11 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bu konuşmalarını 1981 senesinde Amerika'nın California eyaletindeki bir üniversitede yapmışlardır. Üniversitedeki akademisyenlerden biri açış konuşmasını yapdıkdan sonra Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Davetlerini aldık ve bu daveti canımıza minnet bildik, böyle bir kıymetli zevât ile buluşmak, görüşmek ve tanışmak ve anlaşmak ve ilâhî sohbetde bulunmak için bizim için büyük bir fırsat ve ganîmet oldu.
İnsanlar bir nûr-ı vâhidden yaradılmışlar. Ve insan en bahtiyar olan mahlûkdur. Çünkü bütün mükevvenât insanoğlu için halk olunmuşdur. Allahu Zü'l-Celâl Hazretleri, "Ben bu mükevvenâtı insanoğlu için halk etdim, insanoğlunu da kendim için halk etdim" buyuruyor. Âdemoğulları ilimle ve irfân ile aynı nûr üzerinde toplanmak mecbûriyyetindedirler. İslâm'ın ehemm-i mühimm rükünlerinden bir tânesi hacdır, haccın manâsı taarrufdur, tanışmakdır. İşte bunun gibi, ilim merkezlerine seyahatler, sâhib-i ilm olanlarla konuşmak, Allah'ın en büyük ganîmetlerinden bir tânesidir. Çünkü ilim insanları yüceltir. İlim insanlara insanlığını bildirir. İlim insanları Hakk'a yaklaştırır ve Hakk katına iletir. İlmin zâhirinde, maddî ilimler olduğu gibi, ilmin bâtını da Hakk'ı bilmekdir, Hakk'ı bulmakdır ve Hakk'da olmakdır ve Hakk ile olmakdır. Ve bir ilim meclisinde bulunmak ve âlimlerle karşı karşıya gelmek bizim için cennet bahçesine girmek gibi oldu. Evet, buyursunlar.
Dinleyicilerden biri "Bu akşam zikrullahdan evvel zikrullahın mâhiyetini îzâh edecek bir konuşma yapılacak mı?" diye sorunca, Amerikalı hoca, "Evet, kısa bir îzâh yapılacak fakat bu meclis bu suâlin sorulması için müsâid bir yerdir" diye cevap verince Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bütün kâinât hepsi zikr-i ilâhîde. Her yaradılan mahlûkun kendine mahsûs bir zikri vardır. Bizim de yapacağımız zikrullahın şekilleri birer remzdir. Ve bu kâinâtı bidâyetinden nihâyetine kadar ve ebedî âlemin esrârını o remz ile halka takdîm edeceğiz. Onu da söylemeden geçmeyelim. Kâinât bir tekkedir. İçinde en ziyâ-bahşâ kandilleri, ayla güneşdir ve yıldızlardır. Cümle mevcûdât da dervîşdir, Allah'ı zikreder. Kubbesi âsumân olan bu dergâh işte bu kâinâtdır.
Evvelâ vahdetden kesreti göstereceğiz. Çünkü evvelâ şeyh meydana çıkacak, sonra arkasından dervîşler şeyhe niyâz ederek sırayla bir halaka çevirecekler. Bu kul ile Hakk'ın birleşmesi, onu remz edecek. Çünkü zikrullahda ve ibâdetlerde, abdiyyetle mabûdiyyetin birleşdiği bir ân ve bir mekân vardır. Meselâ Allah'ı zikreden bir kimseyi Allah zikreder. Bu bir remzdir. O dervîşlerin vahdetden zuhûr ederek çoğalması, Elif harfinden diğer harflerin çoğalması gibi. Ve bir halaka teşkîl edilecek, halaka bir nokta. Ve hiç bir fark olmayarak, bugünkü tertîb edilen toparlak masa tertîbâtı gibi. Sonra oturacaklar dervîşler yerlerine ve zikir başlayacak. Hayat başlayacak. Kâinâtda hayat başlayacak, onu remz ediyor. Çünkü kâinâtda hiç bir şey yok ki Allah'ı zikreylemeye. Fakat insanlar bunu duyamaz, anlayamazlar. Tabii anlayanları var. Ekseri nâs bunu anlayamaz. Bu toplanan dervîş halakası, zikrullaha başlayacak ve zikr-i ilâhî ile, Allah'ın kâinâtı halk etmekden gâyesi, Allah'ı bilmek, Allah'ı bulmak ve Allah'a ibâdet ve tâat ve Allah'a muhabbet olduğunu remz edecek. Sonra o zikrullah esnâsında, ses yücelecek, yükselecek, alçalacak. Nasıl ki kâinâtda rüzgarlar bazen çoğalıyor, şiddetleniyor, bazen hafifliyor, deniz dalgası nasıl kenarlara vuruyor, çekiliyor, bunların hepsinin remzi birer birer orada gösterilecek. Tabii gören için! Ve nihâyet sükûta varacak. Tekrar sükûta varacak. O vakit İsrâfil'in sûru gibi orada bir zât sûr ile tekrardan o vefât eden yani göçen kâinâtı tekrar ihyâ edip ayağa kaldıracak. Bu ikinci kalkış, öldükden sonra dirilmeye, baharda ölü ardın dirilip ihyâ olmasına işâret.
Ve devran başlayacak. Bu devranın remzi iki şey. Müslümanlar Kabe'nin etrâfında tavâf ederler. Kabe bir semboldür. Allah Kabe'de, gökde, Kudüs'de değildir. Semâvâta, arda sığmayan Allah insan kalbine sığmışdır. Şeyh ortaya geçecek, şeyh Kabe vaziyetinde yani beytullah. Hakîkî beytullah insandır. Allah Kudüs'de, Kabe'de, orada değil, Allah her yere hâzır ve nâzır. Allah mekândan münezzeh olduğu hâlde, semâvâta, arda sığmayan Allah, insan kalbine sığdığını kendisi söylüyor. İşte şeyh ortada duracak, şeyh Kabe vaziyetinde şimdi. Esas Kabetullah yani Allah'ın beyti. Çünkü insan Allah'ın beyti, onun etrâfında dönülecek. Kabe'nin etrâfında nasıl hacılar tavâf ediyorsa, esas beytullah olan insanın, insan-ı kâmilin etrâfında tavâfın remzini göstereceğiz. Ve gene Kur`ân-ı Kerîm'de, "وَتَرَى الْمَلٰٓئِكَةَ حَٓافّ۪ينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ ve tera'l-melâikete hâffîne min havli'l-arş", melekler, Allah'ın arşının etrâfında tavâf ediyorlar, dervîşler, arş mâhiyetinde olan şeyhin etrâfında tavâf edecekler. Nihâyeti gene Allah'la bitecek ve Hû ile. Yani bütün mevcûdât gene yok olacak ve Hakk'a rücû edecek. "كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُۜ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ küllü şey'in hâlikün illâ vecheh lehü'l-hükmü ve ileyhi türce'ûn", Allah'a rücû'. Ve en nihâyet "Allah Allah Allah", "Hû Hû Hû" ile nihâyetlenecek. Çünkü bütün Esmâ-yı Husnâ'nın cemî'i Allah lafzındadır, Allah esmâsındadır. İsm-i zâtdır, ism-i celâldir. Üzerindeki bulunan harfleri hazf edersek, Allah Elif'i kaldır Lillah, Lam'ı kaldır Lehû, Lam'ı kaldır Hû kalır, nihâyeti gene ism-i zâta işâret eder. "Lâ mevcûde illâ Hû".
"Bu merâsim haftada bir mi yapılır" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bu merâsim, resmî olarak haftada bir yapılır. Ama âşıklar için bu merâsim için vakit saat yokdur. Meselâ ibâdet vakitleri vardır her dînde. Ama Allah'ı zikir için vakit yokdur. Onun gibi yani. Her yerde, her zaman, her vakit Allah deriz. Bunu da niye yapmışlar haftada bir yâhud bazı dergâhlarda haftada iki yapmışlar, vaz etmişler bunu, bunun da sebebi şu ki, halk işini ona göre ayarlasın, o akşam orada bulunsunlar diye. Bir nevi Hakk'ın aşk ateşine, cezbesine tutulanlar, bu devrân ile, bu zikr ile o ateşi teskîn ederler. Bir haftadan diğer haftaya kadar da aynı zikrin safâsıyla iş görürler. Elleri kârda, gönülleri Yâr'da.
"Ene'l-Hakk sözünü açıklar mısınız?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bu "Ene'l-Hakk" Hallâc'dan zuhûra gelen, veyâhud "Leyse fî cübbetî sivallah" Cüneyd-i Bağdâdî'den zuhûra gelen, "Sübhâne mâ a'zamu şânî", Bâyezid'den zuhûra gelen bu kelâmlar, bunların ağzından zâhir olduğu hâlde, kelâm onların değildir. Hakk onların ağzından konuşmuşdur.
Sekre düşmeyince olmaz. Sekir hâlidir o, nereye bakarsa Hakk'dan gayrını görmez. Bir makâmdır o. Yalnız Hakk'a âşk değil, aşk-ı mecâzîde de böyledir. Hakkıyla âşk-ı mecâzîye tutulan bir kimse, nereye baksa kendi sevgilisini görür, o zanneder.
Hazret-i Mevlânâ diyor ki bu husûsda, "Hallâc, ene'l-Hakk dedi, Hallâc'ı berdâr etdiler, asdılar. Benim söyleyeceğimi Hallâc işitseydi, Hallâc beni asardı" diyor. Söz Hallâc'ın değil. Ve "Hakk" kelimesi sıfatdır.
Bu söz nereden neş'et etmiş, nasıl olmuş, bazı veliyyullahın ahvâlinden arz edeyim. Hallâc'dan bu sözün neden zuhûr etdiğinin sebeb-i illeti var. Hallâc, mi'râc dersini okuturken, günlerde bir gün, demiş ki, "Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın Allah indinde makâmı gâyetle büyük olduğu hâlde, kendi mürüvveti pek kısa" demiş, "pek kıt" demiş. "Çünkü Cenâb-ı Hakk'la Hazret-i Peygamber mi'râcdaki mülâkatlarında, et-tahiyyâtü lillâhi ve's-salavâtü ve't-tayyibât, es-selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyy ve rahmetullahi ve berekâtuh, ey nebî, benim selâmım senin üzerine olsun, Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun, es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi's-sâlihîn kaydını koymayıp, es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdillah deseydi eğer, sâlihîn kaydını koymasaydı, cehennem diye bir şey kalmaz, orada maydanoz biterdi" demiş. "İbâdillah deseydi böyle olacakdı. Öyle yapmadı, ibâdillahi's-sâlihîn, sâlih kulların üzerine olsun dedi. Yani işi azaltdı, küçültdü". Böyle dedi. Ve o akşam, Cenâb-ı Peygamber'i rüyâda gördü ve dedi ki, "Benim hakkımda sen nasıl böyle konuşabiliyorsun! Sen bilmiyor musun ki peygamberlerin ve velîlerin, Hakk'da yok olanların ve Hakk ile bâkî olan evliyâullahın sözleri ve işleri kendilerinden değildir, Allah'dandır. Kendi irâdelerinde değildir, irâde-i külliyededir, Allah ne söyletirse, onu söylerler, ne iş yaptırırsa, onu yaparlar" dedi.
Kur`ân'da işâret var buna. Esteîzübillah. "وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ * اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ vemâ yantıku ani'l-hevâ in hüve vahyün illâ yûhâ". Ancak Allah'dan aldıkları vahiyle iş görürler. Enbiyâ da böyle, enbiyâya vâris olan evliyâ da böyle.
"Sen benim hakkımda nasıl böyle konuşabiliyorsun! Ben bu sözü kendim söylemedim. Hakk bana bunu böyle söyletdi. Ben de beşeriyyetin kurtulmasını ister idim ama Allah bana sâlihîn kaydını koydurdu" dedi. Öyle deyince, Hallâc Peygamber'in ayaklarına kapandı, "Amân Yâ Resûlallah, beni affet. Ben hatâ etmişim, bunu ben düşünemedim, ilmim benim buraya erişmedi, yetmedi. Beni affet" diye Peygamber'e yalvarınca, dedi ki, "Bunun cezâsını görmek mecbûriyyetindesin. Senden böyle bir kelime çıkacak, senin irâden olmadığı hâlde ve şerîat kılıcı senin kafanı koparacak" dedi ona. "Cezân senin bu" dedi.
Ve işte zaman geldi, kendi irâdesi olmayarak, "Ene'l-Hakk" sayhasını vurdu. Dediler ki Cüneyd-i Bağdâdî'ye, "Hallâc ene'l-Hakk diyor, ne dersin?". "Ene'l-bâtıl mı desin" dedi. "Ben hakkım diyor" dediler, "Ben bâtılım mı desin" dedi Cüneyd-i Bağdâdî. Çünkü Hallâc, "Enallah" demedi ki, "Ene'l-Hakk" dedi. Hakk sıfatdır. Hattâ islâmî kâidelerde meselâ cennet hakdır, cehennem hakdır, suâl hakdır, sırât hakdır, diye böyle konuşulur ve talîm yapılır. Bunun farkına varamadı kâdılar ve Hallâc'ı ne yapdılar, bu yapdığı itâle-i lisândan dolayı îdâma mahkûma etdiler. Ve Hallâc'a "Ene'l-Hakk" dediren, Hallâc'ın kellesini kopartdı. Kendi şikâyetçi değildi Hallâc'ın bu işden dolayı. Hattâ îdâma götürüldüğü vakitde yüzünün sarardığını görmesinler diye elini kanatıp yüzüne sürdü. Yani renginin kaçmadığını görsünler diye, o vaziyetde yani. Ve, "Beni öldürünüz, hayâtım benim memâtımdadır" diyordu. Ve koşarak gitdi. İşte bütün âşıkâna, yani Allah'ı sevenler için, Hallâc'ın savrulan külleri, onlara isâbet etdi, hepsi Hakk'a âşık oldular.
Şöyle bir hikâye var. Belki bu onların hoşlarına gidecek yâhud vakitlerini öldüreceğim, anlatmadan geçemeyeceğim. Bir kıssa var, hikâye.
Adamın birisi Hallâc'ın ismini işitdi. Bu adamın ârif-i billah olduğunu ve Hakk'a âşık bulunduğunu ve ene'l-Hakk davâsına bulunduğunu ve irşâd için uzak bir diyardan geldi. Sordu, "Hazret-i Şeyh'i nerede görebilirim?". Dediler, "Hapishânede o" dediler. Adam taaccüb etdi, hem ârif-i billah bir kimse, hem de hapishânede, bu nasıl olur filan diye. Fakat taaccüb edecek bir nesne değildi, Allah ile meşgûl olanlar, Hakk kurbiyyetine bulunanların mutlakâ insanlar tarafından bir cezâ görmesi lâzımdı. Ve geldi hapishânde buldu kendisini. Elleri zincirde oturuyordu, ellerinde zincir vardı. Yanına sokuldu geldi, kendisine niyâz etdi. Dedi, "Vallahi ben bir kaç müşkilim var idi benim, onları halletmek için uzak yerlerden geldim buraya ama böyle vakitsiz, zamansız buldum sizi bu hâlde" dedi. Dedi ki, "Sen bakma benim hâlime, anlat nedir senin müşkillerin. Mâdem buraya geldin, sorulan bir şeye cevâb vermemek, istenen bir şeyi reddetmek mürüvvet değildir" dedi. Dedi ki, "Ben mürüvvet nedir, sabır nedir ve kanâat nedir, bunları okudum kitâblarda ama bunların tatbîkâtına geçmedim yani ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn bilmiyorum, ilme'l-yakîn biliyorum. Bunları bana ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakîn bildirmeni ricâ ediyorum". "Bak" dedi, şöyle yapdı elini, böyle yapdı ve bukağılar elinden sıyrıldı kendisinin. Ve elini de şöyle yapdı duvara, duvardan bir yar açıldı kendisine. Dedi ki, "Ben buradan çıkabilirim dışarıya fakat kadere ve verilen hükm-i kazâya boyun verdim, sabrediyorum. Sana sabrı göstereyim, kâdir olduğum hâlde gitmiyorum" dedi. "Bu musîbete sabırdır" dedi, "bir de ibâdete sabır vardır" dedi. Ama ben sana musîbete sabrı göstereyim şimdi, gözünle gör" dedi. Sonra kanaât nedir? Ona ihvânı, mürîdânı, yiyecek içecek getirmişlerdi, onları hapishânede bulunan garîblere veriyor, kendisi kuru ekmeği suya batırıp, onu yiyordu. "İşte kanâat da budur" dedi. Peki mürüvvet? "Yarın gel, sana yarın öğreteyim mürüvveti" dedi. O adam ricâ etdi, "Lütfen bugün öğretin bana bunu". "Yok" dedi, "buna imkân yok bugün için, yarın gel, yarın öğreneceksin". Adam ısrâr etdi, ısrârında muvaffak olamayınca çekildi gitdi. Ve ertesi gün geldiği vakitde bakdı ki Hallâc'ı asmışlar, darağacında sallanıyor kendisi. Üzüldü adam, "Tüh! Keşke Şeyh'e ben dün ısrâr etseydim, sıkıştırsaydım, bana bu mürüvveti öğretseydi. Mürüvveti öğrenmeden gidiyorum buradan" diye üzüldü ve oradan ayrıldı gitdi. Ve o akşam bir rüyâ gördü. Rüyâsında kıyâmet kopmuş, Hallâc'ı îdâma mahkûm eden kâdıyı Allah cehenneme atılması için emir verdi. Dedi ki, "Bu kâdı, benim âşıkım olan Hallâc'ı îdâma mahkûm etdi, bunu nâra götürün" dedi Allahu Teâlâ. Fakat Hallâc ortaya çıkdı, dedi ki, "Yâ Rabbi, benim kâtilim olan, benim katlime sebeb olan, şehâdetime sebeb olan bu zâtı cehenneme atarsan ben senin cennetine girmem". Evet, öyle dedi. Öyle deyince Hallâc elinden tutdu kâdıyı ve cehennemim kenarından aldı, cennete götürdü. Evvelâ kâdıyı cennete sokdu, sonra geri döndü, "Mürüvvet buna derler" dedi. Yani kendisini îdâm etdiren kâdıdan davâcı değil.
Çünkü âşıklar için ölüm bâbında vuslat-ı cemâl vardır. Onun için meselâ Hazret-i Mevlânâ, ölüm gecesi için güvey gecesi diyor, gelin gecesi diyor, şeb-i arûs diyor, gelin gecesi diyor. Çünkü vücûd bir perde oluyor Hakk ile kendi arasında, perde ref' olunca, ikilik birliğe kalb oluyor. Yani ölmeden evvelki tatdığı tevhîdi, vahdeti, ölüm ânıyla berâber fiiliyâta giriyor o iş. Öyle oluyor.
"Allah niçin biri bölüp çoğaltdı?" diye sorulunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Kendi bilinsin diye. Kesretden vahdete dönüp o zevki duysunlar diye. Hep birden çoğalmıyor mu? Bir buğdayın içerisinde yüz bin okka buğday var. Bir cevizin içerisinde bilmem kaç milyon ceviz var. Bir milyonu kesretden kinâye söylüyoruz. Hep vahdetden kesrete ve kesretden vahdete dönülür. öyle koymuş kâideyi. Eğer bir gün karşı karşıya gelirsek sorarız, "Niçin böyle yapdın?" diye
"Tasavvuf erbâbına göre islâmiyetin diğer dinlerle münâsebeti nedir?" diye sorulunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Yedinci mertebeye çıkarsa, artık yetmiş iki milleti bir görür o zâten. "Lâ ilâhe illallah", "lâ maksûde illallah", "lâ mevcûde illallah"a gider. "Lâ mevcûde illallah"a gidince renk kalmaz artık, senlik benlik kalmaz. Yetmiş iki milleti bir görür. Çünkü gene düşünecek olursak ilmî böyle, müslümanlıkda hıristiyanlık vardır, müslümanlıkda mûsevîlik vardır, "لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ lâ nüferriku beyne ehadin min rusulih", hiç bir resûlü îmânda tefrîk etmeyiz, hepsine inanırız. Ve aynı zamanda gene bizden evvel geçen peygamberlere nâzil olan kitâbları tasdîk ederiz, İncil'i, Tevrat'ı, Zebur'u, suhufları. Bunu tasdîk etmezse zâten müslüman olmaz, mü'min olmaz. Îmânda bütün peygamberlere îmân fakat peygamberlerin efdalleri vardır. Hazret-i Allah, Mûsâ'yı kelîm olarak ilân etmiş, Hazret-i İbrâhim'i halîl olarak ilân etmişdir. Dereceâtı vardır ama îmânda hepsine îmân etmekle bir müslüman mükellefdir.
Peki bu hıristiyanlığı, müslümanlığı filan sordu bana, mûsevîliği filan, dînleri. Dînsiz olan Allah'ı inkâr edenler de var, onlar da vahdetin içindeler. Onlar da neye benzer. Bir ağaç, kurumuş dallarına benzer onlar. Aynı ağacın dallarıdır fakat kurumuşdur onlar. Kuruyan dalı da ne yaparız, keseriz yakarız sonra onu.
Birisi, "Sizin kendinize âid ibâdetiniz var mı?" diye sorunca Efendi Hazretleri "var tabii" buyurdular. "Biraz açıklayabilir misiniz?" diye sorunca, tercüman soruyu tercüme etmeğe gerek duymadan, "Bu akşam göreceksiniz inşallah" diye cevap verince, o zât, "Tek ibâdet şekliniz bu mu?" diye sordu. Bunun üzerine tercüman Efendi Hazretlerine dönerek, "Şimdi anladım, ibâdetiniz var mı dediği, gâliba sormak istediği siz namaz niyâz ediyor musunuz" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Tabii, tabii. Kulluk vazîfemiz o bizim. Çünkü kulun birinci vazîfesi, Allah'ın verdiği bunca nimetlere teşekkür etmesidir ve ibâdetdir. İbâdetde de Hakk'la başbaşa kalırız Rabbimizle biz. Kulun en büyük şerefi, abdiyyetin en büyük şerefi, Allah'a ibâdetdir. Uçan kuşlar, denizdeki balıklar, rüzgar, ay, güneş her şey Allah'ı zikrediyor, ibâdet yapıyor da insanoğlu bunların hepsine hâkim olarak Allah tarafından gönderilmiş, halîfetullah, Rabbine ibâdet etmesin mi. Elbet edecek ibâdet. Kula yakışan, Allah'a ibâdet etmek ve ibâdet esnâsında Hakk ile başbaşa kalmakdır ki Allah'la kulun birleştiren secdedir, Allah'a ibâdetdir. İbâdet etmeyen bir kimse, sıkıntı içindedir. Maddî durumu ne kadar a'lâ olursa olsun gene sıkıntı içindedir. Rûh Hakk'dan uzak kaldığı için sıkılır. Hattâ dikkat edersek, kimisi kağıt oynar, kimisi top oynar, kimi nedir o bilardo oynar filan, sorarsın, "Niye bunu yapıyorsun?" diye, "Vakit geçiriyorum" der. Halbuki akıllı bir adamın vaktin geçmesini istememesi lâzım gelir. Vakti niye geçiriyor? Çünkü Hakk'a mülâkatı istiyor, geldiği vatan-ı aslîsine dönmek istiyor. Ama o farkında değildir. Rûh istiyor vatan-ı aslîyi. Onun için sıkılıyor. İbâdet etdiği vakitde, Hakk'la mülâkât yapar. Yapınca saâdete kavuşur. Başka bir enerji bulur, kuvvet bulur, ibâdetde yeni bir hayâta atılır. Dinlenme gelir yani yorgunluk arasında dinlenip tekrar çalışma gibidir.
"Bu bahsetdiğiniz islâmiyete müslümanların ne kadarı inanıyor?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
E tabii ilmi olmayan, bu sırra vâkıf olmayanlar müstesnâdır. Bu işi bilenler, hepsi inanırlar, bilirler. Yani bir adam müslüman olmakla hemen ağyârını mâni efrâdını câmi her şeyi anlamış manâsına değildir.
Aynı kişi, "Siz onları müslüman olarak kabûl ediyorsunuz ama onlar sizi kabûl etmiyor" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Ben onları kabûl ediyorum, onlar beni ister kabûl etsin, ister kabûl etmesin. Peygamber'in vazîfesi, estağfirullah biz peygamber değiliz, Peygamber'in vazîfesi teblîğdir, zorla bir şeyi yapdırmak değildir. Teblîğ eder. İnanırsa ne a'lâ, inanmazsa ne a'lâ. Allah da Kur`ân'da öyle söylemişdir. "İsteyen kâfir olsun, isteyen mü'min olsun" demişdir. Bütün kâinât kâfir olsa, Allah'a bir zarar eriştiremezler. Bütün kâinât hepsi mü'min olsa, Allah'a bir faydaları olmaz. Her yapan, kendisi içindir yapdığı.
"Bunun herkese açık olduğunu söylüyorsunuz. Bunun fakîri var, zengini var, orta hallisi var. Bunların kaçda kaçı, yani zenginler için mi, fakîrler için mi, tahsilliler için mi, tahsilsizler için mi?" diye sorulunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Fakîrinden de inananlar, zengininden de inananlar var. Fakîrinden de inkâr edenler var, zengininden de inkâr edenler var. Okuyanlardan da inananlar var, okuyanlardan inanmayanlar var. Meselâ şöyle bir şey söyleyeylim. Yani istatistik gibi böyle yapacağız bu işi, başka türlü olmaz. Her sene hac mevsiminde dünyânın yedi iklîm dört köşesinden üç buçuk dört milyon insan geliyor oraya. Bunun içinde fakîri var, zengini var, yayan yürüyerek gelenleri var. Demek ki inananlar çok kalabalık demek ki. Allah cenneti halk etdi, oraya ehil var. Allah cehennemi halk etdi, oraya da ehil var. Her hükûmetin bir kânunu, bir hapishânesi, bir hürriyet meydanı vardır. Allah'ın hükûmeti de böyledir, hükûmet-i rabbâniyye. Bir kitâbı vardır ve bir hapishânesi vardır, bir de sarayı vardır. Oranın da ehli vardır yani. Onun için okuyandan da okumayandan da vardır. âlim olur adam, inanmayabilir. Nasîbi yokdur. Allah zenginliği herkese verebilir. Sevdiğine de sevmediğine de. Fakat sevdiğine îmânı nasîb eder. Yalnız inananlar çok bugün. Bugün materyalist memleketlerde bile hıristiyanlar var, gizli gizli kiliselerine gidiyorlar, canları pahasına. Meselâ geçenlerde, bundan bir kaç sene evvel, Arnavudluk'da bir hıristiyan çocuğunu vaftiz yapdırdı diye öldürdüler, katletdiler yani. Ama gene yapdırıyorlar. Rusya'da müslümanlar canı pahasına kolhozlardan kurban çalıp kesiyorlar, koyun çalıp kesiyorlar.
"Kaygusuz Abdal, Yûnus Emre, Nesîmî ve sâir şâirlerin şiirlerini kullanıyor musunuz?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Tabii tabii. Hele Yûnus. Ekseri Yûnus'dan okuyoruz. Kaygulu Abdal, Kaygusuz Abdal, Yûnus Emre, Nesîmî, Fuzûlî, Sezâyî, Kuddûsî, Eşrefoğlu Rûmî, bütün islâm sôfîlerinin nutuklarını, hepsini meydanda okuruz. Çünkü aynı meşrebdir. Yol hepsi birdir, aynı yere çıkar. Allah'a giden yoldur.
Az evvel de konuşduk ya, Hallâc-ı Mansûr'u gayr-ı müslimler asmadılar, müslümanlar asdılar. Hani seni seven var mı kabûl eder mi etmez mi diye sordu bana da, aklıma geldi şimdi. Kabûl eden de olur, etmeyen de olur.
"Müslümanların ve sôfîlerin hıristiyanlar gibi kitâb ehli olanlara karşı tavrı ile, hinduizm, budizm, konfüçyenizm, taoizm gibi diğer dînlere mensûb olanlara karşı tavrı farklı mıdır?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bize uyan kısımlarınızı alırız biz, hiç yabancı değil. Hakkı nerede görürsek, o bizim malımızdır. Yani bir krişne ya bir budist doğru bir şey söyledi, "A o budistdir, onun sözünü ben kabûl etmem" demeyiz, doğruysa tamam. "Sen bunu indî söylüyorsun" diye bana söylerse, onun cevâbı da var onun mukâbilinde. Medîne-i Münevvere'ye müşrikler geldiler, putperestler, müslümanları katledeceklerdi, Peygamber topladı ashâbını, dedi, "Ne yapalım bunlara karşı, nasıl mücâdele yapalım? Herkes fikrini söylesin". Bu da Peygamber bilmiyor manâsına değil. Halkın fikrine verdiği hürmet, onu gösteriyor, telkîn ediyor. Çünkü Peygamber bir muallimdir, talîm ediyor. Kimisi dedi, "Biz şöyle yapalım, böyle yapalım", vaktiyle budist olan, ateşperest olan Selmân-ı Fârisî ki onlar budistdiler, ateşperestdiler, dedi, "Yâ Resûlallah, biz düşman böyle geldiği vakitde, hendek kazarız ve hendekle düşmanla çekişiriz". Derhal Peygamber, "Evet" dedi. "Vay bunu ateşperestler yapıyor diye biz yapmayız" demedi Peygamber. Yani misâli bu.
Bazı hayvanların yapdığı efâlden, işlerden dolayı onlardan istifâde ediyoruz da insandan niye istifâde etmeyelim yani. Çünkü bir defa evveliemirde ister budist, ister hıristiyan, ister yahudi, ister krişne bilmem ne, ne olursa olsun, insan değil mi. Allah insana kıymet veriyor. Kur`ân'ın baş tarafında da birinci âyet, "el-hamdü lillahi rabbi'l-âlemîn", "el-hamdü lillahi rabbi'l-müslimîn" değil. Bütün mahlûkâtın zâtı mukaddes, sıfatları çirkindir. Zât kudsî, sıfat çirkindir. Bir salkım üzümün tâneleri gibiyiz. Olmamışları daha islâmlaşmamışlarıdır. Onlar daha korukdur yani. Çürümüşleri de gene bir tarafa atalım. İçindeki kuvvet bir, aynı kuvvet, başka bir şey yok. "Lâ mevcûde illâ Hû".
İnsana kıymet vermek lâzımdır. Zâten garblıların en büyük muvaffakiyyeti insana kıymet vermelerindendir. İnsana ve insan fikrine kıymet vermeleridir. Bundan muvaffak olmuşlardır ki Allah da bize böyle emretmişdir Kur`ân'da.