10 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Emin Işık Hocaefendi bir Mesnevî-i Şerîf dersinde buyurdular ki :
Dersimiz, biliyorsunuz, rûh ve akıl meselesiydi, o konu devam ediyor efendim. Rûh akla, akıl bedene hükmeder diyor. Ve bunlar vakti geldiği zaman sapla saman gibi birbirinden ayrılır diyor. Hattâ iyi rûhlarla kötü rûhlar da birbirinden ayrışacakdır diyor. Kaldığımız yerden devam ediyoruz efendim.
Hayvânî rûh, cüzî akıl, vehim ve hayal insanda ayrana benzer. Bâkî olan rûhsa, bu ayranda gizli olan yağa benzer. O dövülüyor dövülüyor, yayıkda yâhud da tulumda, yağını alıyorsun, özünü alıyorsun, özütünü alıyorsun. Ayran içinde yağ nasıl gizliyse, doğruluk cevheri de yalan içinde öyle gizlidir. Yani yalan dünyâ dediğimiz geçici madde içinde, öylece bir hakîkat vardır.
Rûh-ı hayvânî yani canlılık dediğimiz şey başka, insan rûhu başkadır. İki tâne cân var diyorlar insanda. Birisi ağaçlarda, otlarda, diğer hayvanlarda olan canlılık dediğimiz şey. Bir de akıl ve üstü olan, manevî dünyâya açılan bir rûh. Öteki hayvanlarda olmayan şey. Meselâ vicdan. Onlarda olmayan bir şeydir. Vicdan azâbı da yokdur, azâb da yokdur zâten. Mesûliyyet de yokdur hayvanlarda. Akıl da yokdur. Bu aklın idâresinden ve vahyin ilhâmından gelen, manevî değerlere sâhib olan o rûh, rûh-ı insânî diyor ona. Yâhud da rûh-ı rahmânî diyor. Ötekine de rûh-ı hayvânî diyor. Rûh-ı hayvânî dediği bizim canlılık dediğimiz şeydir, biyolojik manâdaki canlılıkdır. Ayrı ayrı şeyler demişler. Hattâ iki tâne rûh var insanda diye söylemişler. İki tâne rûh var mı yok mu bilmiyorum ama rûhun bir üst tabakası bizde var. O birinci katına canlılık diyoruz. İşte doğan ölüyor. Biyolojik rûh, biyolojik cân. Öteki de manevî değerleri taşıyan, değerlere sâhib olan ikinci bir rûh. Bizi esas insan yapan odur. Yani bizi hayvanlardan farklı yapan neyse işte o rûh-ı rahmânî dediğimiz şeydir. Bunlar tasavvuf ehlinin tasnifleridir ama gerçekden iki ayrı şey midir, yoksa bir şeyin kurusuyla yaşı gibi midir? Meselâ incir yaşken de yeniyor, kurusu da yeniyor. Meselâ yağı yoğurdu misâl vermiş Hazret-i Mevlânâ. Yoğurdun içinde yağ da var diyor. O biyolojik canın içinde, öteki de var. Ama o yağ başka hayvanlarda yokdur. Sâdece can var onlarda. Yani manevî değerleri taşıyabilecek bir rûh, bir vicdân, bir başka duygular onlarda yokdur.
"فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي" diyor. "Biz onu meydana getirdiğimiz zaman, içine de bir rûh üfledik" diyor. İşte bu rûh-ı rahmânî dediğimiz şey. İşte Hazret-i Îsâ'ya niye rûhullah diyoruz? Çünkü Cebrâil vâsıtasıyla Meryem'e rûh olarak üflendi, menî yok ortada, cinsî ilişki yok. Onun için Hazret-i Îsâ evlense de çocuğu olmazdı onun. Evlenmedi zâten, evlenme ihtiyâcını duymadı. Çünkü şehvet yok ortada. Onun için yarı melek yarı insandır Hazret-i Îsâ. Meselâ istediği zaman yemek yiyordu, acıkmıyordu da. Çünkü fazla bir maddeye ihtiyâcı yokdu. Ayrıca rûh davâsının, rûhun üstünlüğü davâsının temsilcisi bir peygamberdir. Esas rûhullah adını alması ondan dolayıdır. Yani Hazret-i Îsâ hıristiyanlıkdan önce Yahudiliğin maddeciliğine karşı, reaksiyon gösteren, maddeye karşı rûhun üstünlüğünü savunan ve bunu isbât eden bir peygamberdir. Deniz üzerinde yürüyüp gidiyor. Niye, yüzme bilmiyor muydu? Biliyordu. Yüzme de biliyordu ama yürüyüp gitdi deniz üzerinden. Arkasından gelen de onu taklîd ederek geçdi, boğulmaya başladı. "Sen îmânsızsın, onun için boğuluyorsun" dedi. "Îmânın yok" dedi, "batmayacağına inanıyorsan, tam îmânın varsa, su istünde yürü git, korkma batmazsın" dedi. Şübhe etdiğin zaman boğulursun. O da sonsuzluk denizidir, îmân denizidir o. Yani onun yorumları da var ayrı.
Îmânda tereddüd edersen, içinde boğulursun. Hiç bir şeye yaramaz. Yakîn diyor zâten, "yûkinûn" diyor, "mûkin" diyor. Sâdece mü'min olmak yetmiyor, bir de îkân sâhibi olmak var. Îkân nedir? Îmânda her türlü şübheden kurtulmuş olmakdır. Acabalar yok îmânda. Acabaları silip süpürdüğün zaman, işte gerçekden hakîkî manâda muvahhid oluyorsun, mü'min oluyorsun. Şimdi bizim hâlâ en âlimimiz bile, "Allah'a inanıyoruz ama acaba mahşer var mı, acaba hesap sorulacak mı? diyor. Acaba yok! O acabalardan kurtulmadıkça îkân sâhibi olamaz insan. "وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ ve bi'l-âhiretihüm yûkinûn" diyor. Yukarıda "yü'minûn" diyor, aşağıda da "yûkinûn" diyor. Îmânın üst mertebesi. Îmânın en gelişmiş, en sağlam şeklidir. Îkân diyor zâten ona, mutkın diyor başka bir yerde de. Sağlam yani çürüğü olmayan, kurtlanmış olmayan. Türkçedeki tam karşılığı somdur, som. Som altın var ya işte, 24 ayar diyoruz, onun gibi. Hiç içinde başka maden yok. Bakır yok, nikel yok.
Senin o yalanın bu fânî cesed, doğrun ise o ilâhî rûhdur. Yalan tarafın, geçici tarafın, bu cesed tarafındır, madde tarafın, beden tarafın. Hakîkatin öbür tarafdadır. Hakîkî insan öbür tarafdadır. O tarafı geliştirirsen insan olursun, bu tarafı geliştirirsen hayvan olursun. Bedenin için yaşarsan ineklerden hiç farkın kalmaz. Onlar da bedenleri için yaşıyorlar. Et elde edecekler çünkü besi hayvanıdır. Sen besi hayvanı mısın adam mısın, insan mısın?
İşte tasavvufun en önemli meselesi budur. Sıradan bir insanı alıyor, velî yapıyor, evliyâ yapıyor, tamâmen rûhânî bir adam yapıyor. Beden geçici. Onun asgarî ihtiyâcı, ölmeyecek kadar yiyeceksin, ölmeyecek kadar yatıp uyuyacaksın, üst tarafını ibâdete ve hizmete vereceksin. Allah yoluna adayacaksın. Zâten adanmış diyor hep işte. "innî nezertü li'r-rahmâni" diyor, "ben kendimi Allah'a adadım" diyor. Hazret-i Meryem'in sözü bu. Adanmışlar var böyle.
Peygamberimizin babası da adanmışlardan. Abdülmuttalib dedi ki, "On tâne erkek evlâdım olursa, birini Allah'a kurban edeceğim" dedi. Adadı. Onuncu çocuk Abdullah'dır. On birincisi Abbas. On ikincisi Hamza'dır. Tıpkı Hazret-i Yakûb gibi. Ona da on iki tâne evlad verdi, erkek evlad, ayrıca kızlar da var arada. Hazret-i Ali'nin halaları var, iki üç tâne halası var. Kaç tâne olduğunu bilmiyorum. Meselâ Zübeyr ibn Avvâm'ın annesi de Hazret-i Ali'nin halasıdır. Abdülmuttalib'in kızıdır yani. Buluğ çağına gelince, tıpkı Hazret-i İsmâil'de olduğu gibi, Abdülmuttalib dedi ki "Ben bunu Allah'a adadım, şimdi bu da artık rüşdüne bâliğ oldu, kurbanlık hâline geldi. İşte on üç on dört yaşında. Ne yapmam lâzım". Gitdi Varaka'ya sordu. Varaka, "Kurban etme" dedi, "ama yerine deve kurban et" dedi. "Peki nasıl yapacağım ben bu işi?" Dedi ki, "Beş deveyle başla" dedi. Bir insanın diyeti beş devedir. Bir insan bir insanı kazârâ öldürürse onun mirasçılarına beş tâne deve fidye olarak ödemesi lâzım. Hâlen o kânûn şimdi Suudi'de geçerlidir. O madde. "Beş deveyle başla" dedi, "ve kura çek" dedi. "Eğer kura Abdullah'a çıkarsa, deveyi artır" dedi. Beş deveyle kura çekdi, kura Abdullah'a çıkdı. Beş deve daha koydu, on deve oldu, yine Abdullah'a çıkdı. Ona on daha ilâve etdi, yirmi, yine Abdullah'a çıkdı. Yüzüncü deveye, yüze geldiği zaman bu sefer kuralar develer tarafına çıkmaya başladı. Bir kaç defa deniyor tabii tekrar ediyor, yine develere çıkıyor. Yine bir daha kura çekiyor yine develere çıkıyor. Dedi ki, "Demek ki Abdullah'ın değeri, fidyesi yüz deveymiş". Gitdi Varaka'ya söyledi, dedi ki, "Yüzüncüde develere çıkmaya başladı kuralar". "Öyleyse develeri kurban et, Abdullah kalsın" dedi. Zâten Abdullah evlendi, bir sene bitmeden Medîne yolunda vefât etdi. Böyle adanmışdır Peygamberimizin babası.
Hazret-i Îsâ'nın annesi de adanmışdır. Dikkat edin, paralelliği anlatmaya çalışıyorum. Öyle serseri çocukdan peygamber olmaz. Sen evladını Allah'a adıyorsun, Allah da ona bir evlad veriyor, onu peygamber yapıyor. Aynen Hazret-i Îsâ'da olduğu gibi. Zâten Hanne, Hazret-i Meryem'in annesi, doğacak karnındaki çocuğun erkek olması için adıyor. Diyor ki, "وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ ve leyse'z-zekerü ke'l-ünsâ", erkek çocuk kadın gibi değildir" diyor, "ben bunu adarken erkek doğacak zannederek adadım" diyor. Kız doğuyor. Ne yapsın? Gidiyor Hazret-i Zekeriyâ'ya. Zekeriyâ'nın hanımı da Meryem'in teyzesidir. Hazret-i Meryem'in teyzesi oluyor. Hanne ile Hazret-i Zekeriyâ'nın hanımı bacı kardeşdir. Adanmışdır. Hep öyle. İsmâil'den beri. Peygamber, adanmış olan İsmâil'in soyundan geliyor. Zekeriyâ da o soydandır. Yani Hazret-i İbrâhim soyundandır. Peygamberimiz de aynı soydandır. Bu böyle. Böyle adanmış insanlar var, Allah yoluna adak olarak adanmış çocuklar var. Yani daha doğmadan önce diyor ki, "On tâne çocuğum olursa, onuncusunu Allah yoluna adarım, kurban ederim" diyor. Hikâye budur yani bütün siyer kitaplarında anlatılan bu benim söylediklerimdir. Özet olarak anlatıyoruz.
Senin o yalanın, yani fânî tarafın, geçici tarafın, işte bu ceseddir. Bu cesed, beslenir, büyür, yaşlanır ve ölür. Ama senin hakîkatin rûhundadır. Sen oradasın. İşte Nurettin Topçu da hayâtı boyunca rûhun üstünlüğü davâsını savundu. Buna inanmayan adam zâten müslüman olmaz yani dindar olamaz. Şimdi materyalizm diyoruz, materyalizmin en büyük kötülüğü insanın kendisine yapılmışdır. İnsan kendisini et ve kemikden ibâret görüyor ve et ve kemiğin ihtiyaçları için yaşıyor. Bunun için yaşıyor, çok para kazanacak, güzel yaşayacak, çok kadınla düşüp kalkacak, şehvet, kumar, içki, eğlence falan. İşte bu kadar. "وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌۜ veme'l-hayâtü'd-dünyâ illâ laibün ve lehvün" diyor. "Dünyâ hayâtı oyun ve eğlenceden ibâretdir".
Cafer-i Sâdık Hazretlerine soruyorlar, diyorlar ki, "Biz bu laib kelimesini anlıyoruz", oyun manâsına, luub oyun demekdir zâten, "ama bu lehv kelimesi ne manâya geliyor, lehvi pek anlayamıyoruz" diyorlar. Cafer-i Sâdık Hazretleri de diyor ki, "Zikrullahın dışında ne varsa lehvdir" diyor. Yani Allah Allah deyip zikretmenin dışındaki bütün faaliyetlerin adı lehvdir diyor. Toptan kesip atıyor. Evet, laib oyun. Ötekini eğlence diye tercüme etmişler ama eğlenceden ibâret değil. Boş laf, zevzeklik, gevezelik. İşte televizyonlarda seyrediyoruz. Ulan Galatasaray Fenerbahçe maçı bir hafta önce oynanmış, hâlâ ofsayt mıydı değil miydi, televizyonlarda dört saat, beş saat program yapıyorlar. Zevzeklik bu, hiç bir şeye yaramaz yani. Ne bir ilimdir, ne bir dünyâ işine yarar, ne âhirete yarar, ne zikirdir, ne ibâdetdir, ne fikirdir, ne tefekkürdür. Hiç bir şey değildir. Ötekiler de millet hayran hayran seyrediyor, salak salak. Böyle. Bitmiş, oynanmış, bitmiş netîce bağlanmış, daha neyini konuşuyorsun yâhu. Ama adamlar program yapıyorlar, işte bu haftanın maçları, hakem hatâları. Şimdi bir de var çıkdı. Niye varı kullanmadılar, niye varın şeyine bakmadılar, varda ne gördüler, ne söylediler oradan oraya filan. Yâhu söylediler, bitdi gitdi. Futbol kânûnuna yazılmış, hakem kararı yanlış bile olsa dönülmez diyor zâten. Dönüşü olmayan bir şey. Allah'ın kararından dönüş var. Meselâ yemînin bozuyorsun, diyor ki sana, zenginsen bir köle âzâd edeceksin. O kadar zengin değilsen, on fakîri giydireceksin. Ona da gücün yetmiyorsa, on fakîri doyuracaksın. O da yoksa, üç gün oruç tutacaksın diyor. Allah'ın kânûnunda bile bir sürü alternatif var, hakemin kânûnunda yok. Yani bu ne demekdir. Allah'ın sözünden daha keskin. İşte böyle. Bu hayâtı yaşıyor ve bunu da bize hayât diye yutturuyorlar maalesef.
Bu cesed ayranı, bu ayran denilen cesed...
Suyu çokdur çünkü onun için ayran diyor herhâlde. İnsan vücûdunun aşağı yukarı yüzde seksene yakını sudur değil mi. Yüz kiloluk adamı kurutuyorsun, yirmi kilo kalıyor. Kadid yapıyorsun, mumyalıyorsun. O kadar yani. Her tarafı su. İşte ayran. Bir de onun rûhunu alıp yağını alırsan, hiç bir şey kalmaz geriye.
...meydandadır. Can yağı ise onun içinde, gizli bir hâldedir, o ayranın içinde, gizli bir cevherdir diyor. Tâ ki Cenâb-ı Hakk ayranı yayıkda çalkalayacak, makbûl bir kulunu resûl olarak gönderinceye kadar. Bizi yayıkda sallayıp bizim yağımızı alacak, bizim insan tarafımızı işleyecek olan peygamberlerdir. Vahiy yoluyla geliyor. Bir de çiledir.
Üç şey bizi geliştirir. Birisi çile. Dünyâda çektiğimiz sıkıntılar, başımıza gelen belâlar, uğraştığımız şeyler, problemler, o bizi geliştirir. İkincisi, tefekkür geliştirir. Üçüncüsü, ibâdet geliştirir. Rûh tarafımızı geliştirir. Birincisi çiledir. Onun için tasavvufda üçü de vardır. Fikir vardır, zikir vardır, diyet vardır yani vücûdla ilgili işlemler de vardır. İşte sokuyor halvete. Akşemseddin Hacı Bayram'ın halvetinde, sadece Cuma namazına çıkıyor halvetden, bir şey yemediği, fazla bir şey içmediği için, iki gün abdestli kalıyor meselâ. Bir şey çıkmıyor vücûddan. Cuma günü çıkıyor, Cuma namazı için çıkıyor, bir tek siyah zeytin yiyip tekrar dönüyor. Hacı Bayram diyor ki, "Ben böyle bir şey görmedim" diyor, "bu köse, ileride rûh-ı mücerred kesilecek" diyor, "sırf rûh olacak ve onu öldükden sonra kimse rüyâda bile göremeyecek" diyor. Yani uçup gidecek a'lâ-yı illiyyîne. Âlem-i ervâhın da öbür tarafına geçecek, rûhlar âleminin de öbür sınırına. İşte orası Sidretü'l-Müntehâ dediğimiz yerdir o. Mirac'da Süleyman Çelebi'nin anlattığı Sidretü'l-Müntehâ. Aklın ve melekût âleminin bittiği yerdir. Ondan sonra lâhût âlemi başlıyor. Yani ulûhiyyetin hudûduna giriyorsun. Tıpkı il hudûdu gibi. Bir İstanbul'un il hudûdu var, Silivri'den ötede işte orada bir yerde, biliyorsunuz. İstanbul'a hoşgeldiniz diyor, İstanbul İl Sınırı diyor, yazar. Bu tarafdan da Gebze'den bu tarafa gelirken yazar. Bir il sınırı var, bir de şehir sınırı var. Maddenin sınırını geçiyor, rûhlar âleminin de sınırını geçiyor, aşk âlemine giriyor. İşte kâhût âlemi dediğimiz orasıdır. İlâhî aşkın tecellî etdiği yerdir. Aşk ile geçiyor. Refref dediğimiz şey kalbin aşk ile atmasıdır. Seven adamın kalbi heyecanlanır, o heyecanla kalbi pır pır pır pır hızlı hızlı atmaya başlar. Serçe kuşunun uçarken, uçmaya başlarken çıkardığı sesdir. Keklik, bıldırcın filan hepsi o sesi çıkarır. Yeni havalanırken böyle pırrr diye başlar. İşte o refref küçük kuşların uçarken çıkardığı sesdir. Peygamber Efendimizin kalbinin sesidir, aşk-ı ilâhî ile çarpan kalbin kendisidir. Diyor ki bir yere kadar bedenle gidersin, ayakla bedenle gidersin, yürürsün yâhud bir bineğe binersin. Burak gibi. "Atdan küçük katırdan büyükdü" diyor, tarîf ediyor Peygamber Efendimiz. Ve diyor, "Ufukdan ufuğa adım atıyordu" diyor. O burak dediğimiz şey. Ufukdan ufuğa. Nasıl hızla gidiyorsa. Sonra burakdan iniyor, Cebrâil'le beraber bir manevî asansörle gökler âlemine yükseliyor. Maddenin bitdiği yere kadar bedenle geliyor. Rûh âlemine geçerken, aynen tefsîrde de böyle, bedeni diyor elbise gibi üstünden çıkardı rûhlar âlemine rûh olarak girdi diyor. Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar Cebrâil'le beraber, melekler dünyâsında gidiyor. Sidretü'l-Müntehâ'ya gelince Cebrâil diyor ki, "Ben buradan öte gidemem". Peki neyle gidecek? Oradan ötesi aşk ile gidilir diyor. Aşk ile gidilir, aşkla gidiyor işte.Söyleşirken Cebrâil ile kelâmGeldi refref önüne verdi selâmAldı ol şâh-ı cihânı ol zamânSidre'den gitdi ve götürdü hemân
diyor. Sidre, aklın ve tefekkürün ve rûhânî bütün âlemlerin, melekût âleminin bitdiği yerdir, son sınırıdır. Ondan sonra aşk-ı ilâhî ile gidiyor.
Bu aynı zamanda insanın gelişmesiyle ilgili bir şeydir. İnsan evvelâ cimnastiği öğrenir, beden hareketlerini öğrenir. Ondan sonra rûhunu nasıl geliştireceğini öğrenir. Rûhu geliştiren şey de işte dediğim gibi üç şey. Birincisi çile, çekdiğimiz sıkıntılar, tefekkür ve zikir, fikir ve zikir rûhumuzu geliştirir. Şimdi insanlarda ne fikir var, ne zikir var, ne tefekkür var. Hiç bir şey yok. İnek geldik inek gidiyoruz. İşte o kadar. Ben söylemiyorum Epiktetos söylüyor, filozof. Tâ Hazret-i Îsâ zamânında söylenmiş. Çok eskidir. Eğer, diyor, Allah bizim ahırdaki inekler gibi yaşamamızı isteseydi diyor, onlara verdiği kadarını bize verirdi. Mâdem ki bize fazla şeyler verilmişdir, hayvanlardan daha üstün bir takım melekeler, bir takım şeyler verilmişdir, Allah bizim hayvanlar gibi yaşamamızı istemediği için bunları bize verdi diyor. Her verilen şey de kullanılsın diye verilmişdir diyor. Akıl, izân, vicdân, hepsi kullanılsın diye verilmişdir.
O bakımdan bu medeniyet, insanda ne varsa hepsini almışdır. İnsânî tarafımızı almışdır, hayvânî tarafımızı geliştirmişdir. İşte moda, makyaj. Bu medeniyetin insanlara verdiği nedir, söyleyin bakayım. En çok kâr getiren sektör iki tânedir. Birisi silah sektörüdür, birisi kozmetik sektörüdür. Birisi can almak için, ikincisi de ahlâkı almak içindir. Başka bir şey yok. İkisi de öyle. Kadını süsleyeceksin püsleyeceksin, şeytan hâline getirip, başdan çıkaracak bir maymun olacak, erkekleri başdan çıkaracak, ahlâkı bozacak. O kadar. Ne lüzûm var ki. İslâm'da da süslenmek var ama helâline, kocasına. Şimdikiler kocanın yanına gelince hizmetçi gibi, dışarı çıkınca gayr-ı mahrem olanlara da süslenip püslenip endâm etmeye kalkıyorlar. Her şeyi ters çevirmişdir, her şeyi! Dîni, ahlâkı, değerleri, manevî değerleri, hepsini altüst etmişdir. Ondan sonra da, "Aman efendim bu medeniyetden vazgeçilir mi". İşte telefon verdi bize, bunu verdi. Ama bunun yanına da atomu verdi. Attığın zaman bir milyon insanı öldürebiliyorsun. Şimdi, Allah korusun, İstanbul'a bir atom bombası atılsa, yirmi milyon gitmişdir. Bitdi. Bir silah, yirmi milyonu yok eder. Bir ülkeyi. İşte Hiroşima'ya atıldı. O Hiroşima'ya atılan şimdi mantar tabancası gibi kaldı. Şimdi çok daha kuvvetlileri çıkdı. Şu kadarcık bir şey, bir ülkeyi mahvediyor. O Hiroşima'ya atılanlar, bu işin ilk denemeleriydi. O atom bombasıydı, şimdi hidrojen bombası var. Daha başka şeyler de var. Bütün elektiriği yok ediyor, canlıları yok ediyor. Nötr hâle getiriyor elektriği nükleer bomba. Bizim vücûdumuz da elektrikle çalışıyor. Senin vücûdunda da nötr oluyor, durup dururken kupkuru cesed oluyorsun. Bir ânda. Bütün santraller, bütün haberleşme sistemleri, bütün telefon sistemleri, elektrikle çalışan ne varsa, buzdolabından çamaşır makinasına hepsi lap diye bir ânda sıfırlanıyor. E âferin diyeceksin, insanoğlu bunu da başardı. Hiç bir canlı türü yokdur, kendi kendini mahvetmek için bu kadar emek harcayan. Aslan aslanı boğmaz, kovar. Güç gösterisi yapar, sürer gönderir. Hiç bir çakal çakalı yemez. Tilki tilkiyi yemez. Kurd, tavşanı yer, ceylanı yakalar ama kurdu yemez. Köpekler de öyledir. Havlayarak birbirlerini kaçırırlar. İşte o kadar. Ama insan öyle değil. İnsan birbirini tüketir, yer, yok eder. Ondan sonra da, hayvanlar mı daha üstün biz mi üstünüz diye sormak lâzım. İşte "belhüm edall" diyor, Kur`ân-ı Kerîm zâten açık söylüyor. "ülâike ke'l-enâmi belhüm edall" diyor, "onlar hayvanlar gibidir, hattâ daha aşağı, daha sapık, daha alçak olurlar". İşte bu medeniyet insanı alçalta alçalta alçalta alçalta evvelâ hayvan seviyesini düşürdü, sonradan da hayvanların altına hapsetti. Biz şimdi ineklerin ayakları altındayız. İnekler bizden daha üstündür. Çok faydalıdır inek yâhu. Sütü var, eti var filan.
Tâ ki Cenâb-ı Hakk ayranı yayıkda çalkalayacak, makbûl bir kulunu resûl olarak gönderinceye kadar diyor. Ve o zât yayığı usûlüne ve fennine göre çalkalar da, bende bir benin gizli kalmış olduğunu o zaman anlarım. Yâhud da zâtından âdetâ bir cüz olan bir kulunun sözünü izhâr eder, açığa çıkarır da o söz vahiy arayan kişinin kulağına girer. Peygamberin sözü, o kulakda tesirini icrâ eder ve o duyan kişiyi de adam eder. Onun feyziyle yayığı, ayranı ve yağı anlamış olur. Fakat o kelâmı anlayacak, bir kulak lâzımdır diyor Hazret-i Mevlânâ. İşte tâ başda söylediği beyti tekrâr ediyor. Ne diyor o beyitde? Sağlam bir kulak ister. Beyit aklıma gelmedi. Altıncı beyit mi beşinci beyit midir, ilk on sekiz beytin beşincisi gâlibâ.
Mü'minin kulağı ilâhî vahiy olan Kur`ân'ı anlar, öyle bir kulak, halkı Hakk'a davet eyleyen Resûlullah'ın yakını ve vârisidir. Peygamber ahlâkına sâhipse o diyor onu anlar. Nasıl ki çocuğun kulağı anasının sözleriyle dolar da, söz söylemeye başlar. Eğer çocuğun işitir kulağı olmazsa, anasının sözlerini işitemediği için dilsiz kalır. Kulağı sağır olanlar aynı zamanda dilsiz olurlar. Öğrenemezler çünkü. Öğrenemedikleri için de işte ebkem dediğimiz dilsiz olurlar. Çok var, örnekleri var hayâtımızda. Aslında sağır olan, yani sağır olarak doğmuş olan, kendiliğinden dilsiz olur. Söyleyen kimse sözü önce anasından işitir. Ana dil diyoruz zâten. Ana dil diyoruz. Bilmiş ol ki sağır kulak ile dilsizlik, söz işitme ve talîm kabûl etmez. Nasıl talîm edeceksin ki. Talîm görmeden konuşan ancak Hudâ'dır, Allah'dır diyor. Talîm görmeden konuşabilen tek varlık Allah'dır.
Kimisi de Âdem aleyhisselâm gibi ana ve dadı hicâbı olmaksızın Tanrı telkîni ile söyler, Allah’dan gelen emirle konuşur diyor. Âdem aleyhisselâm gibi, dadısı yok, anası yok, öğreteni yok, mürebbîsi yok. Âdem nasıl safiyyullah oldu? Yaradılışdan. Allah onu öyle yarattı ve kayırdı, bir de vahiy verdi. Günah işledi şaşırdı kaldı. Ne yapacağını bilmiyor. Tevbe etmek istiyor, yine bilmiyor, nasıl tevbe edeceğini de bilmiyor. Allah ona vahyetdi, böyle yap diye. “fe telakka âdemü min rabbihî kelimâtin fe tâbe aleyh”, “rabbenâ zalemnâ enfüsenâ fe in lem tağfirlenâ ve terhamnâ le nekûnenne mine’l-hâsirîn”. Nasıl tevbe edeceğini Allah ona vahyetdi diyor. O vahiy aynen Kur`ân-ı Kerîm’de var. Yani Hazret-i Âdem’in tevbesi, Kur`ân-ı Kerîm’de tekrar edilmişdir. Siz de Âdem evladları olarak dedeniz gibi tevbe edin demekdir o. Âdem gibi tövbe edin. Adam gibi diyoruz.
Ya da Îsâ aleyhisselâm gibi. O da Allah’ın talîmiyle dünyâya konuşur olarak geldi. Üç günlükdü Hazret-i îsâ, konuşmaya başladı, Hazret-i Meryem’in kucağında. Fakat sakalı da çıkmışdı, simsiyah sakallıydı. Öyle fotoğrafları var, resimleri var. Meryem’in kucağında, sakalı çıkmış. Yani kâmil bir insan gibi doğdu. Aklı başında, gelişmiş bir insan gibi. Üç günlükken her gün on yaş yaşadı, otuz yaşındaymış gibi konuşmaya başladı. Ve otuz yaşında, terbiyeli, iyi yetişmiş bir insandır. Üç günlükdü o zaman. Hazret-i Îsâ’nın doğumu mucize, oluşu mucize Cebrâil tarafından, ölümü mucize ve çocukluğu da mucize. Her tarafı mucize. Çünkü orada başka bir hikmet var. Hazret-i Meryem’in şânını yükseltmek istiyor Allah. Mahkûm edilen, süründürülen, kadın haklarının sıfırlandığı bir devirde geldi Hazret-i Meryem. Meryemü’l-Betûl. Çocuk doğurdu ama bikri bozulmadı, bâkire olarak yaşadı. Üç günlükken otuz yaşında gibiydi, sakalı çıkdı. Dediler ki, “Yâ Meryem, bu piçi nereden peydahladın? Senin baban iyi bir insandı. Annen de sâliha bir kadındı”. Hanne. Peygamber soyundan geliyorlar, çok dindar bir âile. İşte adanmış diyorum, Allah’a adanmış bir âile. Ondan sonra Hazret-i Meryem dedi ki, “اِنّ۪ي نَذَرْتُ لِلرَّحْمٰنِ صَوْمًا فَلَنْ اُكَلِّمَ الْيَوْمَ اِنْسِيًّاۚ innî nezertü li’r-rahmâni savmen, fe len ükellime’l-yevme insiyyâ” dedi. “فَاَشَارَتْ اِلَيْهِ۠ fe eşâret ileyh” diyor. Meryem, Îsâ’ya işâret etdi, “Sen konuş dedi benim yerime, ben şimdi susuyorum. Hiç kimseyle konuşmamak üzere Allah’a sükût orucu adadım”. Sonra Hazret-i Îsâ’ya işâret etdi Hazret-i Meryem. “قَالُوا كَيْفَ نُكَلِّمُ مَنْ كَانَ فِي الْمَهْدِ صَبِيًّا kâlû keyfe nükellimü men kâne fi’l-mehdi sabiyyâ”. Onlar dediler ki, “Bu kadar küçük çocuk nasıl konuşacak?” dediler. Karşıdakiler, iftirâyı atanlar. Onlar dediler ki, “keyfe nükellimü”, “beşikdeki çocukla nasıl konuşacağız, nasıl muhâtab olacağız diye itiraz edince, Hazret-i Îsâ başladı konuşmaya.
“قَالَ اِنّ۪ي عَبْدُ اللّٰهِ۠ kâle innî abdullah, ben Allah’ın kuluyum”. Sanki başına geleceği biliyor gibi. İleride tanrı diyeccekler, Allah diyecekler, Allah’ın oğlu diyecekler ona, onları başdan siliyor, başdan söylüyor. “innî abdullah, ben Allah’ın kuluyum” , “âtâniye’l-kitâb, bana kitap verdi Allah”, "ve cealenî nebiyyâ, beni peygamber yapdı” diyor. “Yapdı” diyor, bak mâzî sîgası kullanıyor burada, geçmiş zaman. Meryem’in kucağında, üç günlük bebek, otuz yaşındaki bir peygamber gibi ve o gün vazîfeye başladı, irşâda başladı. Ötekiler de şaşdı kaldılar. Meryem’e iftirâ atanlar şaşdı kaldılar. Ama iftirâ hâlâ devâm ediyor, Yahudiler katiyyen inanmıyorlar. Zinâ olduğuna inanıyorlar. Kötülemek için Hazret-i Îsâ’yı ve Meryem’i ellerinden gelen ne kadar iftirâ varsa atıyorlar piyasaya. Hıristiyanlığı bâtıl hâle getirmek için. Ama hıristiyanlık da onlara inad bütün dünyâya yayıldı.
Îsâ aleyhisselâm, Allah’ın talîmiyle dünyaya konuşur olarak geldi. Ve doğar doğmaz söz söyledi. Zinâdan ve fesaddan doğmadığını anlatmak ve anasını fuhuş töhmetinden kurtarmak için beşikde yatan bir çocukken söz söylemeye başladı. Üç günlük çocukken ne verilecekse verilmiş, İncil verilmiş, vahiy gelmiş. Onun için Hazret-i Îsâ’nın bütün ömrü üç gün, üç yaşdır. Üç yaşda peygamberliği sürmüşdür. Zâten hıristiyanlar hâlâ içinden çıkabilmiş değiller.
Mücâhede etmek için çalışmak ve hareket etmek lâzımdır ki ayran içindeki yağı çıkarsın versin. Malûm ya yağın ayrandan ayrılması için yayıkda dövülmesi ve hareket etdirilmesi yâhud tulumda çalkalanması îcâb eder. Bunun için sâlikin kalbinde de füyûz-ı ilâhiyye zuhûr etmesi için beden yayığının kımıldaması gerekir. Ayranın içindeki yağ, görünüşde yok gibidir. Varlık sancağını kaldıran yani gözle görünen ayrandır. Ama yağ sonradan yüzüne çıkar, köpürür üstüne çıkar. İçinde yağ vardır ama sen o yağı göremezsin. İşte rûhu niye göremiyoruz? Görünmüyor da onun için. Ten ile can ayrı ayrı değildir fakat canı görmeye izin verilmemişdir diyor. İzin yok. Ne diyor? Libas tenden ten de candan habersizdir diyor. Libas tenden habersizdir yani elbise kimin üzerinde olduğunu bilmez, ten de rûhu tanımaz. Canlı olduğu hâlde, içinde olduğu hâlde, onu bilmez. Elbise içindeki bedeni tanımaz, beden de içindeki rûhu tanımaz. Ama rûh ikisindeden de haberdardır. Hangi elbiseyi giydiğini, hangi bedeni taşıdığını, neresinin ağrıdığını, bir diş ağrısı bie yeter. Bütün ağrıları çeken rûhdur zâten, merak etmeyin. Siz morfin yapar yolları keserseniz. Onun için çekilmeyen acı yaşanmış sayılmaz, hissedilmeyen acı yaşanmış sayılmaz.
Sana var görünen kışırdan ibârtedir. Sen kabuğu görüyorsun diyor. Yok olarak görünen de asıl sensin. Buyur işte. Eğer bedeni yok edersen, kendi kendini görürsün, bulursun. Beddenle olan ilişkiyi, asgarîye indirirsen rûhla başbaşa kalırsın, o zaman görürsün. Ama bedene hizmet etdiğin müddetçe rûhun farkında olman mümkün değildir. Rûhunu geliştirmen de mümkün değildir. Yüzlerce misâl var, binlerce misâl var. Hazret-i Mevlânâ diyor ki “Bu rûh, saksı içindeki çiçek gibidir. Beden saksıdır, rûh onun içindeki canlı çiçekdir. Sen diyor hep saksıyı boyuyorsun ama çiçeği hiç sulamıyorsun diyor. Biz saksıyı boyuyoruz, süslüyoruz. İşte çiçekçiler de öyle yapıyor zâten. Kağıt sarıyor, kurdela bağlıyor filan.
Ayran yağ tutmamış ve eskimişdir, onun yağını almayınca sakın harcama diyor. Aklını başına topla da o ayranı usulüyle ve el değiştirmekle çalkala ki gizlenmiş olan yağ meydana çıksın. Sarhoşların yalvarıp istemeleri, nasıl sâkînin vücûduna delîl ise, “yâhu bir tek getir falan” diyor işte, tezgaha sesleniyor, fânî olan bir kalıp da bâkî olan rûhun varlığına alâmetdir, şâhiddir.
Sancaklardaki aslan resminin oynaması, rüzgar esdiği zaman, bayrağı çekiyorsun, onun üstündeki aslan rüzgar vurdukça dalgalanıyor, diyor o resimdeki aslanın dalgalanması seni aldatmasın. Gizli bir rüzgarın varlığından haber vermekdedir. Eğer o rüzgarın hareket etdirmesi olmasaydı, o bayrakdaki cansız aslan nasıl hareket ederdi? Aslanın hareketinden onu tahrîk edden rüzgarın samyeli mi yoksa lodos mu olduğunu anlarsın. Bu hareket o gizli rüzgarı anlatır. Bu beden de sancak aslanı gibidir ki onu dâimâ fikir hareket etdirir. Biraz diyor kafanı çalıştır bu işler için. Şark tarafından gelen fikir sabâ rüzgarı gibi latîfdir. Mağribden gelen yani batı tarafından gelen fikir de lodos rüzgarı gibi vebâ neşreder, hastalık getirir. Zâten hep öyle inanılır. Eski İstanbul’da da öyledir. Lodos hastalık getirir, nezle getirir, uyuşukluk getirir. Hattâ lodos balığını bile yemezdi eski İstanbullu, “Lodos balığı yenir mi” derlerdi. Kar yağacak, balıklar yağlanacak, sertleşecek, ondan sonra.
Bu beden de o sancakdaki aslan gibidir ki onu daima fikir hareket ettirir. Tefekkür de lâzım diyor Hazret-i Mevlânâ. Bu fikir rüzgarının esdiği şark başka şarkdır. Yine o fikir rüzgarının esdiği garb da o tarafdan yani nefis ve Şeytan cihetindendir. Ya seni hayra sevkeder, iyiliğe doğru itekler. Yâhud şehvet yâhud günah tarafına doğru itekler diyor. Lodosu beğenmiyor Hazret-i Mevlânâ. Nefsânî olan hevesler, lodos rüzgarı gibidir diyor, seni hep kötülüğe sevkeder. Ay cansız olduğu gibi onun şarkı da cansızdır. Fakat gönlün şarkı ise cânlar cânının cânıdır. Yani rahmânî rüzgarı poyraza benzetiyor, doğudan esen rüzgar diyor. Allah’ın tecellîsi oraya olur. Cenâb-ı Hakk rûh-ı rabbânînin cânı, rûh-ı rabbânî de rûh-ı hayvânînin cânı olduğu için Hazret-i Mevlânâ Allah’a cânların cânı diye tabîr ediyor. Cânların cânı. Kalbi tenvîr eyleyen güneşin yani içimizdeki manevî güneşin ki gündüzün doğan güneş onun ancak kışrı ve aksidir. Esas diyor gönlüne doğacak güneş önemlidir. Gündüz güneşi onun diyor temsilcisidir yani bir taklîdidir. O kadar değerli bir şey. Evliyâullah hazerâtının kalbi de rûhudur. Çünkü ten, cân yalımı olmadı mı ölür gider. Ten, cân tarafından beslenmedikçe, hayât dediğimiz şeye sâhip olmadıkça, ölür gider. Artık onca ne gündüz vardır, ne gece vardır. Yani ölü bir bedene göre gündüzün de gecenin de farkı yokdur. İşte o karanlık mezarın içinde ne yapacaksın? Öldükden sonra zâten karanlık, aydınlık diye bir şey kalmıyor ki. Ten için hiçbir şey yok. Bütün azâbı bu dünyâda da rûh çekiyor, öbür dünyâda da rûh çekiyor. Yani maddî şeylerin acısını da rûh çekiyor. Diş ağrısını da rûh çekiyor. İşte diyorum morfinle eğer onu durdurursan rûh acıyı duymadığı için yok gibi kabûl ediyor. Diyor ki işte, apranax al diyor diş ağrısını keser diyor. Ağır kesilince, ağrı yok zannediyorsun. Halbuki o devam ediyor. Ama sen iletişim koptuğu için duymuyorsun onu. Beden olmaz fakat rûh olursa, gece ve gündüz olmasa da o rûh bâkîdir. Geceye gündüze ihtiyâcı yokdur rûhun diyor. Nitekim göz rüyâda ay ve güneş olmadığı hâlde, ayı da görüyor, güneşi de görüyor, daha başka şeyleri de görüyor. Rüyâ görüyorsun, gözün kapalı, uykudasın. Ne güneş var, ne ay var ama gözsüz, uyku hâlinde bile, gördüğün rüyânın içinde bütün renkleri, şekilleri, aydınlığı filan farkediyorsun.
İşte hocam diyor, çok güzel bir hava vardı, deniz kenarındaydık diyor, arkadaşlarla beraber girdik diyor, denize girdik diyor, ondan sonra kavun geldi diyor, kavunu yerken uyandım diyor. Söylüyor, ne yediğini, ne yapdığını filan. İyi diyorum bir yerden hastalık bulaşacak sana ama çabuk kurtulacaksın diyorum. Kavun yemek hastalıkdır. Karpuz yemek şifâdır. Eğer bir hasta rüyâda karpuz yediğini görürse, yakın zamanda şifâ bulacak demekdir. Nar öyledir, şifâ alâmetidir. Nar yiyen de öyledir. Hastaya nar yetiştirmek diye bir tabir var Türkçede. Bol bol nar yiyin, son derece faydalı. Nar suyu için. Portakal suyu içeceğine nar suyu iç. Kur`ân’da yer alan meyveler, gerçekden hârika birer mucizedir. Rummân diyor, narın ismi geçiyor. Hurmanın ismi geçiyor, incirin ismi geçiyor, zeytinin ismi geçiyor, üzümün ismi geçiyor. Kur`ân’da ismi geçen meyveler gerçekden şifâ kaynağıdır. Onu Allah boş olsun diye söylemiyor. İşte, “min baklihâ ve kıssâihâ ve fûmihâ ve adesihâ ve basalihâ” diyor. Sarımsak, mercimek, bakla ve soğan. Kur`ân’da geçiyor.
“Allahu yeteveffe’l-enfüse hîne mevtihâ, Allah ölüm ânında nefsi öldürür, velletî lem temüt fî menâmihâ, uykusunda öleni, fe yümsikülleti kazâ aleyhe’l-mevte ve yürsilü’l-uhrâ ilâ ecelin müsemmâ, tekrar onu irsâl eder, yeninden yaratır, onu dünyâya getirir". Öldüren de Allah’dır, ihyâ eden de Allah’dır. “تَبَارَكَ الَّذ۪ي بِيَدِهِ الْمُلْكُۘ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ * اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ tebârekellezî bi yedihi’l-mülk ve hüve alâ külli şey’in kadîr. Ellezî halaka’l mevte ve’l-hayâte li yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ” diyor. Sizi orada imtihana çekecek, öldürecek, sonra diriltecek, sonradan da bizi hesâba çekecekdir.
O reenkarnasyon falan, bu âhiret fikrinin olmadığı dinlerde vardır. Rûhun ebedî olduğuna inanıyor, fakat âhiret fikri yok. Beden ölüyor, onlar da bizim gibi düşünüyor, beden ölür rûh ölmez. E peki beden öldü rûhu nereye koyacaksın? Cennet yok cehennem yok âhiret yok. Onu ikinci bir bedene taşıyacaksın. Ona bir yer bulacaksın. Akılla yani. Diyorlar ki reenkarnasyon. Rûh ölmediğine göre çeşitli bedenlerde durmadan tekrarlanır durur. Bir zaman eşek gelmişdi, eşek ölür, aynı gün doğan bir çocuk o eşeğin rûhuna sâhip olur. Hiçbir rûh boşa gitmez. Peki bu din îcâd edildiği zaman Hindistan’ın nüfûsu yüz milyondu, şimdi olmuş bir milyar. Yüz milyon eşeğin rûhu bu bir milyara nereden yetecek, yine yeni rûh lâzım, bu kadar ihtiyâcı karşılamak için. Onu hiç kimse hesâba katmıyor. Halbuki rûhun da sâhibi Allah’dır. Allah’ın yanında rûh da çok, beden de çok. İstediğine istediğini veriyor. Öyle bir şey yok. Yani rûhu tekrar tekrar diriltip, tekrar tekrar bedenlere sokmaya gerek yok efendim. Hattâ ervâh kelimesi yokdur Kur`ân-ı Kerîm’de geçmiyor. Rûhun çoğulu yokdur. Allah’ın katında bir rûh var, tıpkı güneş ışığı gibi, o nereye vuruyorsa orada canlılık meydana geliyor. Allah “يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُ وَيَخْتَارُۜ yahluku mâ yeşâu ve yahtâr” diyor. Allah dilediği gibi yaratır, dilediği seçimi yapar. Dilediği gibi seçim yapar, dilediği gibi yaratır.
Şimdi, Allah’ın hâlık-ı mutlak olduğuna inandıkdan sonra, bu işler kolaylaşır. Ama öyle bir inanç yok. Bizim inandığımız gibi Allah inancı net ve açık değil, âhiret fikri bu kadar açık değil. Hazret-i Ali, A’raf sûresi geldiğinde diyor ki, “Ben şu anda ölsem, cenneti cehennemi gidip sokak sokak gezsem dolaşsam, tekrar dirilsem, şimdiki bilgimden ne bir şey artar, ne bir şey eksilir diyor. O kadar anlamış Kur`ân-ı Kerîm’i yani. Uzman olarak. A’raf sûresinde hepsi anlatılıyor çünkü. Cennet ehli, cehennem ehline ne dedi, cehennem ehli cennet ehlinden neler istedi, neler oldu, nasıl olacak, öldükden sonra nasıl dirileceğiz, hepsi hepsi bütün âhiret ahvâli sokak sokak anlatılmışdır. Hiçbir dinde A’raf sûresine benzer bir beyân, bir açıklama yokdur. Hepsinde mübhem böyle, kapalı. Yarı açık, yarı anlatılıyor. İşte Tevrat’da bile. Cennet cehennem kelime olarak var. Havvâ oradan, Âdem oradan çıkdı geldi. Fakat ebedî dünyâdan, hesapdan, kitapdan, cennetden, cehennemden bahseden âyetler yokdur. Kur`ân’da çok sarîh. Yüzlerce âyet var, cennetle cehennem hakkında. İyiler cennete girecek, kötüler cehenneme girecek. “اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ innellezîne âmenû ve amilü’s-sâlihâti lehüm cennâtin tecrî min tahtihe’l-enhâr” diyor. Hemen, hemen. O kadar açık seçik, o kadar bâriz. Dîn-i mübîn zâten, mübîn demek, açık seçik demekdir. Beyân kelimesi de oradan gelir, açıklama diyoruz. Beyân, bildiri, beyân.
Bu bahis böyle. Bu devam edecek. Hazret-i Mevlânâ daha bir şeyler söyleyecek herhalde. Epeyce şeyler söyleyecek.
Yâhu bu iş iyice anlaşılmadan din tamam olmaz. Allah nasıl bir varlıkdır, özellikleri nedir, rahmeti nedir, merhameti nedir, peygamber kimdir, peygamberin vazîfeleri, ahlâkı nedir. Bunu anlamadan sen dindar olamazsın zâten. Yapdığın dindarlık da yatıp kalkmak olur işte. Aynen diyor ki yine hadîs-i şerîfde, “Seni diyor günahdan uzaklaştıramayan namaz Allah’dan uzaklaştırıyor demekdir“. “Seni günahdan uzaklaştıramayan ibâdet Allah’dan uzaklaştırıyor, bil diyor bunu”. “اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ inne’s-salâte tenhâ ani’l-fahşâi ve’l-münker” diyor. Âyet söylüyor. Diyor ki, “Namaz, insanı kötülükden, pislikden, her türlü fuhşiyatdan, günahdan uzak tutar”. “Tenhâ”, nehy eder, engeller. Eğer diyor bu tecellî etmiyorsa sende, bil ki Allah’dan uzaklaşıyorsun diyor. Günahdan uzaklaşamıyorsan, Allah’dan uzaklaşıyorsun, bunu bil, bunu hisset diyor. Bu bir işâret, hep böyle köşe taşları gibi. Şu şeyler var ya trafikde büyük işâretler var böyle, levhalar. Altı yüz metre sonra diyor, sağdaki kavşak Bursa’ya gider, öteki Balıkesir’e gider, filan. Trafik işâretleri gibi, her şey açık seçik efendim. Hiç gizli bir tarafı yokdur.