşamdan sonra, kızın bulunduğu evin penceresinin dibine gidermiş. O vakit yanyana inmek yok öyle. Kız pencereden konuşuyor, o aşağıdan, böyle konuşuyorlar. Yani konuşmayla, sesini işitmesiyle neşeleniyor. Bir gece uzun bir kış gecesi, uzun bir kış gecesi, soğuk bir gecede, Abdullah el-Mübârek aşkda öyle bir yok olmuş ki, o uzun geceyi duymamış ve ezanlar okunmaya başlamış. Sabah ezanı. Abdullah el-Mübârek kıza, "Eyvâh yatsı okunuyor gâliba" demiş. Kız, "Abdullah, yatsı değil, sabah ezanı okunuyor" demiş. Ve nitekim de müezzin, "Es-salâtü hayrun mine'n-nevm" yani "Namaz uykudan hayırlıdır" diye bağırıyor. Abdullah el-Mübârek, hayıflanmış "Eyvâh! Ne vakit geçti bu uzun gece" demiş.
Evet böyledir efendim. İyi dinle! Varlığının sebebini öğrendinse, hayâtını boşa vermedinse, ömrünü hebâya sarfetmedinse, ölüm ânında senin isti'dâdına göre sana tecelliyât olacakdır. Bazılarına cennet, bazılarına cemâl-i Muhammedî, bazılarına hûri ve gılmân, bazılarına da Allah Celle Celâluhû Hazretleri tecellî edecekdir ve o tecelliyât ile o kimse ölümün şiddet ve acısını duymayacakdır. Çünkü Resûlullah, mubir-i sâdık, Muhammed Mustafâ, peygamberimiz, peygamberin, Allah'ın sevgilisi, bizim sevgilimiz olan peygamberimiz, necâtımız, kurtuluşumuz, felâhımız, cümle peygamberlerin seyyidi, efendisi, bu kâinâtın hilkatinin sebebi, Muhammed olmasaydı kâinât olmayacakdı, sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki, "Ölümün acısı...
Dinle! Senin ve benim başıma gelecek. Melekü'l-mevt senin ve benim yakama sarılacak. Unutma bunu sakın! Hayâtda iki şeyi unutma! İki şeyi unutursan helâk olursun. Biri Allah'ı biri ölümünü. İş yapacağın vakit hemen hatırla, "Öleceğim, huzûrullaha çıkacağım, hesap vereceğim" diye. Bunu hatırlarsan sana kâfî gelecekdir. Bir mü'min ölüm ânında, ister sulehâdan ister âsîlerden olsun, Peygamberimiz "Ölümün acısı üç yüz kılıç darbesi gibidir" diyor. İşte o acı esnâsında tecelliyâtı ilâhiyye, ölümün acısını sana duyurmuyor, belki lezzet duyuyorsun.
Gene bir rivâyete göre, İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin beyânına göre, vücûdun üç yüz altmış beş damarı vardır, yani büyük damarlar, o damarları dikenli tel farzet ve o çekiliyor böyle vücûddan ayrılmak için. Yani karı koca ayrılıyorlar. Rûhla beden ayrılıyor birbirinden. Bu acıyı duyacak. İşte o acı esnâsında, tecelliyât-ı ilâhiyye, ölümün acısını sana duyurmuyor, belki lezzet duyuyorsun.
Nitekim işte, burda ne oldu? Aşk, Abdullah el-Mübârek'i soğukdan berî kıldı. Yani soğuğu duymadı. Gecenin kısaldığını duymadı. Uzun gece ona kısa geçdi. Çünkü aşk içerisinde fenâ bulmuş. Çünkü aşkın katresinde yedi ummân gizlidir. Yedi ummân aşkın bir katresine sığar. Bir katresi bile fazladır yedi ummândan. Bu sözü anlayan için söyledim.
Abdullah el-Mübârek, "Eyvâh gene sabah oldu" deyince, kız demiş ki, "Abdullah! Sana bir şey soracağım. Namaza dursan, namazda hocaefendi namazı biraz uzatsa, uzun sûreler okusa ve namazı da ağır kıldırsa, bunu nasıl karşılarsın?" demiş. Abdullah el-Mübârek "Yok, insanın huzûru bozulur. İnsanın ayakları yorulur ve sıkılır" demiş. Kız, "Yazıklar olsun sana! Ben, insan diye seninle konuşuyorum" demiş. "Ben seni insan zennettim. Aşk-ı mecâzîde benimle konuşurken sabaha kadar ayakda durdun, yorgunluğunu duymadın, namazda Allah huzûrundasın, yorgunluğun farkına varıyorsun. Benimle konuşuyorsun, bende fenâ buldun, soğuğu duymadın, namazda sana hitâb eden Hazret-i Allah Celle Celâluhû. Utanmıyor musun?" demiş. Abdullah el-Mübârek, bu sözle hemen tövbeye dönmüş, Allah'a rücû' etmiş ve Abdullah imiş, Abdullah el-Mübârek olmuş. Acaba anlatabildik mi? Allah tesirini halk eyleye.
Diyor ki Abdullah el-Mübârek Hazretleri, "Ben hacdan geliyordum, bilmediğim bir şehirde, bir çocuk, toprakları topluyor, gülüyor, sonra dağıtıyor, ağlıyor". Topraklarla oynuyor ama acâib bir hâl. Toprakları bir yere topluyor, bir araya getiriyor, gülüyor, sonra dağıtıyor, ağlıyor. Oyun yapıyor ama bu şekilde. "Çocuğa selâm vereyim mi vermeyeyim mi?" diye düşündüm. İçimden bir kuvvet dedi ki bana, "Çocuk selâmın kıymetini ne bilir, verme", diğer bir kuvvet ise, "Sen aklını Hazret-i Muhammed'e kurbân et, sallallahu aleyhi vesellem, Resûlullah'a, Resûl-i Ekrem'e, Resûl-i Efham'a, aklını O'na kurbân et sen. O, çocuklara, ma'sûmlara selâm verirdi.Sen de selâm ver" dedi. İçinden bir kuvvet.
Bak dikkat buyur! Sana aynı kuvvetleri isbât edeyim, bir iş yapacağın vakit, içinden bir kuvvet, "Yap" der, diğeri "Yapma" der. Mücâdele yaparsın sonra karar verirsin, bir tarafa tâbi' olursun. Yani içerde senden başka insanlar var. Senin bir benliğin ver senden içeriye.
İçindeki kuvvetler böyle söylüyor. "Hemen derhal tövbe istiğfâr ettim ve Resûlullah'a uymak için geldim" diyor. "es-selâme aleyke yâ veledî" yani "Evlâdım sana Allah'ın selâmı olsun dedim. Şöyle başını kaldırdı, ve aleykümselâm Yâ Abdullah el-Mübârek diye bana cevap verdi".
Abdullah el-Mübârek, "Hayret ettim, şaşırdım" diyor. "Oğlum ben bu şehirli değilim, benim memleketim Nişabur, yani buraya bilmem kaç yüz fersah yol var, sen beni nereden tanıyorsun diye sordum. Çocuk, nasıl tanımam. biz Memleket-i Rabbâniyye'de iken, Allah memleketinde, yani âlem-i ervâhda, sen benim yanımda duruyordun, elestü hitâbında 'belâ' dedin. Allah da sana 'Yâ Abdullah el-Mübârek' diye hitâb etmişdi, ben onu hatırladım dedi. Şaşırdım" diyor.
- Oğlum burda niye oynuyorsun?
- Çocukluk iktizâsı, oynamak lâzım.
Çocuğunu oynatmamazlık yapma sakın ha! Çocuğunu oynatacaksın. Oyanayacak zamanda çocuğu oynat, oynatmazsan, başında baskı yaparsan, oynamayacak zamanda oynar sonra. Oynamak yakışmayacak zamanda oynar. Onun için müsâmahakâr ol. Çocukların oynaması çocukların Allah'a ibâdetidir. Pek fazla sıkıştırma. Allah'ı Peygamber'i sevdir. Sopayla, dayakla, tekmeyle, tokatla, yumrukla müslümanlık olmaz. Evlâdına karşı şefkatle muamele et! Bazen taltîf edersin, bazen azıcık azarlarsın, kaşını çatarsın, dargınlık yaparsın filan. Onu Allah yoluna getir! Çocuğunu Allah yoluna getirmezsen yarın yavm-i kıyâmetden en büyük düşmânın o olacak. "Yâ Rabbi! Babam beni âlem-i ulvîden aldı, süflî âleme getirdi fakat beni terbiye etmedi, bana Allah sevgisi, Allah'a îmânı, Peygamber'e îmânı, Peygamber'e muhabbeti bana göstermedi. Da'vâcıyım. Evet ben hükmen azâba müstehakım ama babam iki katı azâba müstehak" diyecekdir. "Peki Efendi sen bunu nerden buluyorsun" dersen, Kur`ân'dan söylüyoruz. İstersen bak âyet-i kerîmeye.
Bismillahirrahmânirrahîm.
يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ أَخِيهِ * وَأُمِّهِ وَأَبِيهِ * وَصَاحِبَتِهِ وَبَنِيهِ
Yevme yefirrul mer'u min ahîh. Ve ümmihî ve ebîh. Ve sâhıbetihî ve benîh.
Kur`ân-ı Kerîm söylüyor.
Ehl ü 'ıyâlden mes'ûlsün şer'an
Kurtul vebâlden ta'lîm et Kur'ân