24 Ocak 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bir sohbetlerinde İstanbul'da yaşamış iki meczûbdan bahsetmişlerdi. Bunlardan biri Abdullah Efendi, diğeri ise Mustafa adında bir meczûbdur. Efendi Hazretleri önce Abdullah Efendi'nin hikâyesini anlatarak söze başlamışlardı. Buyurdular ki :
Mahallede çocuklar onun peşine düşerler, bağırlar, "Abdullah Efendiiii, mahallenin baş pezevengiiii". O, ana, avrat, mezhep, nikah. Çocukların hepsi, "Abdullah Efendiiii, mahallenin baş pezevengiiii" filan böyle. Çocuklar teneke çalarlar, taş atarlar filan, o onlara ana, avrat.
Oradan bir adam geçiyormuş, kumandan kendisi. "Utanmıyor musunuz ulan!" demiş. "Dedeniz yaşında adamın peşine düşmüşsünüz. Haydi defolun" filan deyip çocukları kovalamış. Abdullah Efendi, kumandana dönmüş, "Bana bak! Üstüne vazîfe olmayan işe karışma!" demiş. "Onlarla ben eğleniyorum, sana ne!". Gitmiş, azletmişler kumandanı. Azletmişler, adam nerden geldiğini anlayamamış. Azil. Rütbelerini sökmüşler. Düşünüyor, taşınıyor, en sonunda birisine meseleyi açmış. Demiş, "Hiç bir kabahatim yok" filan. "Aman" demişler "Sen Abdullah Efendi'ye çatmışsın gâliba. Sen git onu bul" demişler. Bulmuş, eline ayağına sarılmış. "Haydi git vazîfene başla" demiş Abdullah Efendi. "Bir daha böyle şeye karışma" demiş, "Ben onlarla gönlümü eğlendiriyorum, ben onlardan şikâyetçi değilim" demiş. "Onlar bana taş atarlar, küfrederler, ben onlara küfrederim, böyle geçinip gidiyoruz" demiş. Gelmiş, bunun kabahat etmediği tebeyyün etdiği için bir üst rütbeyle taltîf edilmiş.
Orada Bilal Efendi vardı. Tatlıcı vardı orda. Hatırlarsınız. Bundan yirmi sene evvel vardı o. Ama benim anlatdığım daha eski. O Bilal Efendi'ye gelir, onu severmiş, ordan tatlı yermiş, o Bilal Efendi'den.
Gece yarısı otururken, malûm ya câminin kapıları kapanıyor, avlu kapısı da kapanıyor, bir de bakıyorsun, Abdullah Efendi minârede sabaha karşı salâ veriyor. Kapı kapalı olduğu hâlde. Biliyorlar herkes, Abdullah Efendi böyle.
Yolda giderken çeviriyor seni, "Hoca, çıkar parayı cebinden" diyor. Sen "Yok" diyorsun. "Nasıl yok" diyor, "Maaşı almışsın, şu kadarını yedin, bu kadar buraya verdin, bu kadar para var kesende". Açıyor, alıyor ordan parayı, istediği kadar, biliyorlar bunu. Peşine düşüyorlar, nereye gidiyor bu Abdullah Efendi diye. Abdullah Efendi bakıyorsun meselâ Silivrikapı'da yâhud başka bir fukarâ mahallesinde bir kapıyı çalıyor, oraya parayı veriyor, dönüp gidiyor. Soruyorlar, ya hastası var, ya cenazesi var, ya çocukları olmuş, fukarânın ihtiyâcı var.
1928 senesinde büyük bir âfet oldu burada, İstanbul'da. Büyük felâket oldu, Eyüp'e ölüler indi. Manda arabaları denize sürüklendi, Sarıyer'i su basdı. Âfet oldu. İşte o vakit bu Gazlı'daki yani Yedikule hâricindeki mezarlığa çıkmış, orada bir ağaç vardır, çitlembik ağacı, onun dibine. "Yâ Rabbi, Deli Abdullah fedâ olsun bu millete, gadabını benim üstüme gönder" diye bağıra bağıra orda rûhunu teslîm etmiş. Onunla atladı o büyük âfet buradan. Çok adam öldü, Eyüp'de, Sarıyer'de filan. Öyle bir Abdullah Efendi vardı.
Efendi Hazretleri, Meczûb Mustafa ile ilgili hâtıralarını da şöyle anlatmışlardı :
Mustafa, Missouri zırhlısı geldiği vakitde, buraya her gün geliyor, bizim câminin dibinde, daha o zaman Arabî değil, Türkçe okuyorlar, oraya çıkıyor, müezzin yukarıdan "Tanrı Uludur" diyor, o aşağıdan "Allahu Ekber" diyor. Çıkıyor bizim taşın üstüne orda ezan okuyor. Dükkanın yanında, avlunun oraya çıkıyor. Müezzin "Tanrı Uludur", o , "Allahu Ekber" diyor. Missouri zırhlısı geldi. Gelince, bütün meczûbları topladılar. Mustafa'yı da yakaladılar. Hep götürüyorlar, ne varsa. Amerikalılar görmesin diye. Bir Siirtli vardı, o helânın arasında otururdu. Şişman, böyle bu kadar, fıçı gibi böyle. "Allah raziy olsuuuun. Allah raziy olsuuuun" deyip duruyor. Onu da yakalamışlar. Neyse, ben Mustafa'yı almaya gitdim, karakola. Bayezid Karakoluna gitdim. Komisere dedim ki, "Bu, zararlı bir adam değildir, bunu bırakın, size zararı olur bunun" dedim, "zararlı bir adam değil, zararı olur". "Peki" dediler. Mustafa, "Çıkmayacağım" dedi. "Çık, çık, çık, çıkmıycam". Neyse, aldık onu çıkardık ordan. Şimdi Siirtli de, "Allah raziy olsuuuun. Beni de çıhar. Beni de çıhar" diye yalvarıyor. Nasıl çıkarayım. Aldık Mustafa'yı çıkardık. Ve akabinde ezân-ı Muhammedî Arapça okunmaya başladı, işte haberini verdi. Ölürken de telefon etmiş bana. İki şeyi çok seviyordu. Bir beni seviyordu, bir de Receb'i. "Re-Receb, Re-Receb, Re-Receb, Mu-Muzaffer, Mu-Muzaffer" diye bağırmış telefonda. Onunla Arnavutça konuşacakdın, dört köşe olurdu Mustafa.
Mustafa'nın âsâbı en çok şuna bozuluyor. "Ayşe sana varmayacak" dedin mi, bitdi. Kıyâmet kopuyor, ana-avrat gidiyor Mustafa. Onun da derdi onda. Ayşe sana varmayacak. Bizim Ahmed, buna demiş ki, "Ayşe sana varmayacak" demiş. Bu bir geldi bizim dükkana, ama nasıl, ateş olmuş parlıyor, yani bir kibrit vursan yanacak. O vakit telefon melefon yok bende. Salaş bir dükkan zâten. Mustafa, "Ver telefonu sen bana" dedi. "Peki al" dedik. Telefon filan yok ama bu sanki elinde telefon varmış gibi konuşuyor. "Alo, haydi Ahmed'e cezâ yazın, haydi Ahmed'i hapsedin". İki saat sonra Ahmed'i yakalamasınlar mı! Haydi Ahmed içeriye, hem para cezâsı, hem hapis. Birisi bir boya sandığı çalmış, Ahmed ona kefîl olmuş, ondan gitdi içeriye. Allah rahmet eylesin.
Mustafa, pek tatlıydı ama. Gelir o kadar kitabın içinde en kıymetli kitabı ister. Acâib değil mi? "O ki ki ki kitabı bana ver" der. Ben öğrendim. "O kjitâb vâlinin". "Vali, vali vali vali vali" der korkar. Vâli dedin mi bitdi, vâliden korkar. Vâlinin diyordum öyle kurtarıyordum.
Hocaefendi geldi bir gün, Mustafa Hoca bizim. Dükkânda konuşuyoruz Mustafa'yla biz, çok anlaşıyorduk. Dedi, "Bu pis herifle, be konuşuyorsun. Onun oturduğu yere bir adam otursa namazı olmaz" dedi. Onun oturduğu iskemleye otur, adamın namazı olmaz. O gece Mustafa Hoca'yı yakala sen, bir dayak, Mustafa Hoca'ya rüyâda, "Sen benim ekmeğime niye mani oluyorsun" diye.