İnsan ve İrfan - TV Sohbeti - 1980

29 Kasım 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Zikrullah
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri ile Amerika'da yapılan bir televizyon mülâkâtında, programın sunucusu açılış konuşmasını yapdıkdan sonra, "Tasavvuf nedir ve bir kimse sôfîyi nasıl nasıl tanır?" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Tasavvuf, Allah ile kul arasındaki münâsebetlerin genişlemesidir. Zîrâ Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, insanlara pek yakın olduğu halde, insanlar bu yakınlığı fark edemezler. Tasavvuf insana bu yakınlığı bildirir ve Allah'la münâsebeti genişletir ve Allah'a muhabbet ziyâdeleşir. 
Tasavvufa bir çok ma'nâlar vermişler. Bir ma'nâ da, kalbi tasfiye etmek, Hakk'dan başkasının sevgisini kalbe yerleşdirmemekdir. 
Sôfîyi tanımak için de, sôfîde bu evsaf görülürse, bu vasıflar ve insan onunla konuşduğu vakitde, onu Allah'a götürür ve Allah'ı ona sevdirirse ve ona hak yolları, nûrlu yolları gösterirse, bilmiş olsun ki o adam, hak yolu gösteren müncîdir, göstericidir yani mürşiddir. Maddeden soyunmuş, Hakk ile Hakk olmuş, bir sevgiye, bir aşka mübtelâ olur sôfî olan kimse. İnsan susuz, havasız, yemeden-içmeden yaşayamadığı gibi, o da Allah'sız yaşayamaz. 

Sunucu, "İnsan günahkar mı doğar?" diye sorunca, Efendi Hazretleri şöyle buyurdular :

Ete-kana bürünen insan, mutlakâ sâhib-i nisyân ve isyândır. Fakat insanlardan hatâ Allah'dan atâdır, insandan günah, Allah'dan mağfiretdir. Bu hükmü verdiğimiz vakitde, umûmî bir hükümdür bu. Allah'ın bazı seçdiği kullar vardır ki, onlar günahdan âzâdedir. Çünkü onların yemesi, içmesi, oturması, kalkması, konuşması, söylemesi, Hakk'la beraberdir. Bunlar seçilmiş kullardır. "İnnallahe'stafâ âdeme ve nûhan ve ibrâhîme ve mûsâ ve îse'bni meryem", yani bu şekilde, Hazret-i Âdem aleyhisselâm, Nûh ve Îsâ ve Mûsâ, bunlar Allah tarafından seçilmişdir, yani enbiyâ dediğimiz, peygamberler dediğimiz, enbiyâ dediğimiz, bunlar masûmdurlar.  Bunların her harekâtı Allah'la beraberdir.

Sunucu "Nefsini bilen rabbini bilir" sözünün ma'nâsı hakkında sorunca , Efendi Hazretleri şöyle buyurdular: 

Bunun iki vechesi vardır. Bir defa, insan fânîdir, bâkî Allah'dır. Yani insan fânî olduğunu anlarsa, Bâkî'yi bulur. İnsan hastadır, sıhhatı Hakk'dan bulur. İnsan çıplakdır, Allah onu giydirir. Velhâsıl, insan acz içindedir, kudret Hakk'dadır. Bunu bildiği vakitde, Hakk'ı bilir. İkinci bir daha vardır. O nefsi üzerinde işleme vardır, nefs üzerinde işleme, yani nefsin sıfatlarıyla Hakk'a kurbiyyet, o vakit kendisinde Hakk'ın tecelliyâtını bulur. İkinci ma'nâsı budur. Nefsini bilmenin bir ibtidâî kısmı var, bir âlî kısmı var. Âlî kısmında, meselâ bir bardak suyu denizden aldığımız vakitde, bu bir bardak su, deniz değildir ama denizden de hâriç değildir. İnsan budur. Hakk'dandır, Hakk'dan gayrı değildir. 
Meselâ az evvel konuşduğumuz sözlerde, "peygamberler masûmdur" dedim ben, halbuki bütün kitâblara göre yani Tevrat ve Zebûr ve İncil ve Kur`ân'a göre, Âdem Peygamber olsun, Nûh Peygamber olsun ve İbrâhim Peygamber olsun ve Mûsâ Peygamber olsun ve Îsâ Peygamber olsun, bunlardan zelle sâdır olmuşdur, suç sûretinde bazı nesneler görülmüşdür.  Bu nasıl olur diye bana sorulmadı, ben onu bekliyordum sorulsun diye. Onlardan zuhûra gelen o isyân şeklindeki, onlara biz isyân demeyiz, zelle tabir edilir, bizde yani kullarda isyân ve günah fakat peygamberlerde zelle tabir edilir, bu zellenin hâlıkı Allah'dır, fakat bu bir suç olduğu için, kendileri bu suçu Hakk'a yüklemeyip, kendi nefslerine yüklerler. Yoksa Hakk'dandır, Hakk onlardan zuhûra getirmişdir, ibret için. Fâili Allah'dır, ondan zuhûra getirmişdir, bilir onun Allah'dan olduğunu fakat Allah'dan olduğunu söylemesi edebe mugâyirdir, onun için nefsine yükler. 
Meselâ Allah Âdem Peygamber'e, "Bu şecereden, bu ağaçdan yeme" demişdir. Âdem gitmiş yemişdir. Bunu Âdem mi yemişdir? Muallimi Allah, talebesi Âdem, nasıl olur bu, Şeytan Âdem'i nasıl kandırabilir? Buna imkân yok. İşitdi ki sulb-i pâkinden gelecek olan evlâd gelecek, gitdi o şecereden yedi. Yedi ama Allah yedirdi ona onu. Şimdi, Allah yedirdiğini bildiği hâlde, Âdem "Rabbenâ zalemnâ, Yâ Rabbi ben nefsime zulmetdim" diye suçu üzerine almışdır. İncelik orada.

Sohbetin bu noktasında programın sunucusu, "Zannediyorum ki Hıristiyanlıkda ve Mûsevîlikde bakış açısı böyle değil" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Belki öyle. Ben İslâmî görüşle ve İslâmî anlayışla anlatıyorum bunları. İslâmî görüşle söylüyorum. Bizim için böyledir. Peygamberle masûmdurlar. Çünkü eğer peygamberden isyân çıkarsa, benden de isyân olursa, peygamberle benim aramda ne fark kalır?

Sunucu, "Siz bütün peygamberleri aynı yolda ve aynı haberi getirir gibi konuşuyorsunuz, öyleyse bir dîn mi var" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Evet. İtikâd faslında hepsi birdir, hiç fark yok. İtikad, inanç maddelerinde Âdem'e ne emrolunduysa, Nûh'a, İbrâhim'e, Îsâ'ya, Mûsâ'ya, Sâlih'e, Hazret-i Muhammed'e de odur. Yalnız ahkâm değişmidşir. Zaman ve zemînin ihtilâfıyla ahkâm değişmişdir. Meselâ Hazret-i Mûsâ'nın kavmine, mallarının dörtde birini dağıtmak, zekât vermek vardır, dört senede bir hepsini vermek vardır. Muhammed aleyhisselâmın kavmine kırkda birini vermek vardır.  Ahkâm değişmiş fakat itkâd aynı, hiç değişmemişdir, bir nûrdur.

Sunucu, "Bunu ben de kabûl ediyorum ama zaman içinde çok ciddî değişimler yaşanıyor" diyerek âdetâ yeni bir ahkâma ihtiyâç yok mu dercesine bir îmâda bulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki : 

Kıyâmet gününe kadar Kur`ân'ın ahkâmı bâkî. Çünkü her devre, her nesle, her iklîme uyan bir ahkâm. Meselâ bir müslüman namaza kalkıyor, biliyorsun kıyâm, rükû ve secde ediyor, değil mi ya? Bugün Amerika'da bulunan bir adam çalışıyormuş, namaz kılmak için vakit bulamadı, otomobilini kullanırken, bu şekilde, (Efendi Hazretleri îmâ ile namaz kılar gibi yapıyor) namazını kılar ve gider. Çünkü Hazret-i Muhammed demiş ki, "Yessirû velâ tu'assirû beşşirû velâ tüneffirû. Kolaylaşdırınız, zorlaşdırmayınız. Halka tebşîrât veriniz, müjde veriniz, halka ikrâh getirmeyiniz, zahmet vermeyiniz" diyor. Su bulamayan, teyemmüm eder. Su olduğu hâlde, kâdir olmayan gene teyemmüm eder. Doktor su vurmayı men etdiyse, gene teyemmüm eder. Yani bir zorluk yok, zahmet yok. 

Sunucu, "İnsan nasıl hem bu dünyânın gulgulesi içinde yaşar, hem de Hakk'a yönelebilir?" diye sorunca Efendi Hazretleri şöyle buyurdular :

Gâyetle basit. Her neye bakarsa Hakk'ı görür, eğer gözünde perde yoksa. İster âyât-ı enfüsiyye, ister âyât-ı âfâkiyye. Semâya baksın, güneşi ve ayı görecek, kışları, yazları, baharları, rüzgarları görecek, hep bunları görür. E bunu görünce, Hakk'la bunun bir irtibâtı var, bunu yaradan var diyecek. İkincisi, âyât-ı enfüsiyyesi var. Gözü, kulağı, eli-ayağı, bacakları, kalbi, midesi, herşeyi. E bu da kudretullah ile yapılmış bir şey. Demek ki Allah'la arada bir perde yok. 
Şunu da ilâve edeyim, îmânlı bir çalışma, insâniyyet için îmânlı bir çalışma, bu da bir ibâdetdir, Hakk'la mülâkâtdır. Îmânlı bir çalışma, ibâdetdir o da. İnsanlar için çalışıyorsun, o da Hakk için. İnsana sevgi Allah'a sevgidir, insana ihânet Allah'a ihânetdir. Yaa böyle.

Sunucu, "Zannederim ki hayatda en zor şey, manevi yolculuk, bu yolda niçin çok engel ve zorluk var? Gerçek bir mürşid bulmak niçin çok zor? " diye sorunca buyurdular ki :

Pek bol olursa da kıymeti kalmaz onun babacım. Kıymeti kalmaz değil mi? Elmasın, cevherin kıymeti neden? Nedretindendir. Yani kaldırım taşı gibi bol olsaydı, kimse alıp onun üstüne takmazdı. Eğer mürşid arıyorsa, bir karınca da insanı Allah'a götürür, bir mikrop da Allah'a götürür insanı. Mürşid mi arıyor, bir mikrop dahi insanı Allah'a götürür ama insandan mürşid arıyorsa, o vakit Allah'a duâ etmesi lâzım ki Cenâb-ı Hakk öyle bir kimseyi karşısına çıkarsın ve onu dünyâ âleminde safâya erdirsin. Hemen bulunursa kıymeti kalmaz onun.

Sunucu, Efendi Hazretlerinin ihvânıyla berâber icrâ etdiği bir zikrullahdan görüntüler gösterdikden sonra, "Zikrin ne olduğu hakkında bize bir şeyler söyleyebilir misiniz" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Zikir, Allah'ı hatırlamak ve unutanlara hatırlatmakdır. Zikrin mertebeleri vardır, merâtibi vardır, mertebeleri, derecâtı vardır. İnsan iki şeyde sarsılır. Ya bir acı haber aldığı vakitde, ya sevindiği bir haber aldığı vakitde. Zikrullahın mâhiyyeti yani bizim zikrullahın mâhiyyeti, Allah ile mülâkâtın, vuslatın bir netîcesi olarak sallanıyoruz ve ismini zikrediyoruz. Allah uzakda değil, Allah Allah diye bağırmamızın sebebi, Allah uzakda değil ama, kulaklarımız zevklensin diye. Çünkü kulağın da zevki vardır, gözün zevki olduğu gibi, ağzın zevki olduğu gibi. İnsan sevgilisinin ismini işitdiği vakitde neşelenmez mi, safâya ermez mi? Onun için cehrî Allah diyoruz ki, kulaklarımız zevk alsın diye. Ve hepsinin remzleri vardır, zikrullahın hepsinin remzi vardır. Devrânın, kıyâmın ve zıplamanın ve eğilmenin, bunların hepsinin birer birer ma'nâları var, ayrı ayrı. Yani hepsi birer remzdir.

Buraya bu sohbete âid iki ayrı kayıt bırakıyorum. Biri orijinal video kaydı, diğeri bizim hazırladığımız ses kaydı. Efendi Hazretlerinin bu sohbetini ses kaydı olarak yayınlarken, cevâbların tercümelerini çıkardık, o yüzden kayıt büyük ölçüde kısaldı ve dinlemesi kolaylaşdı. Sohbeti orijinal hâliyle dinlemek isteyenler, video kaydını izleyebilirler.

Muhammed nûrunu görmek "men 'aref" sırrıdır bildim
Bir kâmil erin himmeti burhânı olmayan bilmez
Erenlerin sözü hakdır inanmayan münâfıkdır
Zann u gümânı terk edüp sıdk ile gelmeyen bilmez
www.muzafferozak.com

Listeye geri dön