20 Nisan 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Ziynetü'l-Kulûb nâmındaki eserlerinde buyuruyorlar ki :
Ey aslını öğrenmek isteyen! Hakîkatde sultân olup, bu âleme uryan gelen ve bu âlemden uryan giden! Bu gidişinde, o uryan haliyle ya ebedî âleme sultân olacak veya ebediyyen uryan kalacak olan insanoğlu!
Bu âlemde, ilk ve en önemli vazîfen, nereden geldiğini, niçin geldiğini ve nereye gideceğini aramak ve öğrenmekdir. Geldiğin yer Hakk'dır. Vazîfen ise, seni bu âleme insan olarak getiren kudsî ve muazzam varlığa, inanıp îmân getirmek ve ondan râzı olmakdır. Her işinde, O'nun rızâsını aramakdır. Teslîm-i küllî ile O'na teslîm olmakdır. O'nun arzu etdiği şekilde yaşamakdır. O'nun arzu etdiği şekilde yaşamak için de, sana peygamberi vâsıtasiyle gönderdiği kitâba uymakdır. Bu kitâbı anlamak ve bütün bu saydıklarıınızı öğrenmek için de, ilim tahsîli farzdır. Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimiz, "Utlubü'l-ilme velev kâne bi's-sıyn, talebü'l-ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin" yani "İlim, Çin gibi uzak bir diyarda dahi olsa, erkek veya kadın her müslümana ilim tahsîli farzdır" buyurmuşlardır. Bir diğer hadîs-i şerîfde de, "Hayatda en hakîkî mürşid ilimdir" buyurulmuşdur.
Semâvî kitâbların en yücesi ve sonuncusu olan, Hakk'ın kelâmı, ahkâmı hiç bir zaman eskimeyecek, dâimâ genç ve dinç kalacak olan ve on dört asırdan beri bütün hasımlarını mağlûb edegelmiş olduğu gibi, kıyâmete kadar da hasımlarını münhezim edecek olan Kur'ân-ı Azîmü'l-Bürhân'ın birinci âyeti "ikra' (oku!)" değil midir?
İlim ve âlimler hakkında, nice âyât u beyyinât ve nice ehâdis-i şerîfe mevcûddur ve bu âyet-i celilelerle hadîs-i şerîflerden alınan feyz ü berekât ile söylenmiş vecîzeler ve kütübhâneler dolusu eserler vardır. Demek oluyor ki, insanoğlunun birinci vazîfesi okumakdır. Zîrâ bilenlerle bilmeyenler müsâvî değillerdir. Allah Celle, Kur'ân-ı Kerîm'de : "هَلْ يَسْتَوِي الَّذ۪ينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَۜ hel yestevillezîne ya'lemûne vellezîne lâ ya'lemûn" (Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu) buyurmuşdur.
Ne var ki, iş yalnız okumakla da bitmez. Tefekkür etmek, düşünmek, okuduğunu anlamak ve anladığını hazmetmek gerekir. Tefekkürsüz, mücerred okumakla iktifâ edenler, okuduklarını düşünmekden mahrûm olanlar, okuduklarını hazmetmeyenler ve okudukları ile âmil olmayanlar hakkında da aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil olmuşdur. Öyle kimseler vardır ki, çok okurlar ammâ okuduklarını anlayamaz ve anladıklarını hazmedemezler. Allahu Sübhânehû ve Teâlâ, bu gibiler için de : "مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًاۜ meselüllezîne hummilü't-tevrâte sümme lem yahmilühâ ke meseli'l-hımâri yahmilü esfârâ" (Kendilerine Tevrat yükletilip, öğretilerek hükümleri ile amel etmeleri teklif olunanlar, sonra onu taşımayanlar, hükümleri ile âmil olmayanlar, ondan faydalanamayanlar, büyük büyük kitâblar taşıyan merkeblere benzerler) buyurmuşdur.
Evet, merkeb o kitâbları yüklenmekle yorgunluk ve meşakkat çeker ammâ, kendisine hiç bir faydası olmaz. Şu halde, okuduğunu anlamayanlarla, anladıkları ile âmil olmayanlar da, kitâb taşıyan merkebden farksızdırlar.
Bu hükme varınca, ortaya kendiliğinden bir hakîkat çıkıyor. İnsanoğlunun birinci vazîfesi okumak ise, ikinci vazîfesi de tefekkür etmek yani düşünmekdir. Demek ki, okumakla iş bitmiyor, okuduğunu düşünmek ve onunla âmil olmak da gerekiyor. Hiç şübhesiz, bu kolay bir iş değildir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde, bir saat tefekkür etmenin, altmış yıl nâfile ibâdet etmekden, Allahu Teâlâ'ya daha sevgili olduğunu beyân buyurmuşlardır. Buna binâen, Hazret-i Yûnus kuddise sırruh :
buyurmuşdur.
Tefekkürsüz ilim, hazımsız gıdâya benzer. Yediğimizi hazmedemediğimiz takdirde, nasıl rahatsız oluyor ve o gıdâdan faydalanamıyorsak, tefekkürsüz ilimden de insan aynı şekilde rahatsız olur ve yararlanamaz.
Okumak, okuyan kişinin, okuduğunu gördüğü kadardır. Tefekkür ise ona verilen anlama kudreti nisbetinde olur ki bu bakımdan anlama, okumanın fevkindedir. Mücerred okumak, harflerin bir araya gelerek bir şeye rumuz olduğunu bilmek, mücerred o rumuzu görmek demekdir. Anlamak ise, o rumuzun anlatmak istediğini anlayabilmekdir. Meselâ, İNSAN kelimesini yazdığımız zaman, İ, N, S, A, N harfleri mi insandır yoksa bu harflerin delâlet etdiği manâ mı insandır? Mücerred okuyan, İNSAN kelimesine insan diyen kimsedir. Tefekkür eden ve anlayan ise, bu kelimenin delâlet etdiği manâyı anlayabilendir.
Nübüvvetlerini henüz ilân etmekle emrolunmadıkları devrede, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize, Hira Dağında tefekkür irâde buyurulduğunu ve yalnızlığın kendilerine sevdirildiğini Buhârî-i-Şerîf beyan etmekdedir. Bu uzun tefekkür devresinden sonra, kendilerine Cebrâil aleyhisselamın vahiy getirdiğinde, bütün islâm kaynakları ittifak etmekdedirler. Zîrâ kâinatda insandan yüce bir mahlûk halk olunmamışdır. Kâinatda görülen her şey, insan için halk buyurulmuşdur. Buna binâen, hadîs-i kudsîde Allah Celle, "Ey insan! Her şeyi senin için yaratdım, seni de, zât-ı ulûhiyyetim için halk etdim" buyurmuşdur. İnsan halîfetullahdır. "وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ ve iz kale rabbüke lil melâiketi innî câilün fi'l-ardi halîfe" (Hani Rabbin meleklere ben, muhakkak yeryüzünde bir halîfe yaratacağım demişdi).
Bundan da anlaşılıyor ki, tasavvuf insana kendi kıymetini öğreten bir ilimdir. "Kendini bilen, Rabbini bilir" hadîs-i şerîfi de, insan kendi aczini ve fânîliğini bilirse, Rabbinin kudret ve kuvvetini, azamet ve celalini anlar ve o yüce varlığa, o kudret ve kuvvete, o celâl ve azamete karşı muhabbetin ve korkunun ne idüğünü idrâk eder, gerçeğini belirtmekdedir. İnsan, muhabbetle yaratıldığını ve hikmetin başı Hakk korkusu olduğunu sezdiği gün gerçek insan olur.
Kişi, iki hâlet üzeredir. Uhdesine tevdi olunan vazîfeyi, ya muhabbetle veya korku ile yapar. Hiç şübhe yokdur ki, muhabbetle yapılan herhangi bir iş, korku ile yapılandan daha üstün ve yücedir. Seven, sevdiğini hem sever, hem sayar, hem de itâat eder. Bunun için de, sevdiğini kırmakdan, incitmekden ve darıltmakdan çekinir. Kişi, sevdiğinin emrini seve seve, memnûniyet ve muhabbetle yerine getirir ve böylelikle ona olan aşk ve muhabbetini izhâr etmiş olur. Kişi, sevdiğinin sevmediği ve men' etdiği şeyleri de, sevdiğini incitip kırabileceği mülâhazasıyle yapmaz ve bu gibi şeylerden kaçınır.
Gösterdiğimiz misâller, aynı cinsden olan insanlar içindir. Ya kişinin sevdiği Hakk olursa? Düşünen kimseler için bu muhabbet ve korkunun ne demek olduğu âşikârdır. Allahu Teâlâ'yı en çok seven ve muhabbet eden ve ondan en fazla korkan şübhesiz Resûl aleyhi's-salâtü ve's-selâmdır. Hakk'a yakınlık, bunu ifade etmekdedir. Hakk'ı, Hakk'ın istediği gibi bilen, O'nu seven ve O'ndan korkan yine Nebiy-yi Zîşân'dır. Zîrâ sevmeğe lâyık ve korkmağa elyak Allah Celle Hazretleridir. Bu âlemde, her şeyin fânî olduğunu, her şeyin mahv u harâb olacağını, ancak Allahu Teâlâ'nın bâkî kalacağını en iyi bilen de, şübhesiz mefhar-i kâinât aleyhi efdalü't-tahiyyât Efendimizdir. Hakîkat-i Muhammediyyeye bir nebze vâkıf olanlar da, sevilmeğe, sayılmağa ve itâat olunmağa lâyık olanın ancak Allahu Azîmü'ş-Şân olduğunu bilir, görür ve tadarlar.
Allahu Sübhânehû ve Teâlâ, yarattığı bunca mahlûkât içinde insana verdiği değeri ve önemi, hiçbir mahlûkuna vermemişdir. Görünen ve görünmeyen bütün âlemleri, gökleri ve göklerin içinde bulunan güneşi, ayı ve yıldızları, havayı, yerleri ve yerlerin altında ve üstünde bulunan gizli ve âşikâr bütün nimetleri, denizleri ve denizlerin derinliklerinde bulunan her şeyi ancak ve yalnız insanoğlu için yaratmışdır. İnsanoğlunun kursağına bir lokma ekmeği indirmek için güneşi yaratmış, yağmurları yağdırmış, toprağı beşerin yaşamasına elverişli hâle getirmişdir. İnsana verdiği vücûd, el, ayak, göz, kulak, ağız, burun, rûh, his, akıl, düşünce, irâde, kâbiliyyet hiçbir mahlûka verilmemişdir. İnsanın nâil olduğu bir çok nimetlere melekler dahi nâil olamamışlardır. Hattâ meleklerin bir kısmı dahi, insanoğluna hizmet için halk olunmuş, cennet ve cehennem insanoğlu için halk ve îcâd buyurulmuşdur. Kâfirlerin rûhlarını kabzetrnek için dahi melek gönderilmesi ve bu ameliyyenin melekü'l-mevt vâsıtasıyle icrâ edilmesi ve kâfirlerin nâra yani cehenneme girmeleri de Allahu Teâlâ'nın insana verdiği önemi göstermektedir.
İnsanın, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ'dan geldiğini ve yine o·na rücû' edeceğini, Kur'ân-ı Azîm haber vermekdedir : "اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ innâ lillâhi ve innâ ileyhir raci'ûn" (Biz Allahu Teâlâ'nın kullarıyız ve ancak O'na döneriz). Allah Celle, insanı severek yaratmışdır. Bu sebeble, insanın da zât-ı ulûhiyyetini sevmesini ister. Buna binâen, Kur'an-ı Hakîm'de, "قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ kul in küntüm tuhibbunallahe fettebi'ûnî yuhbibkümullah" (Yâ Muhammed de ki, eğer siz Allahu Teâlâ'yı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allahu Teâlâ da sizi sevsin) buyurulmuşdur.
www.muzafferozak.com