Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri ahkâmı eskimeyecek olan Kur`ân-ı Azîm'de, Furkân-ı Mübîn'de, o Kur`ân ki âyât-ı âfâkiyye ve âyât-ı enfüsiyye ve âyât-ı elfâziyye ile kıyâmet gününe kadar mahfûzdur, "وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ velâ ratbin velâ yâbisin illâ fî kitâbin mübîn" yani yaş ve kuru ne vasa Kur`ân'da mevcûddur, tabii görene, köre ne! Anlayana! Allah ile arayı iyi edenler, müttakîler, ehl-i verâ, Allah'ı sevenler, Allah'ın sevdikleri Kur`ân'dan anlarlar, onu dinlemekle şifâyâb olurlar, lezzet duyarlar. Tabii kalblerinde hastalık olanlar, Kur`ân-ı Kerîm'i dinlese de anlayamaz, anlasa da âmil olamaz, hakkıyla da anlayamaz. Onun için bir kimse Allah'la arayı iyi yaparsa, o vakit Kur`ân'dan zevk duymaya başlar, o vakit Kur`ân ona şifâ olur. Zîrâ Kur`ân mü'mine şifâ, zâlime ve kâfire husrândır. Allah Celle Hazretleri Kur`ân-ı Kerîminde buyuruyor ki, "وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ vemâ halaktül cinne vel inse illâ li ya'bûdun". Cenâb-ı Hakk, hilkat-i âlemin sebebini, bu âyetle bize îzâh ve i'lân etmekde. "Görünen ve görünmeyen kuvvetleri ki cinniler görünmeyen kuvvetler, insanlar da görünen kuvvetlerdir, cinnileri ve insanları, beni bilip bana ibâdet etmeleri için halk etdim" diyor. Yani vazîfemiz, Allah'ı bilmekdir. Kolay iş değil. Bilmeden bulamazsın, bulmadan olamazsın.
Peygamberler peygamberi olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, makâm-ı nâzda "Sübhâneke mâ 'arafnâke hakka ma'rifetike yâ ma'rûf" diyor. Yani "Ey ma'rûf olan Allah, seni hakkıyla, lâyıkıyla bilemedik" diyor. "Seni noksan sıfatdan tenzîh ederiz" diyor. Bunun çok geniş geniş geniş ma'nâları vardır. Resûl-i Ekrem, bir ummân-ı muazzam olduğu halde, tecelliyât-ı ilâhiyyeye doyamıyor. Burada anlayanlar için büyük bir incelik var.
Öyleyse vazîfemiz Hakk Teâlâ'yı bilmek ve bulmak ve olmak. Bilmeyen bulamaz, bulmayan da olamaz.
Allah'a kulluk, bizim boynumuzun borcudur. Rabbü'l-âlemîn Celle Celâluhû Hazretleri, bizleri halk etti, öyleyse O'nu bileceğiz ve O'na ibâdet kılacağız. Allah'a ibâdet eden, Allah'a kulluk eden, iki cihâna sultân olur. Hakk'dan dûr olanlar, iki cihânda da rezîl ve rüsvây olur. İnsanlığın şerefi, Hakk'a kurbiyyetdir, Hakk'ı bilmekdir, Hakk'a ibâdetdir, Hakk'ı sevmekdir, Hakk rızâsını gözlemekdir. Ama kendin Allah'dan râzı olmadan, Hakk rızâsını bekleme. Evvelâ Hakk'dan sen râzı ol, sonra Hakk'ın rızâsını bekle.
İbâdetlerimiz karşılıklı olmamalı. Çünkü biz yevmiyeci değiliz. Ne cennete tama', ne de cehennemin ateşinden korkarak Allah'a ibâdet ederiz. Allah'a kul olduğumuz için Allah'a ibâdet ederiz. Bir kimse cennete tama'en ya da cehennemden korkarak Allah'a ibâdet etse, aslında o kimse, Allah'a ibâdet etmiş olmaz, nefsine ibâdet etmiş olur. Eğer Cenâb-ı Hakk ömürleri kısa olarak yapsaydı ve sadece dünyâ hayâtı olsaydı. Yani insanlar yaşasalar ve ölselerdi, sonra bir daha da ihyâ olmasalardı, haşır ve neşir olmasaydı, yine de Cenâb-ı Hakk'a ibâdet edecekdik. Yani cennet ve cehennem olmasaydı da insanlık vazîfemiz olarak ibâdet edecekdik. Mâdem Allah bizi insan olarak halk etti ve elli sene, altmış sene, yetmiş sene, yüz sene ömür verdi, öyleyse bunun bir şükrü olması gerekir. Bu şükrün ifâdesi de abdiyyetle yani kullukladır.
Şimdi düşün bakalım, yüz sene evvel neredeydin? Çok uzattım ben işi. Elli sene evvel neredeydin? Elli sene sene sonra neredesin? Tekrar soruyorum, sen de kendine sor. Elli sene evvel neredeydin? Elli sene sene sonra nerede olacaksın? Buraya isteyerek gelmedik, buradan isteyerek gitmiyoruz. Buraya bizi bir getiren e götüren var. Bu getiren ve götüren de bize diyor ki, "Seni ben beni bilmek için ve bana ibâdet etmek için halk ettim" diyor. Hani kulluk vazîfen? Dünyâya yalnız para saymaya mı geldin? Cübbe yıkamaya mı geldin? Ev yapmaya mı geldin? Dünyâya mücerred alışverişe mi geldin? Hani vazîfen, hani kulluk vazîfen? Görmüyor musun? Hani ahbâb u yârânın? Ne oldular? Hani babaların, dedelerin? Nereye gittiler? Dostlarımız, ahbâblarımız, yârânımız, akrabâlarımız, en yakınlarımız her gün gitmekde. Kendi elimizle götürüp çukuru kazıyoruz da, oraya onu koyuyoruz, üzerine toprak itmeyi sevab sayıyoruz. Ki orada gören için büyük bir va'z u nasîhat vardır.
Meyyit, "Ey beni kabre indiren kişi!" diyor. "Yakın bir zamanda seni de buraya indirecekler" diyor. "Ey beni omuzuna alıp kabre doğru götüren ihvânım, sen de yakın bir zamanda bu hâle geleceksin" diyor. Hele musallâya çıkdı mı meyyit, vâiz hem de kavî bir vâiz, âlim bir vâizin kürsüye çıkmasına benzer. Gören için, anlayan için. Ne nasîhatler yapar, ne vaazlar ne öğütler verir bizlere. Ama anlayacak zihin ve kalb lâzımdır, âşinâ gönül lâzımdır. Kulağında gaflet pamuğu olmazsa meyyitden neler dinlersin? Gidenlerden bir haber alamıyoruz ve burada kazandıklarından hiç bir şeyi oraya götüremiyorlar. Zâten götürseler de bir faydası yok ancak veballerini götürüyorlar. Ancak veballerini götürüyorlar! Kaçışı yok, ister pâdişâh, ister gedâ, ister fakîr, ister zengin, ister sıhhatli, ister hasta, ister mü'min, ister kâfir, hepsi o yolun yolcusu, gitmekde. Fakat bir yere kadar gidilecek, oradan yol ayrılacakdır. Birisi âriflerin, âşıkların, Allah'ın sevgililerinin zümresi, birisi de Hakk'dan baîd olan gürûhdur. Üçüncü bir makâm yokdur. Bunu haber veren de iki cihan serveri Mahbûb-i Kibriyâ Muhammed Mustafâ'dır. "Rûhum yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki, bu âlemden sonra bir âleme varacaksınız, orada iki makâm vardır, iki mekân vardır. Birisi Hakk'ın rızâsı, biri de Hakk'ın gadabıdır. Biri bu'diyyet yani Allah'dan uzak olmak, biri kurbiyyetdir. Dünyâda bunun misâli vardır. Dünyâda cehennemin misâli cehildir. Dünyâda bir adam câhil mi, o adam yaşlandıkça hiç olur. Cehilin ma'nâsı da Hakk'ı bilmemekdir, Allah'ı tanımamakdır, Allah'a secde kılmamakdır. Yoksa hayvan yüküyle kitap okusa fayda etmez. "مَثَلُ الَّذِينَ حُمِّلُوا التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا" âyetinde Allah hahamları kitap yüklü eşeklere teşbîh ediyor. Eşeğin sırtındaki kitabın eşeğe ne faydası olur? Okumuş ama âmil olmamış, anlamamış ya da anlamış ama yapmamış, tahrîf etmiş, işte o câhildir. Böyle bir yükün hayvana belki faydası yokdur ama insan için bir de mesûliyyeti vardır. Câhil Hakk'ı bilmeyendir. Allah'ı bilmeyen gönül, bu âlemde cehenneme girmiş olur. Allah'sız, îmânsız bir gönül, muhabbetsiz, meveddetsiz bir gönül, bir kalb, bu âlemde cehenneme girmiş gibidir. İlim Allah'ın sıfatıdır. Geçen hafta söylemiştik. Rabbü'l-âlemîn'i bilmek ilmin büyüğüdür. Bilmekle de kalmayacaksın. Allah ne ile bilinir, bilir misin? Hakk'ı çağıra çağıra, Hakk sana kendisini öğretecekdir. Allah, Allah ile bilinir. Allah Celle Celâluhû Hazretleri, Allah ile bilinir. Bu idrâk ile, bu terâzi o sıkleti çekemez. Ancak sen kudretullah bakacaksın. Kudretullah ile Hakk'ı bulabilirsin. Veya bir eşyâda evvelâ Hakk'ı görür, sonra eşyâya varırsın. Yâhud eşyâdan Hakk'a gidersin. Biri yokuşdan aşağı inmek, biri yokuşdan yukarı çıkmak gibidir. Hangisine isti'dâdın varsa öyle gör ama burada Hakk'ı gör. Burada görmezsen, burada bulmazsan, orada bulamazsın ve göremezsin, yani ahiret âleminde. Burada a'mâ olanlar orada da a'mâ olurlar. Burada a'mâdan murâdım, baş gözü kör olmuş ma'nâsına değil, Hakk'ı görmeyen demek, Hakk'ı bilmeyen demek, Hakk'ı bulmayan demek, Allah önünde secde kılmayan demek.
Bırak bu kafaları! Düşün!Tefekkür et! Benim sözlerimi terâziye koy! Yanlışım varsa, "Yanlışın var Efendi" de, seninle güzel bir münâzara yapalım. Hangi eşyâmızı oraya götüreceğiz? Çaldık, çırpdık, rüşvetle, hıyânetle topladık hepsini. Peki neyi götürüyoruz oraya? Haydi soruyorum! Kısmet olursa iki arşın kefen götürüyorsun! Bir de o çaldığın, çırptığın eşyânın vebâlini götürüyorsun, başka bir şey değil. Topladıkların mîrâsçılarına kalacak, onlar burada rahat edecek, orada hesâbını sen vereceksin. Yevm-i kıyâmetde hesâba çekilmeden, hiç bir kimsenin ayağı bir tarafdan bir tarafa gitmez. Allah Celle Celâluhû Hazretleri hesâba muktedirdir.
Evet Efendiler! Vazîfen, vazîfemiz, Hakk'ı bilmek, Hakk'ı bulmak, Hakk'da olmak ve Hakk'a ibâdet etmekdir.
Gelin, nedâmet günleri gelmeden, mallarımız-mülklerimiz vârislerimiz tarafından taksîm olmadan, paranın, malın, mülkün, kasanın, kesenin geçmediği bir gün gelecek, ona kıyâmet günü derler, o gün gelmeden, çatmadan, çocuklarımız yetîm kalmadan, annelerimiz-babalarımız dizlerini dövmeden, âilelerimiz saçını-başını yolmadan. Çünkü o günler gelecek, hem sana mev'ûd hem bana mev'ûd. Yani sana var bana yok değil. Biz ölenlere bakıyoruz, onlara var bize yok zannediyoruz. O günler gelmeden, gelin biz, Allah'a rücû' edelim, Allah'a dönelim, Allah'a dönelim. Allah'a ibâdet kılalım.
Önümüzde büyük akabeler var. Yani korkunç geçitler var. Bunlara hepimiz uğrayacağız. Bu geçitlere uğramayan kimse yokdur. Bu âlemde de çok geçit var ama o geçitleri sen pek göremiyorsun, farkında değilsin. Çünkü balık suda, sudan haberi olmaz. Ne vakit balığı sudan çıkarırlar, o vakit balık suyun kıymetini bilir. Sen de öylesin, etrâfını su gibi Allah'ın nimetleri sarmış, sen hiç bu nimetlerin farkında değilsin. Bu akabelerin de farkında değilsin. Ne vakit ki seni bu suyun içinden çıkaracaklar, o vakit kıymetini bileceksin ama iş işden geçmiş olacak. Önümüzde büyük akabeler var.
Allah kulluk istiyor. "Bana secde et" diyor. Diyor ki, "Ben sana yakınım, senin can damarından sana daha yakınım" diyor. Este'îzübillah."وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnü akrebü ileyhi min hablil verîd" yani "Ben sana senin can damarından daha yakınım, bana secde et, sen de bana yakîn ol" diyor. "Secde et, yaklaş" diyor. "Ey kulum! Ben sana senden yakınım, sen de bana secde et, bana yaklaş" diyor.
Secde, abdiyyet ile ma'bûdiyyetin birleşdiği bir andır. Bu "فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ fe kâne kâbe kavseyn" sırrı, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme mi'râcda zâhir olmuş, ümmet-i Muhammed'e secdede verilmişdir. Bunu niye kaçıracaksın?
Azîzim! Elli sene evvel bu âlemde yokdun, elli sene sonra yine yoksun, öyleyse ibâdet ve tâ'atını niye ihmâl ediyorsun? "İstiyorum ama yapamıyorum" diyorsan, Allah'a yalvar. Allah'a yalvar. "Yâ Rabbi beni tâ'atına mahkûm et, ta'âtından bana zevk ver, namazdan bana şevk ver, orucun zevkini ve lezzetini ver" diyerek Allah'a yalvar.
Bazı adam namaz kılıyor ama angarya gibi kılıyor. O namazın kıymeti olmaz. Namazı mi'râc bileceksin, namazı sertâc bileceksin. Namaz, Resûlullah'ın gözünün nûrudur, ibâdetlerin seyyididir, îmânın alâmetidir. Hep hadîs-i şerîflerin meâllerini söylüyorum size. "Es-salâtü imâdü'd-dîn", "Es-salâtü kurratü'l-aynî".
Eğer namazı angarya gibi kılıyorsan felâket! Yok, yok! Allah'ın senin namazına ihtiyâcı yok! Senin namaza ihtiyâcın var. Salâtı, salât diye kıl. Namaz, senin mi'râcındır, mi'râcının kadr u kıymetini bil. Yarın gözün yumulduğu vakit, bütün dünyâ senin olsa, o dünyâyı fedâ edip, Cenâb-ı Hakk'a "Yâ Rabbi, dünyâyı fedâya râzıyım, beni dirilt, sana iki rek'at namaz kılayım" diyeceksin ama iş işden geçmişdir.
Dinle! İlyas Peygamber'i. Melekü'l-mevt yanına sokulmuşdu. İlyas Peygamber ağlıyordu. "Yâ nebiyyallah! Niye ağlıyorsun?" dedi. "Sen Allah'ın bir nebîsisin, ölümde Hakk'a mülâkât vardır" dedi. Ölüm bâbında âşıklara vuslat-ı cemâl vardır. Aşk meselesi de öyle. Âşık ile ma'şûk arasında aşk perde olur. Bir zaman gelir, o perdeyi çâk etmek lâzım yani o perdenin kalkması lâzım. Azrâil aleyhisselâm "Yâ nebiyyallah! Vuslat zamanıdır, niçin ağlıyorsun" deyince, İlyas Peygamber buyurdu ki, "Onun için ağlamıyorum. Abdiyyetden dûr oluyorum, bundan böyle Rabbime ibâdet kılamayacağım, Allah'a ibâdete doyamadım, onun için ağlıyorum" dedi. Niye şevk almıyorsun? Sonumuz ölüm! Ve buna da ihtiyâcımız var. Ve senin önderin, cümle mahlûkâtın önderi, sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed Mustafâ, sana bunu göstermiş. Hattâ ibâdet ve tâat etmekden mubârek ayakları şişmiş. Hattâ söylemişler, "Yâ Resûlallah, senin günâhın yok, ma'sûmsun, niçin bu kadar ibâdet kılıyorsun?" demişler, Cenâb-ı Peygamber "Rabbime şükretmeyeyim mi?" diyor. "Rabbime şükretmeyeyim mi?" diyor. Yine İbrâhîm Nebî'ye melekü'l-mevt gelmiş, "Rûhunu kabzedeceğim" demiş. Halîl oldun mu halîl? Halîl, dost demek. Bütün mü'minler Allah'ın dostudur yani velîdirler. Velîlik iki kısımdır, bir veliyy-i âmme, bir de veliyy-i hâssa vardır. Velâyet-i hâssa olan evliyâullahda kerâmetler zâhir olur. Kevnî kerâmetler, ilmî kerâmetler, irfânî kerâmetler, vücûdî kerâmetler filan. Diğer mü'minler de Allah'ın dostlarıdır, günâhkâr da olsalar Allah'ın dostlarıdır. Aman kaybetme îmânını! Aman kaybetme îmânını!
Hazret-i Halîl melekü'l mevte "Niçin geldin" diye sordu, "Yâ Halîlallah, kabza geldim" dedi. İbrâhîm Halîlullah, "Hiç dost dostun rûhunu kabzeder mi?" dedi. Hakk Teâlâ kendisine şöyle buyurdu : "Yâ İbrâhîm! Dost dosta gelmekden kaçınır mı?" dedi. İbrâhîm aleyhisselâm, "Buyur" dedi ve melekü'l-mevte teslîm oldu. Konuştuğum sözün zevkini alamadınız gâliba.
Efendiler! Yakın bir zamanda bu iş böyle olacak. Onun için o gün gelmeden hazırlık yapmalı. Yola çıkacak olan bir adam, tevekkül etmeli ama bazı malûm olan vesîkaları da yanına almalıdır yoksa yolda zahmet çeker. Meselâ evvelâ îmân vesîkasını almalı. Kabrin kenarına vardığı vakit adama pasaport sorarlar. Vize arıyorlar. Nerden? Allah hükûmetinden. "Buraya gelmeye vizen var mı?" diye sorarlar. Kimin vizesi lâzım? Muhammed Mustafâ'nın. Eğer vizeye o imzâ ettiyse, bu benim ümmetimdir diye, iş kolay gider. Yeter ki o imzâ etsin. Çünkü Muhammed Mustafâ'nın rızâsı, Allah'ın rızâsıdır. Onun için Peygamberini her şeyinden ziyâde seveceksin. Resûl-i Ekrem'i malından, mülkünden, canından, rütbenden, herşeyinden ziyâde seveceksin. O vakit îmânın kemâle erer. Sevdim demekle değil. İşdir kişinin âyinesi lâfa bakılmaz. Göster fiiliyâtını göreyim. Evvelâ oradan soracaklar. Çünkü önünde akabe var. Birincisi melekü'l-mevt gelecek, o senin göğsüne oturduğu vakit, evvelâ iş oradan başlayacak. Eğer âşık-ı billah isen, Allah'a kasem ederim ki, çünkü Muhbir-i Sâdık öyle haber vermiş, cennetdeki makâmını görürsün. Artık cennet-i ef'âl midir, cennet-i sıfat mıdır, cennet-i zât mıdır makâmın hangisi ise. Daha rûhunu teslîm etmeden. Ey âşık-ı sâdık! Bunu fevt mi edeceksin? Yani ibâdetsiz, tahâretsiz ömrünü hebâya mı vereceksin? Ömrün milyonlara bâliğ olsa, bir dakîkasını geri alamazsın. Milyonların olsa verdiğin ömrü geri alamazsın. Bitti, geldi geçti. Bu herşeyden hayırlı olan ömrünü, hebâ edip bu cevherleri boşa mı atacaksın, denize mi atacaksın, hevâya mı vereceksin?
Sen diyorsun ki, "Bugün ibâdet yaparım, yarın tövbe ederim", böyle olanlar helâk olmuşlardır. Hemen gayret kemerini belince dolayacaksın. Dilinden yalanı, gözünden ihâneti, kalbinden kötü düşünmeyi atacaksın. İbâdullahı seveceksin, kimseyi incitmeyeceksin. Çünkü Hakk'ın malıdır. Mü'mini incitmek Allah'ı incitmekdir. Sen mü'minin Hakk'la olan münâsebetlerini pek anlamıyorsun gâliba. Cennet, cehennem, arş, kürsî, dünyâ, âhiret, ne varsa insan için halk olundu. Yani senin için halk olundu. Cenâb-ı Hakk Habîb-i Hudâ'ya öyle söylüyor. "Bütün cihânı senin için halk ettim, seni de kendim için halk ettim" diyor. Resûl-i Ekrem'e hitâb bize hitâbdır, sallallahu aleyhi vesellem. Bu güzel libâsı, bu güzel taltîfât-ı ilâhiyyeyi zâyi mi edeceksin?
Hani ibâdet ve tâatın?. "Daha gencim". Oğlum! Bırak bu kafayı! İhtiyar dururken gencin rûhu kabzolunuyor. Hasta dururken Allah doktorun rûhunu kabzediyor. Hiç görmedin mi, hiç işitmedin mi? Onu beklerken o gidiyor. Tedâvi eden doktor gitti, yatalak hasta sekiz seneden beri yatıyor, hâlâ yatıyor. Hiç görmüyor musun? O böyle dolaştırıyor, kimi istiyorsa, "gel" yani "irci'î/dön" dediler mi, tamam, iş bitti. Pâdişâh olsan, "velev küntüm fî burûcin müşeyyede" yani demir kalelere girsen, seni bulacak, buluyor. Öyleyse bak, elli sene sonra yokuz, yaşarsak bundan sonra en fazla elli sene yaşayacağız, fazla olmaz. O da herkes böyle yaşamaz. Gençliğine mağrûr olma, devletine güvenme ve dayanma! Param vardı, malım vardı, mülküm vardı filan. Bunlar hep geçici şeyler. Akşam hasta olan sabahleyin sıhhatli, akşam sıhhatli olan sabah hasta oluyor. Akşam yatıyor diri, sabahleyin ölüsünü alıyoruz. Bak görüyorsun vaziyeti. Hep bunları bire birer anlatıyorum ki, hep bildiğiniz şeyler ama unutuyoruz, lâubâli olmuşuz, güneşi gördüğümüz gibi. Güneş nasıl çıkıyor semâya biliyor musun? Ama her gün gördüğümüz için hiç umursamıyoruz bile. Hemen ibâdet ve tâat! Dilinden yalanı, ihâneti kalbinden atacaksın, ihânet yok. Kîn olan kalbde dîn olmaz. "Men lehû kînun leyse lehû dînun". Afüv, kerem, lutuf sâhibi olacaksın. Sövene sövme, vurana da vurma. Farkın kalmaz. Sövene söversen, sövenden farkın kalmaz. Vurana vururusan vurandan farkın kalmaz. Merkeb seni teperse sen de merkebi tepecek misin? Sonra ne farkın kalır? İşinde ve gücünde, me'mûriyyetinde iffetinle, ırzınla, Allah korkusuyla, Allah sevgisiyle, Allah muhabbetiyle, Muhammed muhabbetiyle vazîfelerini gör. İbâdullahı eziyet ve cefâya sokma. Halka eziyet verecek şeyleri yollardan kaldır. Yol derken yalnız caddeden bahsetmiyorum. İbâdullahı zahmete sokma. Allah'ın en sevmediği kimseler kullara eziyet verenlerdir. "Küllü mûzîin fi'n-nâr" yani "Her eziyet veren nârdadır". Ve Rabbine ibâdet et, ama ibâdetini ihlâs ile yap, mürâî olarak değil. Kullar görsün diye değil. Kullar ister görsün, ister görmesin. Kulların görmesinden bir şey çıkmaz, ille Rabbü'l-âlemîn Allahu Teâlâ'nın rızâ-yı şerîfi olsun. Senin niyetin bu olsun. Bütün pazarlığın Allah ile olsun. Bütün pazarlığın Allah ile olsun.
Vakt-i seherde uyuma, kalk, ibâdet ve tâat ile meşgûl ol. Hâne halkına eziyet ve cefâ etme. Evladlarının iffet, ırz ve nâmûsuna bak. Onların rızıklarını safahata, içkiye, fışkıya verme. Günâh! "Ben kazanıyorum" diyorsun ama onların rızkını Allah senin üzerine yazmışdır. İsrâfa dalma. Çoluğunun, çocuğunun, âilenin iffetine bak, onları Allah ve Peygamber yoluna çağır. Severek, güzel güzel nasîhatlarla, tatlı sözlerle, döverek, söverek değil. Allah Peygamberine yani Resûl-i Ekrem'e, sallallahu aleyhi vesellem, buyurur ki, "Senin yüzün ekşi, dilin acı olsaydı senin başına kimse toplanmazdı". Dâimâ güler yüzle, insanlara ibret verecek kıssalarla, güzel nasîhatlarla, Allah yoluna davet et. Ve ibâdet ve tâatına bak. Yakın bir zamanda o gelici gelecekdir. O vakit seni hazır bulur. O vakit, Resûl-i Ekrem, sallallahu aleyhi vesellemin sana kollarını açtığını görürsün. İbâdetini ihmâl etme. Allah'ı seviyorsan, Allah'a îmânın varsa, katiyyen ibâdetini ihmâl etme. Alâ kaderi'l-imkân. Bazen insanın başına kusur gelebilir, kazâya kalabilir filan. Cenâb-ı Hakk'a "Yâ Rabbi, gördün vaziyetimi, kasden bırakmadım yâ Rabbi, böyle oldu" diye niyâz et. Allah hatâyı ve nisyânı, isyânı değil, hatâyı ve nisyânı yani unutmayı affetmişdir. Bunlar, Ümmet-i Muhammed'den kaldırılmışdır. Yani bir iş hatâen yapılırsa, unutularak yapılırsa Allah kulunu affetmişdir. İbâdet ve tâatınıza bakın. Bu sözlerim de kulağında kalsın. Allahu Teâlâ'nın kudret kalemleri bunları yazdı. Yarın "yevme tüble's-serâir"de seni benimle karşı karşıya getirecek ve bunları teblîğ ettiğimi sana soracakdır. Bana da "Söylediğin ilimle ne amel ettin?" diye soracak, sana da "İşittiğin ilimle ne amel ettin?" diye soracakdır. Buna hazırlan! Bu soruya hazırlan! Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 2 Aralık 1983 (26 Safer 1404) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.