31 Aralık 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İnsilâhın lugatdeki karşılığı, sıyrılıp çıkma, tecerrüd etme, ayrılma, kurtulmadır. Sôfiyye lisânında ise insilâh, rûhun beden kaydından sıyrılmasına denir. Malûm ya rûh bedenden bir kaç türlü sıyrılır. Biri uykuyla, diğeri ölümle, üçüncüsü de insilâhla olur. Yani insan hayatda ve uyanıkken bedenin kesâfetinden kurtulursa insilâh denilen hâl gerçekleşir. Bu, rûhun serbest kaldığı ve ulvî âlemlere doğru yükseldiği bir hâldir. Nasıl ki uykuda rûh serbest kalınca, âlem-i misâlden bir takım sûretler müşâhede ediyor ki biz buna rüyâ diyoruz, insilâh ile serbest kalan rûh da yücelere urûc etdiği için bir takım müşâhede ve mükâşefelere nâil olur. Yâhud bir takım işler yapar ki, bunlara akıl sır ermez. Meselâ kendisinde İstanbul'dadır, dünyânın öbür tarafında görünür, orada birisiyle görüşür, konuşur hattâ yardımda bulunur. İnsilâh ile birden fazla sûrete bürünen velîler de vardır. Aynı anda bir kaç yerde aynı sûretde görünmek gibi.
İnsilâhın ne olduğu daha iyi anlayabilmek için büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretlerine kulak verelim, buyuruyorlar ki :
Mertebe-i hilâfete vaz'ı kadem eden kâmil, ashâbdan ma'dûddur. Zîrâ, ashâb gerçi Cenâb-ı Nebevî'ye mülâkî ve musâhib olana derler, velâkin insilâhla mülâkât, hiss ile olana karîb olmakla, ikisi dahi 'inde'l-meşâyih bir hükmde kılındı. Menâmla mülâkât ise böyle değildir. Zîrâ menâmda merî olan, sûre-i hayâliyye, ve isnilâhda olan, sûret-i hakîkiyyedir. El-hâsıl, dîde-i hayâliyye ile dîde-i kalbin müşâhedelerinde tefâvüt vardır. Ve asl olan dîde-i kalbin müşâhedesidir ki insilâh ile vâki' olur.
Ve insilah dedikleri, kuyûd-i cismâniyyeden mutlakan cesed me'hûz olmakdır. Anın içün insilahla vudû' müntakız olmaz. Menâmla ise müntakızdır. Ve Resûlullah'ın menâmları, insilâh hükmünde olmakla, menâmla hades vâki' olmadı. Ve bu ma'nâ O'nun hasâisinden ma'dûddur. Pes gayrısı ne kadasr ekmel-i nâsdan olsa, ba'de'l-menâm tecdîd-i vudû'a muhtâcdır. Meğer menâmı nâkız-ı vudû' olmayan hey'et-i mahsûsa üzerine ola. Ku'ûdden menâm gibi ki bir nesneye istinâd bulunmaya.
Ve bu iki mertebeyi fark etmekde, su'ûbet olmakla umûr-ı hayâliyyeyi, umûr-ı kalbiyye gibi zannedip ilhâd ederler ve hakdan 'udûl eylerler. İkisini birbirine halt edip ilhâd ederler ve umûr-ı hayâliyye hakdır derler. Maa-hâzâ hak olan nesnenin hâricde eser-i hakîkîsi vardır. Her emr-i hayâlî ise böyle değildir. Ve burası mezâlik-i akdâmdandır. El-hâsıl insan rüyâda asel ekl etse, bîdâr oldukdan sonra kendini tok bulmaz. Zîrâ siyme gibidir ki hayâlde hammâma dâhil olur. Maa-hâzâ vücûdunda râhat-i hammâm mefkûddur. Fe-emmâ insilâh hâlinde ekl etse, ba'de'l-yakaza çaşnisin damağında bulur ve pür-mide gibi olur. Ve hammâma duhûlü ona göredir ki, vücûdun lezzet ve râhatı meşhûd ve mahsûsdur ki kimyâ-yı hâss gibidir. Zîrâ iksîr, 'amel-i makbûlden gelip sahîh olunca, nühâsda tesîri müşâheddir. El-hâsıl, menâm ve insilâh hâlinde rûhun dav'ı cesedin zâhirinden münkatı' olur, fakat. Fe-emmâ mevt hâlinde, zâhir ve bâtınından münkatı' olur, cemî'an.
Ba'de-zâ, menâm, 'avâm-ı nâs, insilâh, havâss içindir. Zîrâ 'alem-i hisden me'hûz olup, 'âlem-i misâle ve ervâha terakkî ve 'urûc etmek ehl-i mükâşefenin şânıdır. Ve bu ma'nâda dahi mütefâvitlerdir. Zîrâ her mükâşif, bi-kaderi's-safâ, yani sâfiyyeti kadar mi'râc eyler. Zîrâ insilâh hâli, riyâzatla kuvvet bulan akviyânın hâlidir, zu'afânın değil. Zîrâ zu'afâ, insilâh-ı akviyâya iktidarları olmamak hasebiyle, Hakk Teâlâ'yı insilâh-ı menâmla görürler. Yani insilâh, beyne'n-nevmi ve'l-yakazada ve ol misllü hâlde müşâhede, 'alem-i misâl-i mutlakda müşâhededir ki, şey'in 'aynını idrâkdir. Ammâ hâl-i nevmde, müşâhede öyle değildir ki tebdîl üzere olmakla şey'in 'aynını idrâk olmaz. Yani hâl-i insilâhda ve ol mislillü hâlde Cenâb-ı Nebevî'yi görmekdir, hâl-i menâmda değil. Ve ma'lûm ola ki evliyâ-i 'ızâmdan nicelere böyle hâlet elvermişdir ki rûhlarını bedenlerinden insilâhla tecrîd ve münâsebet-i maneviyye ile cihât-ı eflâk-i rûhâniyyeyi tahdîd ederler. Elli, ayaklı ve cemî' a'zâsıyla âyînede görünen sûret gibi olan rûhdur. Ve ehlullah insilâhda 'âlem-i misâlde bu rûhun temessülüyle iş görürler. Hattâ tevellüd ede, tevellüd ede otuz kırk kadar dahi olur.