Okuduğum âyet-i celîle bizi irşâd buyuruyor. Ve deryâdan bir katre, şemsden bir serre olmak üzere, bazı ma'nâlar vereceğiz, söyleyeceğiz ma'nâlarını. Yani ma'nâsını söylemekle âyetin tefsîrini yapmış değilim yani hakkıyla yapmış değilim. Çünkü Kur`ân-ı Kerîm yedi harf üzerine nâzil olmuş, buna vâris olan Allah'ın velîleri, onun yetmiş ma'nâsına, yedi yüz ma'nâsına, yedi bin ma'nâsına, yedi milyon ma'nâsına sâhib olmuşlardır. Fakat beşere verilen, umûmî nâsa verilen ma'nâ, yedi ma'nâdır. Bu yedi ma'nânın içerisinde, herkes nasîbi olduğu kadar kadar alır. Zâhirî, bâtınî, enfüsî, âfâkî ma'nâları vardır. Sır ma'nâları vardır. Sırrü's-sırr ma'nâları vardır. Bu herkesin isti'dâdına göredir, îmânının nûruna göredir.
Allah Celle Hazretleri, bazen kullara sözsüz, sessiz, sadâsız, cihetsiz söyler, konuşur. Bazı ümmîler annelerinden doğdukları gibidir fakat Allah mektebinde okumuşlardır. Allah onlara birçok bilmediklerini öğretir. İşin başı takvâdadır. Onun için Cenâb-ı Hakk Kur`ân-ı Kerîm'inde "وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُۜ vettakullah ve yu'allimükümüllah" buyurmuşdur, "Benden korkun, ben size öğreteyim" demişdir. Okuduğun âyât u beyyinât ve işittiğin söz ile ne kadar çok âmil olup ihlâs ile yaparsan Allah ile o kadar sohbet edersin.
Hattâ bir adam Kur`ân-ı Kerîm'i okusa da gelse dese ki, "Ben Allah ile konuşdum" diye yemîn etse, yemîninde yalancı değildir. Hakk'la konuşmuşdur.
Ey îmân edenler!". Cenâb-ı Hakk diyor ki şimdi, "Ey îmân edenler!". Îmân neye? Kâfirin küfrüne îmânı vardır. Burda îmândan murâd peygamberler serveri Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ki, Allah'ın mahbûbudur yani Allah'ın sevgilisidir ve bizim sevgilimizdir, Allah'ın sevgililerinin sevgilisidir ve Hakk'ın rahmetinin halk nazarında zuhûrudur yani tecessümüdür, Fahr-i risâlet sallallahu aleyhi ve sellem. İşte bu nebiy-yi zîşânın Hakk tarafından inanmaya dâir getirmiş olduğu maddelere îmân denir. Bu îmâna müteallik olan Peygamber'in teblîğ etdiği, sallallahu aleyhi vesellemin teblîğ etdiği îmân maddelerini lisân ile ikrâr edip, kalb ile tasdîk eyleyen yani lisân ile söyleyip, kalb ile inanırsa, o adam mü'mindir. İşte Allahu Teâlâ Hazretlerinin, "يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا yâ eyyühellezîne âmenû" hitâbına hak kazanmışdır. Mü'min bu. Yoksa kâfirin küfrüne, zâlimin zulmüne, hâinin hıyânetine, dinsizin dinsizliğine îmânı vardır. Bu îmân ma'nâsına değildir. O hakîkat güneşi, fahr-i risâlet, sâhibü'l-mucizât, sâhibü'l-mirâc ve sâhibü'l-Kur`ân olan Peygamberimiz, sallallahu aleyhi vesellem, Allah tarafından ne getirdiyse, îmâna müteallik, inanmaya dâir, bunlara îmân etmek, lisân ile ikrâr, kalb ile tasdîk, bir de efâl ile göstermekdir. Lisânla ikrâr eder, kalbinle inanmazsan münâfıksın. Lisânla söyledin, kalbinle tasdîk etdin, fiille göstermedin yani fiille yapmadın, o vakit fâsıksın.
Kâmil olan insanoğlu, Allah'dan geleni lisân ile ikrâr, kalb ile tasdîk ve efâliyle Hakk Teâlâ'ya kulluk eder. Çünkü sana yakın bir zamanda sorulacakdır, "işitdiğin ilimle ne amel etdin?" diye. Dünyâya cübbe yıkamaya gelmedin ya. Hep dünyâ metâını toplamaya gelemdin ya. Hep onları cem etmeye gelmedin ya. Hep o topladıklarını saymaya gelmedin ya. Toplarsın, sayarsın, yiyemezsin. Onun için buraya ba's olunmadın. Av vurmaya gelmedin buraya. Kağıt oynamaya gelmedin. Burada insanlığını bilmek, Allah'ı kendinde bulmak üzere geldin. Sen nâib-i ilâhî olduğunu, halîfetullah olduğunu bilmek için gönderildin. Sana esmâ talîm olundu, müsemmâ tarîf olundu, zât tarîf olundu. Sana zâtı tarîf eyleyen fahr-i âlem Muhammed Mustafâ'dır. Esmâyı talîm eyleyen Âdem aleyhisselâm. Çünkü birisi esmâya âlim, birisi zâta âlimdir. Senin vazîfen Hakk'ı bilmek, bulmak, Hakk'da olmak için gönderildin buraya. Senin vazîfen kulluk yapmak. Ve buna mukâbil de Allah sana bol bol hava ihsân u inâyet buyurdu. Sonra bol bol su verdi. Sonra senin yiyecek ve içeceğini sana ikrâm eyledi. Güneş doğurdu, güneşi halk eyledi, güneşin harâretiyle su tebahhur etdi, yağmur oldu, kürre-i arda düşdü, kürre-i arddan sana hubûbât verdi. Bütün mahlûkât-ı ilâhiyyeden helâl olanları kesip yemen sana mubah kılındı. "وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ ve zellelnâhâ lehüm fe minhâ rakûbuhum ve minhâ ye'külûn". Biz size mahlûkât-ı ilâhiyyeyi zelîl kıldık, İstediğinizi tutar keser, istediğinizin üzerine binersiniz, istediğinizi istediğiniz işde kullanırsınız. Bu hakkı sana kim verdi acaba?
Söyledim ya sana geçen hafta, Bayezid'le bir kelb sohbet etdilerdi. Kelb dedi ki, "Ey sôfî! Bana köpek elbisesi giydirildi, köpek kürkü, sana insan kürkü giydirildi. Aramızdaki fark bu. Kan bende de var, can bende de var. Göz bende de var, sende de var. Dostumu, düşmanımı, şehvetimi, aşkımı ben de bilirim, sen de bilirsin. Ama farkımız, bana köpek elbisesi giydirildi. Bende de bir can var. Sana da insan elbisesi giydirildi".
Biliyorsun ya, bu mükevvenâta hükmetmen, semâlara çıkman, semâları deşmen, aya ayak basman, kürre-i ardı kazarak madenlere el sokman, bütün mahlûkâtı ilâhiyyeden istediğini kesip yemen, istediğinin üzerine binmen, istediğini arabaya koşman, bu hakkı sana kim verdi? İnsan hakları olduğu gibi hayvan hakları da var. Şu şartla verildi sana. Çünkü dedi ki, ilân etdi. Kim? Seni bir katre menîden halk eyleyen. Hani sen bir zaman, ben bir zaman menî idik. Babamızın eline ve kilotuna bulaşdığı vakit bizi yıkıyaıp atıyordu. Sonra seni bu hâle getirdi, kan ile can verdi, bir torba kemiğin içine, "ve nefahnâ min rûhî", rûhundan nefh eyleyip seni hayy etdi, diriltdi. Sonra seni besledi. Göz verdi gösterdi. Kulak verdi dinletdi, işitdirdi. Dil verdi konuşdurdu. Ayak verdi yürütdü. El verdi tutdurdu. Güzel ama ya aklını vermeseydi? Tımarhâneye götürürlerdi. Tımarhânedeki insanları görmüyor musun? Onların da canı, kanı, gözü, filan var ama akıl hastası olduğu için onları ayrı yere ayırdılar. Senin üzerinde bir de nimet var, yani akıl var. Kuvvet ve kudrete mâliksin.
Sonra aklım var diyorsun, Hakk'ın sana vermiş olduğu bu nimetleri düşünmeyerek ve ne olacağını bilmeyerek, haşr-ı ecsâdı inkâr ediyorsun. Diyorsun ki, "Bu toprak olan kemikler nasıl dirilir acabâ?". Seni modelsiz dirilden Allah, yaradan Allah, modelden sonra tekrar yaratması ona güç mü gelecek yani? Seni halk etmeden evvel, senin ne modelin vardı, ne şeklin vardı. Allah seni bir "kün" emriyle halk eyledi. Şimdi seni yaratdı, sonra öldürdü, sonra diriltecek. Şimdi bu zor mu gelir, ikinci diriltmek Allah'a zor mu yani? İlk dirilten sonra da diriltir. Allah'a apâşikâr hasım mı oldun yani? Malı-mülkü verdiği vakitde hoşuna gidiyor, şükr edeceğin yerde küfrün artıyor. Elinden malı aldığı vakitde, "Ben müslümanım, Allah'ın bunu bana yapması doğru mu?" diye Allah'a ihânet suçunu yüklemeye çalışıyorsun.
Ne hakkın var hayvanları kesmeye? İnsan olduğun için Allah dedi ki, "Ey insanoğlu! Bu mükevvenâtı senin için halk etdim, seni kendim için halk etdim. Bana seni halk etmekliğim sevdirildi. Kendi isteğimle seni halk eyledim. Muhabbetimden yaratdım seni. Muhabbetin zübdesi olarak da Muhammed Mustafâ'yı ortaya koydum". Sallallahu aleyhi vesellem. Ne kadar kutlu insanlarız ki, işte o Allah'ın mahbûbu olan Muhammed Mustafâ'nın ümmeti oluyoruz, sevgilisi oluyoruz. Allah, sevdiğinin sevdiklerini sever.
Bir daha söyleyelim sözü, pek kavrayamadık gâlibâ. İnsan sevdiğinin sevdiğini sever. İnsan sevmediğinin sevdiğini sevmez. Dostluk üç türlüdür. Bilirsiniz değil mi? Üç türlü dostluk var. Birisi, ben seni severim, senin sevdiğini de severim, senin sevmediğini sevmem. Bu dostluğun tam kemâlidir. Ben seni severim, senin sevdiğini sevmezsem, dostlukda noksanlık vardır. Senin sevmediğini seversem, daha felâket olur o. Düşmanlık da üç çeşitdir, üç nevidir. Ben seni sevmem, senin sevdiğini de sevmem, seni sevmeyeni severim.
Şimdi, Allahu Teâlâ'nın sevgilisi Muhammed aleyhissalâtü vesselâm. O'nun da sevgilisi bizleriz, Cenâb-ı fahr-i risâlet'in. O kadar merhametli ki fahr-i risâlet, gece gündüz, sallallahu aleyhi vesellem, istikbâli gördüğü için, ümmetinin başına gelecek olan felâketleri Cenâb-ı Allah bildirdi habîbine, bir kere Peygamber kahkaha atmamışdır. Pek hoşuna gitdiği vakitde, tebessüm buyururlar, dördüncü dişleri görünürdü, o kadar. Tebessüm buyururlardı, sallallahu aleyhi vesellem. Hattâ diyor ki hadîs-i şerîfde, "Ümmetimin başına bir zaman gelir ki, ümmetim bir makbere önünden geçerken, 'Âh keşke şurda yatan ben olsaydım' diye kabirde yatanlara imrenecekler diyor. Öyle zamanlar gelip geçecek ümmet-i Muhammed üzerine. Geldi mi geçdi mi bilmiyorum, senin izân ve irfânına terk ediyorum. Sen karınca kaptan gibi olma. Yalnız kendi muhitini görme, bütün kâinâtı göz önüne getir. Şu andaki yaşayan milletlerin ahvâl ü harekâtını. Bir tarafda milyonlarca lirayla eğlenmek isteyenleri, milyarlarca lirayla eğlenmek isteyenleri görüyorsun, aynı zamanda bir tarafda açlıkdan ölenleri görüyorsun. Binlerce insan. Eğlenmek isteyenler Hakk'ı bilmeyenler, bulmayanlardır. Hakk'ı bilen, bulan, safâya erer, eğlenceye ihtiyaç kalmaz. Allahsız gönüller eğlenmek isterler. Allahsız gönül eğlenmek ister, eğlenir eğlenir, bir gün gelir eğlenceden de zevk almaz ve nihâyetinde intihar eder. Kim dînlenirse o dinlenir. Yani bu ne demek? Kim dîn sâhibi olursa o dinlenir. "Efendim, ben nice müslüman biliyorum ki bunlar dînli". Hayır! Onlar dînli değildir. Daha henüz îmân onların kalblerine girmemişdir. Bir kimse ki dînlidir, o adam dinlenir, safâdadır o kişi. Îmânını kemâle erdirmeye, îmânının nûrunu çoğaltmaya gayret et. Îmânının nûru ziyâde olsun. O da secdeyle olur.
Allah'a de ki, "Yâ Rabbi, bir katre sudan halk etdin beni, sana karşı böbürlenmek, varlık göstermek benim ne haddime. Sana muhabbet etmek bile benim için biraz acîb olacak. Sen beni kapından kovma, kulluğundan kovma, beni kapından çevirme" de Cenâb-ı Hakk'a. Öyle iste de sonra Hakk sana çok büyük muhabbetler etsin. Muhabbet eder, bir katreyi ummâna dâhil eder Allah. Bir ummân farz eyle, deniz, nâ-mütenâhî, ucu bucağı yok, insanoğlu o denizin bir katresidir. O katreyi ummânda yok eder. Yani Hakk'la beraber olursun. O semâvâta sığmayan Allah, senin kalbine sığar, tecellî eder oraya. Çünkü öyle söylüyor, "Beni semâvât ve ard istiâb edemedi, ammâ ben mü'minin kalbindeyim" diyor Cenâb-ı Allah. Sana senden yakın. Onu bulursun kendinde. Allah'ı bulursun kendinde.
Ne hakkın var hayvanları kesmeye? Demek ki sana müsahhar kılmış, semâvâtı, ardı, denizleri, madenleri. Çalışacaksın, yapacaksın, edeceksinm ama seni buraya halk eden Hakk Teâlâ'ya da vazîfeni unutmayacaksın.
İnsanların üç vazîfesi var. İyi dinle şimdi, kulağını benden yana ver, sana komprime olarak veriyorum. Bir, insanın Allah'a yönelmiş vaziyeti, Allah'a karşı vazîfeleri, bir, cemiyete olan vazîfeleri, bir de nefsine, şahsına olan vazîfeleri, evlâd u ayâline ve şahsına olan vazîfeleri var. Mümin-i kâmil olanlar, hem Allah'a vazîfelerini, hem cemiyete vazîfelerini hem de efrâd-ı âilesine ve nefsine olan vazîfelerini yerine getirir. Alâ kaderi'l-imkân. Bir karıncaya göre bir kova su, bir deryâdır. Bir deveye göre bir kova su, bir bardak sudur yani bir fincan sudur. İstiâbına göre. Allah'a ibâdet eyledin, kullara fâiden olmadı, beşeriyyete...
Kuldan murâdımız zannetme yalnız insanoğlulları! Bütün mahlûkât-ı ilâhiyye tav'an ve kerhan Allah'ın kullarıdır. Cemâdât bile öyle. Taşların sen sadâsını işitdin mi? Onların zikirleri vardır. Onlar insanla konuşur, taşlar. Ama kulağın sağır olmazsa işidirsin sözünü.
Hayder-i Kerrâr Şâh-ı Merdân Cenâb-ı İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh ve radıyallahu anh Efendimiz Hazretleri, "Ben, Fahr-i risâlet'le Medîne'nin hâricine çıkdığımız vakitde...". Bazı karyeleri ziyâret gitdi Peygamber'le beraber, sallallahu aleyhi vesellem. "Yemîn ederim ki taşlar Resûlullah'a selâm veriyordu". "Esselâmu aleyke yâ nebiyyallah" diye taşlar Peygamber'e selâm verirdi.
Konuşur taşlar. Hele de zamanımızda küfür kapısı kapanmışdır. Taşlar konuşur, cemâdât konuşur da insanın el izinden filan söyler, "Ben filancaya âidim" der iz. O taş söyler öyle, yakalarlar adamı sonra. Biliyor musun sen onu? Sen onu anlayamazsın. Eğer kulağında pamuğun olmasa, biraz fazlaca işitse kulağın, sana mahdûd bir işitme vermişler, ondan fazlasını işidemezsin sen. Birisi dışardan bağırsa şimdi burada duyamazsın. Ama bazı kulakları açık olanlar vardır, şarkdan sesleneni garbdaki duyar, garbdan sesleneni de şarkdaki duyar. Garbdaki kör, şarkdakini görür. Yani batıdaki kör, doğudakini görür. Haberin var mı ondan? İşte Hazret-i Ömer ibn Hattâb, üç aylık yoldan bağırıyordu, "Yâ Sâriye! El-cebel!" diye. Ordularına hükmediyordu, üç aylık yoldan. İşittiriyordu yani. Demek ki Sâriye'nin kulağı iyi işidiyormuş. Ömer'in de sesi fazlaymış gâliba, duyuruyordu. Acaba anlatabildik mi?
Öyle bildiğin gibi değil hâdisât. Sen çerçeveli görüyorsun, çerçeveli işidiyorsun, ondan gayrısını inkâra yelteniyorsun. Yani gözlerini böyle kapamışsın, diyorsun ki, "Güneş yok, gündüz yok" diyorsun. Aç gözünü, aç parmaklarını, aç gözünün kapağını, göreceksin sonra. O da Allah'la olur ha! Allah'sız olmaz.