4 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri dâimâ güleryüzlü olup, hep latîfe yapar, güldürücü hikâyeler anlatır, halkın da yüzünü güldürürlerdi. Efendi Hazretlerinin bu hâli bir Amerikalı'nın dikkatini çekmiş olacak ki sebebini sordu. Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Îdâma cezâsına çarptırılmış, zindanda infazını bekleyen bir kimse güler mi? Gülmez. Ama kendisine mükâfât olarak büyük ve süslü bir saray verilmiş olan kişi gülmez mi? Elbette güler. Dervîşlerin neşeli ve güler yüzlü olmalarını sebebi budur zîrâ istikbalde gidecekleri yeri görüyorlar ve neşeleniyorlar. Biz şakayı severiz. Bizim yolumuzun başı İmam-ı Ali'dir, o da şakacı ve latîfecidir. Benim meşrebim de öyledir.
Güler yüzlü bir kimsenin elinden mi bir şey almak iyidir, yoksa suratı asık bir adamın elinden almak mı iyidir? Elbet ki güler yüzlü kişiden almak iyidir. Biz de Allah sevgisini halka güler yüzle sunuyoruz.
Allah Celle Celâluhû Hazretlerinin gadabı vardır ama Allah korkulacak bir şey değildir. Kerîm olan kimseden kerem, güzel olan kimseden güzellik zâhir olur. Allah kerîmdir keremi sever, Allah güzeldir güzeli sever.
Sevgi, muhabbet denildiği vakit de başka bir şey anlaşılmasın, bu sevgi ulvî bir hisdir. Ve bu his de, lisânla ifâde edilmez, bunu ancak tadan bilir. Köre renk sağıra, ahenk olmaz.
Zikirde sallanmanın hikmeti sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Zikirde sallanmamız, meyvalı ağaca rüzgar vurduğu vakitde, nasıl sallanır, meyvası dökülür, bizim hâlimiz buna benzer. Denizler coşuyor, sonra sükûna kavuşuyor. Tabîatı temsîl ediyoruz. Çünkü insanoğlu âlem-i kübrâdır, bu kâinât, âlem-i sugrâdır. Yani bu kâinât küçük âlem, insan büyük âlemdir. "Peki bunu nasıl isbât edersin?" derse bana, Allah göklere sığmadı fakat insanın kalbine sığdı. O vakit ne oluyor, bir cân ile bir ten buluşuyor bir vücûdda, neşelenmesin mi yani? Sallanmasın mı? Hoplamasın mı? Zıplamasın mı? Eğer oynamazsa, hoplamazsa, yanar sonra âşık. Zikr-i habîb, sevgiliyi hatırlamak ve sevgiliyi bulmak. Dervîşler ve âşıklar, sevgi sunarlar, sevgiyi tattırırlar, sevgiyi haber verirler, sevgiyi gösterirler ve sevgiyi tattırırlar.
Bedevî Topu hakkında sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bedevî Topu vahdeti temsîl eder. Kesret yani kalabalık, sonra tek vücûd oluyor, onu göstermekde.
Zikre iştirâk eden mühtedî Amerikalılardan biri Bedevî Topu'nda neler hissetdiğini ifâde etmeye çalışınca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Allah'ın medh ü senâ etdiği mü'minler, aynı hâldedirler, yani Allah'ı zikretdikleri vakitde, tüyleri diken diken olur. Vücûdlarının her bir tüyü diken diken olur. Allah'ın sevdiği mü'minler, Allah'ı zikretdiği vakitde, vücûdunun her bir kılı diken diken olur.
Efendi Hazretlerine, "Dervîş olmak istidadı olan birisini nasıl teşhîs edersiniz?" diye sorulunca buyurdular ki :
Onu teşhîs etmeğe lüzûm yok ki, dervîş olma istidâdı olan kişi kendisi gelir zâten. Veyâhud şeyh, mürşid, arzu ederse, onu celb eder, alır. Meşâyih, sevdiği adam olursa, nazarıyla alır. Meselâ ben bazısına bakıyorum, seviyorum onu, alıyorum. Onun haberi bile olmaz. Bir daha ayrılmıyor benden. Bi inâyetillah, bi izzetillah, bi kudretillah, bi heybetillah, bi celâlillah, bi cemâlillah, böyle de olur. Bazen duâ ile alınır, bazen nazar ile alınır.
Bir de size şunu söyleyeyim ki, hayatda en lezzetli meclis, zikrullah meclisidir ve âşıkların bir araya cem olmasıdır.
Bazen mürîd de şeyhini çekebilir, alabilir. Allah o kuvveti vermişdir ona. Hakîkaten öyledir. Bak, Amerikalıların nazarı fazla, onlar bizi buraya çekiyorlar.
Büyük bir veliyullah vardı, uzun zamandır halvethânesinde ibâdet yapıyordu. Diyor ki, "Bir gün canım sıkıldı ve dışarı çıkmak ihtiyâcını duydum. Sonra çıkdım ve bilmeyerek gidiyorum yani nereye gitdiğimi bilmeden gidiyorum, beni bir kuvvet çekiyor. Epey bir müddet yürüdükden sonra bir ibâdethâneye geldim, orada bir delikanlı, ibâdet ediyordu. Bana dedi ki, 'Şeyh Efendi, size bir sorum var, lütfen benim bu müşkülümü hallediniz'. Ben onun sorusuna cevâb verdim ve anladım ki, o çocuğun gönlü beni oraya çekdi. Ve kendisinden ricâ etdim dedim ki, "Bir dahaki sefere lütfen sen bana gel çünkü ben ihtiyârım, bu kadar yolu yürümem zor, sen gençsin, kolayca gelirsin".
Benim başıma da geldi. Bir kaç defa anlatdım ama burda tekrar söyleyeyim. 60 ihtilâlinde bizi bi-gayr-ı hak alıp götürdüler. Ben siyâsî bir adam değilim, bir partiyle filan da alakam yok. Haksız yere hapishâneye götürdüler beni. Gitdim, orda bir adam var, iftirâya uğramış, hapishânede kalmış, Hulki Bey nâmında birisi. Beni görünce dedi ki, "Ben duâ etdim Cenâb-ı Hakk'a, dedim ki, yâ Rabbi buraya bir mürşid gönder, ben ona bîat edeyim". Dedim "Yâhu böyle duâ mı olur! Yâ Rabbi beni burdan âzâd et, ben burdan çıkayım, dışarıda bir mürşid bulayım deseydin ya. Beni niye buraya getirdin". Sonra beni koyverdiler, berâat etdim. Anladım ki o adamın duâsı beni oraya götürdü. Yâ Rabbi beni burdan âzâd et de dışarıda bir mürşid bulayım diyeceğine, buraya bir mürşid gönder diye duâ etmiş, yani ayağına mürşid çağırıyor. Beni götürdüler içeriye. Bazen de öyle oluyor işte. Bazen mürîdân Allah'a âşık olursa, Allah'a karîb olursa, mürşidini ayağına getirir.
Bir Bektâşî bir yatırın önüne geldi, bir türbeye, orada büyük bir veliyyullah yatıyor. Duâ etdi, dedi, "Ben şimdiye kadar senden bir şey istemedim, burada bir yokuş var, ben ihtiyarım, dizlerimin dermânı yok yokuşdan yukarı çıkmaya, bana bir binek gönder, ben onun üstüne bineyim ve bu yokuşu öyle çıkayım" derken, daha böyle düşünürken, arkadan bir eşkiyâ zuhûr etmiş, kötü bir adam, "Bana bak ulan! "dedi, "Bu sıpa" dedi, bir eşek yavrusu gösterdi, "bu yokuşu çıkamaz" dedi, "bunu omuzunda çıkaracaksın yukarı" dedi. Hazret de almış omuzuna sıpayı, yokuşdan yukarı çıkıyor. Geri dönmüş, "Evliyâ olmasına evliyâsın ama lafı götünden dinliyorsun, ters anlıyorsun. Ben binek istedim üstüne bineyim diye, sen benim üstüme bindirdin bineği" demiş.
Şimdi size bir sır söyleyeceğim. Ben, fakîr, geçen sene Amerika'ya gelmek istemiyordum. İstanbul'daki Amerikan konsolosluğundan vize almadan, Paris'e gitdim. Sonra ısrâr etdiler, Paris'de Amerikan sefâretine gitdik, aynı gün bize vize verdiler, buraya geldik. İstedikleri için oldu bu iş. Yoksa Paris'de bir gün içinde vize almamızın imkânı ihtimâli yokdu.
Bak bu sene ne oldu. Dükkanda oturuyorum, bir Alman kadın, bir de bir bey içeri girdiler. O Alman kadın, benden on beş gün evvel bir mal almışdı, borcu vardı. Ben kadını tanımıyorum. "Param yok" dedi. "Al götür sonra parayı getirirsin" dedim. O kadın borcunu ödemek için dükkâna geldi, beyiyle beraber geldiler. Sonra ben yanımda çalışan arkadaşa dedim ki, "Bunlar ne millet? dedim. "Alman bunlar" dedi. "Yok, bu bey Amerikalıya benziyor" dedim. "Kadın Alman ama bey Amerikalı". Sonra sorduk, nerelisin diye. Dedi, "Amerikalıyım". Ben dedim, "Geçen sene Amerikaya gitdim" dedim. "Niye gitdin" dedi. "Ben şeyhim, orda zikrullah yapdık" dedim. Adam cebinden kartını çıkardı verdi, "Ben İstanbul Amerikan konsolosuyum" dedi. "Bu kartı al, gelin işinizi göreyim" dedi. Sonra gitdik, işimizi hemen halletdi.
İşte gördünüz ya, sizin gönlünüz yapdı bu işi. Yoksa adam benim dükkanıma nerden gelecek, ben ona durup dururken Amerika'ya gitdiğimi niye söyleyeceğim filan. Gönül bu! Çünkü seven ile sevilen arasında manevî bir râbıta vardır, o manevî râbıta ile muhakkak biri diğerini çeker."Amerika'nın en büyük ihtiyâcı nedir?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Manevî kalkınma. Maddî olarak evc-i bâlâya çıkmışlar. Benbim görüşüm o. Çünkü son zamanlarda dünyâya fesad saçıldı. Bakıyorsun gençler bir takım kötü alışkanlıklara tutuldu, içkiydi yâhud esardı, eroindi filan bunları kullanıyorlar, bir takım sefahata düşdüler. Bunu ancak maneviyyat düzeltebilir. İkinci cihân harbinden sonra, bütün dünyâda bir fesad meydana geldi, büyük uçurumlar açıldı, insanların ahlâkı üzerine. Yalnız buraya mahsûs değil, umûmî olarak böyle. İnsan bir mağazaya gider, orada bir çok kumaşlar vardır, içerisinden güzelini alır. Buraya gelen insanların getirdiklerinden güzelini almaları lâzımdır. Alırlarsa mesele kalmaz.
"İslâm'ın kılıçla yayıldığını söylüyorlar, buna ne dersiniz" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Yok, bizde harbe müsaade vardır. Bunun da sebebi, Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi vesellem İslâm'ı neşredince, putperestler Peygamber'i öldürmeye kalkdılar, müdâfaa-i nefse geçmek lâzımdı. Hazret-i Îsâ aleyhisselâma Allah emretdi, "sağına bir tokat vurulursa solunu çevir" diye, bizde müdafaa-i nefs vardır. Ama yediğin tokatdan ziyâde vuramazsın, zâlim olursun. Müsaade vardır bizde. Hazret-i İsâ aleyhisselâma böyle emredilmesine rağmen hıristiyanlar îcâb etdiği zaman harb ediyorlardı. Neden? Çünkü zâlime müsâade edilirse gelir masûmları kahreder.
Harb iyi bir şey değildir, tahrîb-i bilâddır, katl-i enfâsdır. Yani insanlar katl olunur, beldeler tahrîb olunur. Buna hiç bir zaman İslâm râzı olmaz. Ama fenalığı önlemek için müdafaaya müsaade edilmişdir.
Allah'ın arslanı Ali, bir muhârebede, düşmanını yakaladı, çok kuvvetli bir adam, düşmana karşı sırtını hiç dönmemiş, düşmanını katledecekdi, o düşman onun yüzüne tükürdü. Tükürünce, dedi, "Kalk git hadi burdan". Çok incelik var bu işde. O adam dedi ki, "Sen beni katledecekdin, niçin bırakdın?". Hazret-i Ali dedi ki, "Senin kanın, canın, her şeyin bana haramdır. Ben seni Allah için katledecekdim ama sen yüzüme tükürünce nefsim ayaklandı benim. Seni bu hâlde öldürürsem kâtil olurum. Onun için git" dedi.
Halkı öldürerek cihâd olmaz. Eğer öyle bir şey olsaydı, Cezîretü'l-Arab'da bir tâne gayr-i müslim kalmazdı. Meselâ Kudüs hıristiyanlığın merkeziydi, orada bir tâne hıristiyan kalmaması gerekirdi. Ne kiliselere, ne ekili tarlalara, ne meyvalı ağaçlara dokunuldu, ne de silahsız halka ilişildi. Ama bazı zâlim adamlar çıkmış, halka zulmetmiş, onlar İslâm'ı anlamamış kimseler, onların yapdıklarını İslâm'a yükleyemeyiz. Hıristiyanlar arasından da zâlimler çıkmışdır, onların yapdığı zulmü Hazret-i İsâ'ya mı yükleyeceğiz?
İslâmiyet, muhabbet dînidir, birbirinin hak ve hukûkuna riâyet ve yardım ve insanlığa hizmet dînidir.
"Hazret-i Îsâ'nın islâmiyetdeki yeri nedir?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bir müslüman, bir mü'min, Hazret-i Îsâ'nın nübüvvetini inkâr ederse, o islâmdan dışarı çıkar. İsterse ismi Ahmed olsun, Mehmed olsun. Dört kitâb vardır, dört kitâb sâhibi bizim için kudsîdir, peygamberlerin büyüklerindendir. Dâvud aleyhisselâm, Zebûr sâhibidir. Hazret-i Mûsâ Kelîmullah, Tevrat nâzil olmuşdur kendisine. Hazret-i Îsâ aleyhisselâma İncil nâzil olmuşdur. Hazret-i Muhammed'e Kur`ân nâzil olmuşdur. Ve bununla beraber yüz on üç büyük peygamber var. Hazret-i Îsâ, dünyâ ve âhiretde mübârek kılınmışdır. Onun için bir adam Îsâ'yı kabûl etmezse, Muhammed'i kabûl etmemiş olur.
Hattâ Hazret-i Mevlânâ'nın bir hikâyesi vardır Mesnevî'de, gâyetle güzel ifâde ediyor bu işi. Talebeye dedi ki hocası, "Git dolabı aç, orada bir şişe var, o şişeyi al gel" dedi. Talebe gitdi açdı dolabı, bakdı iki şişe var orada. Dedi, "Hocam burada iki şişe var". "Hayır, şişe birdir" dedi. "Hayır iki" dedi. "Birini kır" dedi. Birini kırınca, ikisi birden kırıldı. Sebebi ne? Çocuk şaşıydı, biri iki gördü. Onun için Hazret-i Muhammed'i kabûl etmeyen, Îsâ'yı kabûl etmez, Îsâ'yı kabûl etmeyen, Hazret-i Muhammed'i kabûl etmez.
Bugün her şeyden ziyâde Allah'a inananların birbirlerine yakınlaşması, bir safda toplanmaları lâzımdır. Hangi dînden olursa olsun.
"Tasavvufun ve İslâmiyet'in uzak şark dînleriyle, Budizm, Brahmanizm ve Taoizm gibi dînlerle alâkası var mıdır ve İslâmiyet'in ve tasavvufun bu dînler hakkındaki fikirleri nelerdir?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Evveliemirde bir defa böyle birbirlerine tesîri var diye konuşursak, semâvî kitâblara inanmamamız lâzım gelir. Bu, aklen düşünmek bu. Bizim kitâblarımız semâvîdir. Biz kütüb-i semâvîyyeyi kabûl ediyoruz. Her kitâbda yani gelen semâvî kitâbların hepsinde tasavvuf kâideleri vardır. Tasavvufun manâsı, kalbi sâfiyete getirmek ve Allah'da yok olmakdır. "Belki güzel bir şey gördüler, aldılar" denebilir ama kendi kitâblarında görmeyince alamazlar, ilâve edemezler. Meselâ İslâm'da bin emir var bin nehiy var. Bunun hâricine çıkamaz bir insan yani bin bir emir yapamaz yâhud bin bir nehiy yapamaz. Neyse odur.
Şimdi bakıyoruz meselâ, güzel bir şey onda da var onda da var. Bir şeyin bir şeye benzemesi aynı şeyden gelmesini iktizâ ettirmez. Amerika'da elma var, bizde de elma var, mutlakâ Türkiye'den buraya geldi diyemeyiz yani. Yâhud buradaki su orada da var, Türkiye'nin suyu buradan çıkıyor yâhud Amerika'nın suyu Türkiye'den çıkıyor diyemeyiz yani. Tasavvuf da aynı bunun gibidir. Budizm'den de bir şey zuhûr edebilir, nûr çıkabilir. Bazen Avrupa'da bir şâir bulunuyor, şarkda da bulunuyor, meselâ Şekspir'i alalım, Şekspir bir şiir söylemiş, aynı şiir başka bir şâirden zuhûra geliyor, o ondan almış manâsına değil. Allahu Teâlâ'nın Vâsi' esmâsı var, Celle Celâluhû Hazretleri, bir yarattığını bir daha yaratmıyor Cenâb-ı Hakk. Onun için bakıyorsun, orada da zuhûra geliyor aynı şey, orada da. Ne o çaldı, ne o çaldı. Acaba anlatabildim mi? Çünkü güzel her yerde güzeldir. Meselâ Budist'ler iki rekat namaz kılarlar bizim gibi, Buda'nın önünde. Onlar gelip de bizim namazı çalmadılar ki, götürmediler oraya. Ben bu şekilde kabûl ediyorum.
Belki Buda bir peygamberdi. Çünkü Allah peygamberlerin hepsini bildirmedi. Peygamberlerin hepsini bildirseydi, kitâblar peygamberlerin isimleriyle dolardı. Meselâ Kur`ân'da yirmi sekiz peygamberin ismi geçer. Allah'ın kitâbında yirmi sekiz peygamber zikredilmiş, yirmi dokuzuncuyu söylese, Araplar bilmiyorlar yirmi dokuzuncu peygamberi, söylediği vakitde, "Muhammed uyduruyor" diyecek. Ama onların işittiği, duyduğu, onların başına gelen felâketler veyâhud saâdetleri haber verdiği vakitde biliyorlar ki böyle bir hâdise olmuş. Ama ismi bilinmeyen, duyulmamış bir peygamber zikrolunsaydı Kur`ân'da, insanlar onu reddederlerdi, kabûl etmezlerdi. Meselâ Sokrates'in de peygamber olduğunu söylüyorlar. Ama dîni tahrîfe uğramış o peygamberlerin. İbrâhim Peygamber Allah'ın halîli olduğu hâlde, dîni Arabistan'da yayıldığı hâlde tahrîfe uğramış, Kabe'yi İbrâhim Peygamber binâ ettiği hâlde, onun dînine putları sokmuşlar, üç yüz altmış tâne totem sokmuşlar Kabe'ye. Eğer Buda peygamberse Allah tarafından, biz onu tasdîk etmekle mükellefiz. Tasdîk etmezsek dînden çıkarız dışarıya. "ا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ lâ nüferriku beyne ehadin min rusulih", hiç bir nebî arasında tefrîka etmeden îmân etmek şerâitdendir bizde.
Her cemiyetde, her milletde, her dînde, güzel şeyler vardır. Hattâ Afrika'da bazı dînler var, bu adamlara peygamber gelmemiş ve kendilerine din yapmışlar. Fakat güzel şeyler var. Meselâ insanları fenâlıkdan korumak için maddeler koymuşlar. Güzel bir şey.
Hak ve hakîkat bir cevherdir ve İslâm'ın malıdır, nerede bulursa alır. Hazret-i Muhammed diyor ki, sallallahu aleyhi vesellem, "Bir beldeye bir adam iyi bir şey götürse, o iyi şey orada devâm ettiği müddetçe, o adamın hayır defteri kapanmaz, defterine hayır yazılır. Ama bir adam bir memlekete bir kötülük götürse, o kötülük orada devâm etdiği müddetçe, o adamın kötülük defteri kapanmaz, oraya yazılır". Âdem'in iki oğlu vardı, biri Kâbil, biri Hâbil. Kâbil Hâbil'i öldürdü. Şimdi, kıyâmet gününe kadar, ne kadar katil vakası varsa, her katil vakasından Kâbil'in defterine kaydolunuyor. Çünkü o getirdi katli, ilk kâtil o idi. Onun için güzel şeyi alırız, götürürüz, bizimdir.
www.muzafferozak.com