27 Aralık 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular :
Mescidlere isim verilmiş, beytullah denmiş. Bu, mecâzî bir sözdür. Beytullah demek, Allah'ın evi demek. Allah câminin içinde oturmaz ki, niye beytullah demişler? Bu sözle câmiye şeref verilmiş. İnsanoğlu da beytullahdır hattâ asıl beytullah, insanoğludur. Çünkü semâvâta ve arda sığmayan Allah, insanların kalbine tecellî etmişdir yani insan kalbine tecellî etmişdir. Arda semâya sığmayan Allah, mekânların mekânı olan Allah, insan kalbine tecellî etmişdir. Yani tecelliyât vardır. İnsan kalbi, Allah'ın mekânı değildir, Allah mekândan münezzehdir. Allah mekânların mekânıdır, tecelliyât vardır kalbe. Sözü yanlış anlamasınlar. Çünkü artık iş iyice gevşedi, sakız gibi oldu. Herkes Allah'ı küçültmeye başladı.
On bin defa söylersin, on binde bir kişi anlar, o da yanlış anlar. Ben kaç seneden beri milletin peşinde dolaşıyorum, laf anlatmaya çalışıyorum.
Câmiden çıkarken iki kişi konuşuyor. "Bu ne biçim hoca yâhû! Başını üç parmakla mesh edersen kâfir olursun dedi" diyor. Halbuki ben söyledim kürsüde, "Başı üç parmakla mesh etmek kâfîdir" dedim. Ben kâfî dedim, o kâfir anlamış.
Bir gün birisi, tımarhânenin önünden geçiyormuş, içeriye seslenmiş, tabîbe seslenmiş, doktora, başdoktora. "Sizde masiyet illetine çâre var mı doktor?" demiş. Bir sôfî, irşâd zımnında tımarhânenin başdoktoruna, "Sizde masiyet illetine çâre var mı?" demiş. Masiyet demek, Allah'a isyân demek. "Masiyet illetine sizde çâre var mı?" demiş. Doktor duralamış. Orda bir akıl hastası demiş ki, "Efendim müsâade eder misiniz, ben bu sofuya bir cevap vereyim" demiş. Doktor, "Haydi ver bakayım" deyince, "Dur sofu!" demiş, "Onun cevâbı bende. İstiğfar kökünü, tövbe yaprağı ile karıştırır, kalb havanında tevhîd tokmağıyla döversin, insaf eleğinden elersin, gözyaşıyla sularsın, aşk ateşinde pişirirsin, kanaat kaşığıyla yersin. Birebir gelir" demiş. O sôfî de orda şaşırmış, demiş ki, "Dîvâneden dîvâna sığmayacak kelâm çıkdı demiş".
Anlatdık böyle. Anlatdık bunu, sonra dışarı çıkdık, bir adam geldi, elimi öpdü benim, "Efendim, bu tövbe yaprağıyla istiğfar kökü Mısır Çarşısında otçularda var mı?" dedi. Benim kafatasım fenâ halde atdı. "Orası câmi olmak dolayısıyla ben fazla konuşamadım. Daha onun başka şeyleri var, orda kısa kesdik. Çıkar defter-kalem yaz" dedim. Çıkardı. "Yarım okka ziftin peki". Yazdı. "Bir pabuç teki, yarım okka ceviz içi". Onu da yazdı. "Bir okka şişman adam kıçı, elli tâne balık oltası, yirmi tâne yumurta sarısı, otuz tâne çingene karısı, davul tozu, minâre gölgesi, balta sapı, çamur dubası, yapar yutarsın bu hapı, ertesi gün ya Karacaahmed ya Edirnekapı". Şaşırdı adam. Ulan ben ne söyledim câmide, Allah cezânı kaldırsın. Bu bir remz yâhû. Edebî bir şey, güzel bir şey. Sen sâhi tövbe yaprağı mı zannetdin? Böyle.
Bir gün de Bayezid Câmisinde vaaz ederken, hac zamânıydı böyle, bayram yakındı, kurban bayramı, dedim, "Hacca giderseniz, orda şeytan taşlanırken, birbirinizi taşlamayın şeytan diye, şeytana taş atın". Müslümanlar, orda birbirinin kafasını deliyorlar. Halbuki dünyâda Allah'dan sonra en büyük varlık hangi varlıkdır bakayım? İnsan. Zübdesi de Hazret-i Muhammed'dir. Kur`ân insan için nâzil olmuş, cennet insan için yapılmış, cehennem insan için yapılmış. Melekler de insan için, Allah'ın meleğe ihtiyâcı yok ki. Herşey bizim için. Ama müslümanlar insanın ne olduğunu bilmiyorlar, bilmeyince birbirlerinin kafasını patlatıyorlar, şeytan diye. Ne lüzum var öyle şeylere. O bir remzdir, şeytan orda yok ki. Şeytan insanın kendisinde. Rahmân da kendinde, şeytan da kendinde. Orda o, bir remzdir. Yedi tâne taş atılır. Bunun ma'nâsı ne? İnsanda yedi sıfat vardır. Bu sıfatlara o taşların her biri bir remzdir. Ucub, kibir, riyâ, hased, gadab, hubb-i câh, hubb-i mâl. Halbuki halk birbirinin kafasını taşlıyor, kiminin başı patlıyor. Böyle kaya atıyorlar arkadan. Allah muhâfaza buyursun. Kaç tâne hacı şehîd oldu. Şeytanı vurayım derken. Dedim ki, "Böyle yaparlarken, şeytan çıkmış taşın üstüne oturmuş, müslümanların hâline gülüyordu". Herif çıkıp demesin mi bana, "Sahi şeytan orda mıydı, hakîkaten gülüyor muydu?". Kıyâfeti de bir adama benziyor, elbisesi melbisesi filan böyle bir adam. "Evet ordaydı" dedim, "Nasılsın diye sordu bana, ben de iyiyim, sen nasılsın diye sordum" dedim.
Halbuki bak, şimdi alalım elimize. İnsana teşekkür, bir kimseden bir hayır gördüğün vakit, güzel bir şey, ona teşekkür etmek. Teşekkürün ma'nâsı şükürdür. Teşekkür şükürden gelir, malûm. Sen Arapça biliyorsun, sülâsîsi "şekere"dir. Bildiğin şeker değil. O şeker zannediyor ağzını şapırdatıyor orda. Şükürdür. "Lem yeşküri'n-nâs lem yeşküri'llah". Bir adam eğer kuldan gördüğü iyiliğe teşekkür etmezse Allah'a teşekkür etmiş olmaz o adam.
Allahu Teâlâ nimetleri ve nikmetleri insan eliyle vermişdir insana. Gökden altın yağmaz, ekmek de yağmaz gökden. İnsanoğlu tarlayı sürer, buğdayı atara, üstünü kapatır, sonra Cenâb-ı Hakk'dan rahmet diler ve O'nun merhametine sığınır, ordan ekmek bekler. Ve bu iş birbirine bağlıdır. Ben yapmam o işi, köylü yapar. Ben kitâb satarım, köylü benden kitâb alır, ben fırıncıdan ekmek alırım, fırıncı gider ondan buğday alır, buğdayı bilmem kim kimden alır filan. Birbirine bağlamışdır, iş Hakk'a gider sonra. Öyle yapmış Cenâb-ı Allah.
Allahu Teâlâ insanlara sakal-bıyık vermişdir, düzletmesini insanlara bırakmışdır. Bırakırsan böyle çıkar o, olmaz, sen düzelteceksin. Dağ-taş vermişdir, düzeltmezsen, yol bulamazsın kendine. Yolu sen yapacaksın. Dünyâ böyle. Âhiretde böyle değil, âhiretde rahatlık var.
İnsana teşekkür, Hakk'a teşekkürdür. İnsana küfür, Allah'a küfürdür. İnsana muhabbet, Allah'a muhabbetdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk kendi sevgilisini insanlardan seçmişdir. Bütün mükevvenâtı, görünen ve görünmeyen âlemleri halk etmesinin sebeb-i hikmeti, insanoğlu içindir. Diyor ki, "Ey benî Âdem!". Yani Türkçesi, "Ey Âdemoğlu! Seni kendim için halk etdim, kâinâtı senin için halk etdim" diyor. İnsanoğlunun vazîfesi, "vemâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ li ya'rifûn", Allah'ı bilmekdir, Allah'ı tanımakdır, Allah'ı bilmekdir. "Li ya'bidûn" diye yazılmışdır Kur`ân'da, tefsîri "li ya'rifûn"dur. Çünkü Allah'ı bilirse ibâdet eder. Vazîfe Hakk'ı bilmekdir.
İnsanoğluna sevgi, hizmet, Allah'a hizmetdir. Onun için bir adama sen ödünç para verdiğin vakitde, niye sevâbı giriyorsun? Fukarâya yardım etdin, niye sevâba giriyorsun sen, senin defterine niye sevâb yazılıyor? Adama yardım etdin sen, Allah'a etmedin. Fukarâya verilen para Hakk'a verilen para. Borca verilen para Hakk'a verilen para. Karz-ı hasen, Allah rızâsı için. Ondan sevâba giriyorsun, Hakk'a veriyorsun onu sen, Hakk için veriyorsun. Allah ondan berî. İnsanları birbirine bağlamış böyle bu şekilde. İhânet edersen azâb görüyorsun. Neden? Hakk'a hıyânet oluyor ya.
İşte bizim yolumuz insana insanlığını bildirmekdir. İnsan ne demek, onu öğretmekdir.
Temiz gezmenin sebebi ne? Abdest, gusül, musül, filan, bunun sebebi ne? Biz kirli gezersek Allah'a bir zarar mı yapıyoruz. Allah mı rahatsız oluyor yani? Bize bir nimetullah, aynı zamanda, insanın şerefi temizlik, nezâfet. Bize şeref vermiş Allah, insanoğluna. Bir düşün. Onun için temiz gezeceğiz biz. Şeref, şeref meselesi var ortada. İnsan şerefi meselesi, onun için farz kılmış. Yoksa nimetullah. İnsana yakışan nedir? Sûreti ve sîreti temiz olmakdır.
Buraya bir Avrupalı geldi, Avrupalılar bizim buraya hep gelip gidiyorlar ya, elhamdülillah, çıkarken bana dedi ki, "Sizin dîninizin hak olduğunu bu akşam anladım" dedi. "Ben çok kitâb okudum" dedi. "Ne kadar materyalist kitâb varsa, hepsini okudum" dedi. "Hıristiyanlık âlemini de okudum, yahudiliği de okudum" dedi. "Müslümanlığı da okudum ama anlamamışdım, bu akşam burda anladım" dedi. "Neyi anladın" dedim ben. Bu kadar zikretdiniz burda, bu kadar halkın hepsi terledi, hiç bir kötü koku çıkmadı burdan" dedi. Bak ne görüyor herif! "Halbuki bu kadar adam bizim memleketimizde böyle dans etseler, oynasalar, hoplasalar, zıplasalar pis bir koku çıkar" dedi. Hakîkaten de öyle oluyor. "Sizin dîniniz hak" dedi. "Öyle kötü bir koku çıkmadı, hattâ güzel kokular çıkdı burdan" dedi. Adamın müslümanlığına sebeb olduk. Nasıl gördü bak!
Halbuki bak, bizim halkımız fukarâdır, yeni elbiseler giymez. Ekserî bize gelenler buraya, namaz kıldıkları için filan, pantolonun ütüsü bozulmasın filan diye, eski elbiseyle gelir buraya. Câmiye giderken, "Aman yenisini çıkarma, câmiye gidiyorum", pantolonun ütüsü bozulmasın diye. Allah'ın ona verdiğini O'na karşı ibâdetde giymeye kıyamaz. Halbuki ulan kıçı vermese nereye giyicen pantolonu? Kıçın olmazsa pantolonu nereye giyicen. Ayağın olmasa ayakkabıyı nereye giyeceksin? Evvelâ kıç lâzım adama pantolon giymek için. Neden o? Ben ayıplamıyorum ki halkı. Bir kat elbisesi var. Bir yere gideceği vakitde ütüsü bozulur, bilmem ne olur. Başka bir şeyi yok ki. On kat olsa kıskanır mı giyip câmiye gelmeye? Kıskanmaz. Yok, garîb, fakir, üstü başı eski. Çorabı öyle. Ama İslâm onlara öyle bir sıbga vurmuş ki, boya, bir nûr, koku yok.
Amerikada kalabalık bir yere girdik, neresiydi bilmiyorum, zât-ı âlîniz biliyorsunuz. Allah! Kokudan duramadık. Felâket oldu, sanki lağım patladı, lağım patladı! Neûzübillah. Bak, şuraya bak, mis gibi kokuyor. Halbuki bir saatden ziyâde, iki saate karîb namaz kılındı, arkadan zikir yapıldı, terlendi merlendi filan. Yaa, işte öyle söyledi adam. Bu işte İslâm'ın nimeti bu. İslâm'ın nûru, İslâm'ın nimeti.