14 Ocak 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
İrfân marifetden gelir. Marifet, bilgi demekdir. Ama bu bilgi, bizim bildiğimiz bilgi değildir. Yani ilimle marifet arasında büyük bir fark vardır. İrfânı tek bâşına tarîf etmeye kalkarsak zorlanırız, anlaşılması da zor olur. En iyisi onu ilimle mukâyese ederek anlatmakdır. Şöyle ki;
Bu mukâyeselerden de anlaşılacağı üzere irfân ilimden çok daha yüksekdir, ârif de âlimden çok üstün bir mevkidedir.
Şimdi bir misâl verelim ki ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılsın.
İnsanı araştıran pek çok ilim dalı vardır. Bunların her biri insanın zâhiri üzerinde durur. Meselâ tıp ilmi, insanın vücûdunu araştırır, hastalıkları üzerinde durur, teşhis ve tedâvî usûlleri geliştirir. Ne var ki en büyük tıp âlimi dahi insanın derûnuna nüfûz edemez. İnsanın nerden gelip nereye gitdiği sorusuna cevap veremez. İnsan hayâtının ma'nâsını, insan rûhunun derinliğin ve ölümün hikmetini kavrayamaz. Bunları ancak ârifler bilir. Zîrâ bunlar ilmin sahasına girmez, irfâna taalluk eder.
Bu yazdıklarımız sakın yanlış anlaşılmasın. Biz ilmi küçük görüyor filan değiliz. İlim de çok kıymetlidir, lâzımdır hattâ elzemdir ammâ yetmez, insana bir de irfân lâzımdır, onu demek istiyoruz biz. Çünkü yalnız ilimle yetinen kişi, o ilmi kötü yolda da kullanabilir. Yâhud onu yalnız dünyâ menfaati için kullanır ki bu da ilmi ayağa düşürmek demekdir. Yâhud da onu hiç kullanmayabilir ki bu de çok büyük bir vebâldir. Zîrâ Allah herkese öğrendiğiyle ne amel etdiğini tek tek soracakdır. Resûl-i Ekrem Efendimiz'in faydasız ilimden sakındırması da bu sebebdendir.
Bir misâl daha verelim. Hepinizin bildiği târihi bir hâdise var. Târihlerde Fil Vakası diye geçen bu hâdise hakkında Kur`ân'da müstakil bir sûre de vardır. Şimdi bu hâdise üzerinden ilim ile irfânın farkına bakalım. İlim, hâdisenin nerede, ne zaman vukû bulduğu ve kimler arasında cereyân etdiği ile ilgilenir demişdik. İrfân ise hâdisenin hakîkatini anlamakdır, acabâ bu hâdiseden ne gibi dersler çıkarabilirim, hayâtımıa bunları nasıl tatbîk edebilirim diye düşünmekdir demişdik. İlim adamı hâdisenin zâhirine bakdığı için meselâ Ebrehe'nin ordusundaki fillerin sayısıyla, cesâmetiyle uğraşır, askerlerin sayısını ve techîzâtını öğrenmeye çalışır, hâdisenin gününü, saatini keşfetmeye gayret eder. Ârif ise meselenin özüne inmeye çalışır, hâdisenin iç yüzünü keşfetmeye gayret eder. Anlar ki gâlibiyyet kuvvete, sayıya, çokluğa bağlı değildir, Allah dilediğini gâlib kılar. Yine anlar ki, Hakk'a tevekkül eden, muhakkak inâyet-i ilâhiyyeye nâil olur. Yine bu hâdiseden anlar ki, içinde muhabbet-i Muhammediyye bulunan bir kalb, dâimâ safâdadır. Mekke-i Mükerreme müşriklerle, Kabe-i Muazzama da putlarla dolu olduğu hâlde ve Resûl-i Ekrem Efendimiz de henüz dünyâya gelmemiş oldukları hâlde, nasıl ki Allah o beldeyi düşmandan muhâfaza etdiyse, insan da hangi şartlar altında olursa olsun ve hangi zamanda ve mekânda bulunursa bulunsun, eğer kalbinde Peygamber muhabbeti varsa, kurtulur, safâya erer. İşte irfân budur.
İlmin pek çok derecesi olduğu gibi irfânın da dereceleri vardır. Zîrâ bilginin kıymeti, bilinenin kıymetiyle, büyüklüğüyle mütenâsibdir, bilinen ne kadar yüce ise, bilgi de o kadar yüce olur. İşte bu yüzden irfânın en yüce derecesi, Hakk'ı bilmekdir, marifetullahdır. İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh Efendimiz'in, "Bana bir harf öğretenin kulu kölesi olurum" sözü de bunu beyân etmekdedir. Zîrâ onun harfden maksadı, bildiğimiz yazı harfi değil, marifetullahdan bir cüzdür.