Bir çeşit yol tarifi vardı, bir çeşit ev tarifi. "Oraya vardın mı sağa dön, solda bir bostan göreceksin. Doğruca git. Gene solda, köşede, önünde koca asırlık bir çınar ağacı, cumbalı, saray yavrusu bir konak. Sağda az meyilli bir yokuş, vur o yokuşa. Aşağı-yukarı yüz adım ötede, sağda, bahçesinde salkımsöğüt, küçük, kuşyuvası gibi ahşap bir ev. 14 numara. Karşısında küçük bir bakkal var. Bakkal İbrahim Efendi. İşte o ev, Selvinaz Kalfa'nın evi" Bir çeşit gidiş vardı. Bir çeşit dosta gidiş. Yanları açık, tek yahut çift atlı sayfiye arabasına kurulurdunuz. Yanınızda torununuz, önünüzde damat bey, yaya bir saatte varılacak yola, sağı-solu seyrede ede yarım saatte varırdınız. Siz arabaya binerken arabacı yerinden iner, yardıma müheyya dururdu. Varacağınız yere varınca "dur" dediniz mi, gene hemen yerinden kalkar, önünü kavuşturur, hizmete âmâde bir hâl alır, gerekirse tutunmanız için elini değil, kolunu uzatır, parasını alınca da teşekkürler eder, hayırlar dilerdi.
Bir çeşit hitap vardı, bir çeşit söz söyleyiş. Kadına hanımefendi denirdi, erkeğe beyefendi, yaşlıca ve sakallı zâta efendi hazretleri, erkeğe paşam diyenler bulunurdu ammâ bunlar ekalliyetlerdi, yani azınlıklar. Arabadan inen, "hayırlı işler" dilerdi arabacıya, arabadan inene "güle güle"derdi arabacı. Seyyar satıcıların sesleri besteliydi, sözleri ezgili. Ürküten, can alan, uyuyanı uyandıran ses yoktu. Ezan, namaz kılmayana bile bir rûh sükûnuydu, bir müzik vakfesi, bir huşû' ânı. Sabah salâsı dilkeşhâverândandı, ezanı sabâdan, öğle, ikindi, yatsı ezanları, önce hazırlanmış makâmlardan, akşam ezanının ise bambaşka bir âhengi, bambaşka bir okunuş tarzı vardı.
Mahalle kahvesinin bir çeşit vazîfesi vardı, bir çeşit içtimâî toplantı yeriydi orası mahallenin. Her sabah işine gidenler oraya uğrarlardı, herkes birbiriyle bir kere daha görüşürdü, hasta yoksulun hâline, kimsesiz kadının hâline orada çâre aranırdı, bulunurdu. Doktor yollanırdı, ilâç alınırdı, kömür gönderilirdi, para toplanırdı. Bunlar yollanır, gönderilirken de yollayanlar gönderenler söylenmez, yardım olduğu bildirilmezdi, "Akrabânızdan biri göndermiş, ismini hatırlayamıyoruz" denirdi. Bir çeşit külhanbeylik vardı, bir çeşit emniyet kolu. Mahallenin nâmûsundan mes'ûl sayardı kendinlerini bunlar. Mahallenin bekçisine, karakoluna yardımcıydılar. Bunlar yüzünden mahalle emîndi, rahattı. Bunlar yüzünden uykuda ürkmezdi insan. Uyuyan, uyanacağı zaman uyanırdı. Geçinirdi mahalleliden bunlar. Ellerinden bir kazâ çıkarsa, hapishânede mahalleli yardımcıydı bunlara ve üzüntülü. Boğaz, Göksu, Haliç, Kâğıthâne, kıyılardaki yalılar, oralardaki mûsikî âlemleri, hanımiğnesi kayıklar, nağmeler, elemler, emeller. Bütün bunlar ne söze sığar, ne yazıya gelir.
Dostluk vardı, vefâ vardı, söz vardı, öz vardı, sükûn vardı, rahat vardı, rûh vardı, huzûr vardı, feyiz vardı, zevk vardı, neş'e vardı, edeb vardı, cân vardı, cânân vardı, hicrân vardı, aşk vardı.
Şimdi yolu sormayın, bilen yok ki. Evler burunsuz, dümdüz yüzlü, hepsi de birbirinin aynı, tanınmaz ki. Yağmur hele kar yağmaya görsün, güzel havada bile bulunmayan dolmuş hattâ taksi nerden bulunacak. Şoför arkadaş, sakallıya baba, amca, gence abi diyor. Kadına artık bâyan demeyi de unutmuş teyze, yenge, abla diye hitâb ediyor. Kızarsa ihtiyar erkeğe moruk, kadına cadı diye bağırıyor. Vapurda bildik yok, belli yer kalmamış. Babadan bizimki anadan kocakarı diye söz ediyor genç. "Ulan" ve bundan da bayağı sözlerle birbirlerine tabii hitapları ve bir şey konuşulurken "ııııh ııııh ıııh" diye inilti bir âdet olmuş, yirmi sözcüklü bir cümlede en az on kere "tamam mı tamam mı" demek tabii bir söz söyleyiş. Ezan, artık inanana "Azîz Allah" dedirtmiyor, adamı ürkütüyor, "lâ havle" dedirtiyor. Seyyar satıcıların sesleri canından bezdiriyor herkesi. Mahalle kahvesi, hiç kalmadı. Külhanbeylik, haraççılık olmuş. Hizmetçi ev sâhibine düşman. Geceyle gündüz belli değil. Yollar pislikle dolu. Apartmanlarda oturanlar birbirlerini tanımıyorlar, hattâ birbirlerine düşmân, hergün bir olayla dertli. Elektrik muma, gaz lâmbasına muhtâc ediyor adamı. Ağaçlar kesilmekte, çeşmeler musluksuz. Ormanlar yanıyor, kalan çeşmelerin kitâbeleri, aynaları, kırılmayı bekleyen boynubükük zavallılar. Küllük, güllük, eğri büğrü merdivenli, yamru yumru duvarlı, otomobil meşheri, seyyar satıcı pazarı, çiğ renkli kilimlerle örtülü, gözleri zedeliyor, pislik birikintileri ayakları kaydırmakta. Biber, et, soğan kokuları buram buram. Borazanlı satıcıların sesleri kulakları tırmalıyor ve bu meydanlıktan çıkmış meydanın sonunda, irfan merkezimiz Üniversite!
Müzik, bağışlayın, piçleşmiş, ne doğulu, ne batılı. Fakat şu muhakkak ki bizim değil, değil, değil ve biraz değil, çok, pek çok deli, zırdeli!
Ve biz, bu ülkede artık garîbiz. Gâh olur gurbet vatan gâhî vatan gurbetlenir.
Bütün bu, benliğimizi kaybetmekden meydana gelmiş. Benliğini kaybeden, varlığını bulamaz. Dününü bilmeyen, bugününü anlayamaz. Bugününü anlayamayan yarınına hazırlanamaz. Milliyyet evdir, yapıdır, temeldir, şehirdir, binâdır, maddedir, havadır, sudur, hayâl değil! Ve bir millet kendi varlığından çıkarsa başka varlıkları görüp, aşağılık duygusuna kapılır ve bugünkü hâle gelir.
1900-1912 yılları arasında İstanbul'da yaşamış ve bu şehrin yüksek kültürü ve medeniyeti ile yoğrulmuş olan Abdülbâkî Gölpınarlı'nın ibret dolu bu konuşması, vefâtına yakın bir tarihde, bir dergide "Mâzî Özlemi veya Dün-Bugün" başlığı ile yayınladığı bir makâlesinin kendisi tarafından seslendirilmiş bir kısmıdır. Bu konuşmadan daha uzun ve tefferruatlı olan o makâleye şu bağlantıdan erişebilirsiniz. Gölpınarlı bu makâlesinde, İstanbul'un ve İstanbul halkının 20. yüzyılın başları ile 1970'ler arasındaki muazzam değişimini gözler önüne sermekdedir. Ne var ki yazılanlardan söylenenelerden hiç ibret alınmadığı için o günlerden bugünlere manzara çok daha vahîm bir hâl almış, İstanbul bitmiş, tükenmiş, yok olmuş, bu muazzam şehirden ve şehrin medeniyyetinden yalnızca isimler, resimler ve hâtıralar kalmışdır. Hep söylediğimiz gibi, şehirlerin kıymetini belirleyen, tabii güzellikler, mimari eserler, ya da diğer zenginlikler değildir, asıl kıymeti belirleyen, o şehirde yaşayan insanların ilmi, irfânı, terbiyesi, ahlâkı ve güzel yaşayışıdır. Zâten güzel bir şehirdeki güzel eserleri yapanlar da, o şehrin tabii güzelliklerini muhafaza edenler de, o şehirdeki diğer bütün güzellikleri ve zenginlikleri meydana getirenler de hep o insanlardır. İstanbul yok olduysa, bu şehri âbâd eden o güzel insanları birer birer kaybettiğimiz ve maalesef yerlerine yenilerini yetiştiremediğimiz için yok olmuşdur.