18 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri, Kitâbü'n-Netîcesinde, "اَوَلَمْ يَرَوْا اِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَٓافَّاتٍ وَيَقْبِضْنَۜ" âyet-i celîlesi hakkında buyuruyorlar ki :
Âyet-i şerîfenin 'ibâreti tuyûr-i hissiyye hakkındadır ki zâhirdir. Fe-emmâ tuyûr-i ervâha işâret eder ki melâike ve emsâlidir. Zîrâ melâike-i kirâm, 'âbidler 'ibâdet ve zâkirler zikr etdiği demlerde fevka'r-ruûs saf saf olup dururlar ve Kur`ân dinlerler ve iktidâ ederler ve zikr ve tesbîhde müşterek olurlar. Ve onlar gerçi Kur`ân tilâvet eylemezler, velâkin tilâvet eyleyenlerin efvâhına ağızların koyup ol vech ile ahz ederler. Ve Kur`ân'da gelir : "كَادُوا يَكُونُونَ عَلَيْهِ لِبَدًاۜ۟". Yani telebbüd ve ictimâ' ve izdihâm etdikleri istimâ'-ı Kur`ân içindir. Husûsâ ki insân-ı kâmili görmeğe müştâklardır ki ol husûsda tecemmu' eder, ra'iyyet sultânı müşâhedeye tecemmu' ve izdihâm etdikleri gibi. Zîrâ insân-ı kâmilde ve sultân-ı a'zamda sırr-ı ehadiyyet vardır ki isimleri a'zam ve küllî ve zâtîdir. Pes, sâirler onlara kıyâs olunmaz.
Ve bundan fehm olundu ki melâikede ecniha vardır ki onların kuvâ-yı muhtelifesidir. Nitekim Kur`ân'da gelir : "اُو۬ل۪ٓي اَجْنِحَةٍ مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَۜ". Ve onların cenâhları nüzûl içindir, yoksa 'urûc değildir. Zîrâ kemâl-i letâfetlerinden 'urûcları zâtîdir ki ol ma'nâda cenâha muhtâc olmazlar. Fe-emmâ nüzûlleri böyle değildir. Onun için cenâha muhtâc olurlar. Çünki fevka'r-ruûs kâim olalar cenâhların bast ederler. Hazret-i Süleymân aleyhisselâm üzerine murgân cenâhların bast etdikleri gibi. Çünki kâid olalar kabz ederler. Ve kezâlik nüzûl etdikleri zamân bast ederler ve 'urûc etdikleri vakitde şâhin gibi süzülüp giderler.
Ve bundan insân-ı kâmilin onlar üzerine fazlı râcih ve rütbesi a'lâ olduğu zâhir oldu. Zîrâ insân-ı kâmilin rûhu melekûta 'urûc eylese âyât-i kübrâ-yı ilâhiyyeyi seyr ve tecelliyât-i 'illiyye-i mütenevvi'a ile teşerrüf içindir, yoksa melâike ve onlardan istifâde için değildir. Fe-emmâ melâikenin vech-i arza hubûtu ve meclis-i insân-ı kâmile nüzûl ve huzûru istifâdeden ötürüdür. Zîrâ sohbet-i insân onlara 'ilm-i zâid i'tâ eder.
"فَلَمَّٓا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۙ".Yani Âdem mu'allim-i melâikedir ve mu'allim şâkirde kıyâs olunmaz. Eğerçi insân-ı kâmil dahi huzûr-i ervâh ile mütekavvî ve müteeyyid olur. Velâkin bu ma'nâdan insân üzerine şeref-i zâidi lâzım gelmez. Nazar eyle ki harb ile me'mûr olan enbiyâ, tahte'l-livâlarına ensâr cem' etdiler ve onlarla mansûr oldular, maa-hâzâ enbiyâ ashâbından efdaldir. Fe-emmâ çünki enbiyâ mertebe-i zâtdadır ve kezâlik, "وَخُلِقَ الْاِنْسَانُ ضَع۪يفًا" vefkınce za'f-ı aslîlerine rucû' etmişlerdir, lâ-cerem zât yine esmâ ve sıfât ile kuvvet bulur. Meselâ Mekke-i Mükerreme Medîne-i Münevvere ile kuvvet bulduğu gibi. Ve Âl-i Osmân ile Haremeyn dahi ona kıyâs oluna. Zîrâ Âl-i Osmân, sıfât mertebesinde fevka'l-külldür ki bu ma'nâ ile kuvvet-i zâidesi vardır, maa-hâzâ sultân Nebî'den, sallallâhu aleyhi ve sellem, efdal değildir. Ve İstanbul ki tahtgâhdır, Haremeyn-i Şerîfeyn ile münâsebeti kalîldir. Fefhem cidden.
Ba'de-zâ ervâhın bir nev'i dahi nüfûs-i fâzıladır ki onlar tuyûr-i ma'neviyyedir ki hevâ-yı hüviyyetde derecâtı tefâvüt üzerinedir, melâikenin ecnihada tefâvütleri olduğu gibi. Nitekim Leyle-i Mi'râc'da ervâh-ı enbiyâ aleyhimüsselâm, tabakât-i eflâkde tefâvüt üzerine zâhir oldular. Ve ervâh gerçi mütehayyize değildir, fe-emmâ semâvâtda tahayyüzleri ta'ayyün-i cismânîlerine dâir ve hâllerine nâzır bir ma'nâdır. Ve bu nüfûs-i fâzıla ve ervâh-ı tayyibenin bazıları müdebbirât oldukları cihetden 'âlem-i tedbîre hareketlerinde bast ve kabz-ı ecniha ederler ve onların per ü bâlleri gerçi ma'nevîdir, fe-emmâ 'âlem-i misâlde per ü bâl ile temessülleri dahi ba'îd değildir. Nitekim Cafer-i Tayyâr radıyallâhu anh, melâike ile kanat vurup uçardı. Husûsâ ki ehl-i kalb olan her sûretde tekallüb eder ve onun için sûret-i mahsûsa yokdur. Zîrâ fi'l-hakîka cemî'-i 'âlem onun suver-i tafsîliyyesidir ve melâike dahi onun eczâsından bir cüz'üdür. Pes, cüz'ünde cenâh olıcak kendinde dahi olur. Zîrâ demişlerdir ki : "El-veledü sırrı ebîh". Yani veled pederi sûreti üzerine gelip onun sırrını hâvîdir. Bu cihetden cenâh-ı hakîkî âdemindir, yoksa melâikenin değil. Ve ol cenâh, esmâ ve sıfât-i ilâhiyyedir ki âdem onunla ale'l-vechi'l-ekmel mütehallî ve onunla tâirdir.
Ve ol cenâhın sûreti, melâikede olduğunun sırrı budur ki melâikenin makarrı cihet-i 'ulviyyedir ve cihet-i 'ulviyye ol makûle sûreti iktizâ etmişdir. Zîrâ evcin muktezâsı odur ki fe-emmâ hadıyd yani merkez-i 'âlemde olan halîfeye lüzûmu yokdur. Zîrâ halîfe sûretde mâşîdir ki halkın merâtibde ihtilâfına göre hareket eder, ma'nâda ise tâirdir. Onun için insilâh ile eflâki güzer eyler ve ona ecsâm ve ervâhdan hiçbir nesne hâil olmaz. Zîrâ sûretle 'âlem-i sûrete mutasarrıf olduğu gibi rûh ile dahi 'âlem-i ervâha zâbıt olup, sırrı mertebesinde â'lem-i ceberût ve lâhûta râkîdir. Ve bu 'âlemde efrâd-ı kâinâtdan hiçbir ferd onunla müşterek değildir. Zîrâ insân-ı kâmil için ihtisâs-ı ilâhî vardır ki insân-ı kâmil, "وَ اصْطَنَعْتُكَ لِنَفْسِي" mûcebince zât-i Hakk için mustana' ve mahlûkdur. Zât-i Hakk ise a'le'l-e'âlîdir. Pes, ol 'ulüvv-i derece ki netîce-i sülûkdür, âdem-i kâmile mahsûsdur ve vatan-ı hakîkî dedikleri budur.
İmdi ey sâlik! Netîce istersen ve talebkâr-ı vatan isen bu gurbetde durma ve cesed ve rûhunu bu tabaka-i süfliyyeden ref' ve i'lâ edegör.