9 Ekim 2018 tarihinde yayınlanmıştır.
Tanıdığımız, bildiğimiz bazı zevâtı rüyâda görüyoruz, bunların hiç bir tânesini râhat görmedik yâ hû. Hüsn-i zann ettiğimiz zevâtı de rüyâda görüyoruz, onlar da âhiret âleminde acâib bir hâldeler. Halbuki o hüsn-i zann ettiğimiz zevâtın râhat içinde olduğunu görmemiz lâzım gelir. Meselâ geçen akşam bir zâtı gördüm. İsm-i lâzım değil, çünkü bazılarınız onu tanıyorsunuz. Denizin ortasında, kız kulesi gibi bir yer var, ben de orada oturuyorum. Denizin içerisine şerit atmışlar. Üç dört kişi, o adamı iterek getiriyorlar. İçimden "Eyvah şimdi ayağı kayacak, denize düşüp boğulacak bu adam" diyorum. Sonra o şeridi tutuyor ve benim olduğum yere çıkıyor. Ama iterek sünerek getirdiler. Halbuki o zâta çok da hüsn-i zann ediyordum.
Bir rivâyete göre, Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendimiz Hazretleri, "Dervîş olmama sebeb, bir takım sâlih bildiğim, hüsn-i zann ettiğim zevâtı cehennemde görmemdir" diyor.
Hüsn-i zann ettiğimiz bir zâtı rüyâda görüyoruz, meselâ sırtındaki elbisesi eski. Halbuki ehl-i cennet ise, öyle görmememiz lâzım gelir. Bu yolda bulunan zevâtın rûhunun arşın altında kandiller içerisinde yeşil kuşlar şeklinde olması gerekir. Dervîş olandan bunu beklerim ben.Efendi Hazretleri mes'eleyi dervîşliğin edeblerine ve zikrullahın şartlarına bağlayarak buyurdular ki :
Zikrullahın şartları var. Meselâ zamânımızda bir çok zevâta tesbîh veriyoruz, vaktin yoksa yolda giderken de dersini çekebilirsin filan diyoruz ama aslında öyle değil. Zikrullahın bazı şartları var. Hem ahlâkî şartları var hem de evrâd u ezkârın şartları var. Bunların ikisi bir araya gelmezse o adam, adam olmaz. Bir adam, haram yesin, zînâ etsin, göz zînâsı yapsın, gıybet etsin, lâubâli olsun, lağviyyatla meşgûl olsun, sonra tesbîh etsin, bunun bir kıymeti olmaz. Münâfıklık alâmetdir bu. Zikrederken kıbleye karşı oturacak, diz üstü oturacak, abdestli oturacak. Gözünü, kulağını, ayaklarını, ellerini, kalbini, Allah'ın menhiyyâtından men' edecek yani Allah'ın yasakladığı işleri yapmayacak. Bunları Hakk'ın celâlinden korkarak yapmayacak. Allahu teâlâya yapılan ibâdet ve tâ'atları da seve seve yapacak, angarya gibi yapmayacak, bunları ni'met bilecek. Yalan söylemeyecek, haram yemeyecek, gözüyle zînâ etmeyecek, kulağı ile gıybet dinlemeyecek, diliyle de gıybet yapmayacak, sebbetmeyecek yani küfür etmeyecek. Bir adam böyle yaparsa ilerler, böyle olmazsa ilerleyemez, olmaz. Evliyâullah böyle söylüyor, ictihâd bu şekilde. Bu şartlara riâyet etmeden olmaz.
Zamânımızda her şey karmakarışık. O yüzden benim size vasiyyetim şudur. Allah'dan korkunuz ve kitâb ve sünnetden ayrılmayınız. Kitâb dediğim, Kur`ân, sünnet de Resûl-i Ekrem'in sünnetidir ki üç kısımdır. Kavl-i Resûl, fiil-i Resûl ve takrîr-i Resûl. Bunlara 'alâ kaderi'l-imkân yani elinizden geldiği kadar dikkat edin.
Bazısı da "Bir şey olmuyor" diyor. Bu zikrettiğim şartlara uymazsan bir şey olmaz. Küşâd olmaz, geldiğin gibi gidersin buradan. İnsanın küşâd olması lâzım, insanın sadrı şerh olmalıdır, tevhîdin nûrunu görmelidir, dervîşliğin lezzetini tatmalıdır. Allahu teâlâ ehlullahın şefâ'at ve himmetleriyle böyle taklîden yapanlara da çok lutuflarda bulunuyor ama o başka. Biz istiyoruz ki büyüklerimiz nasıl olduysa, insan o yolun yolcusu olmalıdır.
İmâm Hüseyn'in mahdûm-i mükerremleri Zeynelâbîdîn Hazretleri buyuruyorlar ki : "Bakın, dikkât edin, التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدونَ الآمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّهِ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ âyet-i kerîmesinde önce tâibûn sonra âbidûn zikrediliyor. Evvelâ tövbe sonra ibâdet geliyor. Bir adam tövbesiz ibâdete başlasa ibâdeti makbûl olmaz. Önce tövbe etmesi lâzımdır". Tövbe hastanın perhizine benzer, perhîz yapmayınca ilacın hastaya faydası olmaz. Onun için evvelâ tövbe şartdır. Bu yüzden hem ibâdet edip hem de bir tarafdan günâh işleyince olmuyor. Bu şekilde yapılan ibâdet ve zikirler belki günâhlara kefâret olabilir ama insan bu şekilde adam olamaz. Tarîkat-ı aliyyenin gâyesi bu âlemde adam olmak ve adamlığını bilmekdir. Şeklen insan yaradılmışız, ma'nânımızın da insân olduğunu öğreneceğiz yani hüviyetimizi öğreneceğiz. Yoksa geldiğin gibi gidersin âhirete.
Onun için bir çok hüsn-i zann ettiğimiz insanların âhiretdeki ahvâlini böyle görüyoruz. Meselâ büyük hocamı rüyâda gördüm, kafasındaki sarığı bozulmuş, yakası yırtılmış. Halbuki şuuraltı yaşasam, hocaefendi hayatta iken, çok temiz giyinir, çok intizamlı sarık sarardı. Yine bir başka hocaefendiyi gördüm, kürsüde oturmuş hüngür hüngür ağlıyordu. Rüyâda meyyitin ağlaması hayra alâmet değildir. Rüyâda meyyiti hasta görmek de hayra alâmet değildir.Sohbetin burasında bir zât, "Belki de milletin hâline ağlıyordur" diye latîfe yapınca Efendi Hazretleri şöyle buyurdular :
Kendine ağlıyordur o, oradan buraya ağlamaz o. Âhiret âlemi hiç şakaya gelmez! Allah muhâfaza buyursun. Resûl-i Ekrem buyuruyor ki "Mü'minin rûhunun kabzı üç yüz kılıç darbesi gibidir". Dikkat edin! Umûmi olarak insanın demiyor, mü'minin diyor. Hazret-i Ömer de ölümü tarif ederken diyor ki, "Bir adam farzediniz. Onun kafasından içeriye dallı bir sopa sokulsa ve o dalların her biri dikenlerle dolu olsa. Bu dikenli sopa adamın bütün damarlarına geçse. O sopa çekilince o kişiye nasıl bir acı verirse işte ölüm acısı da böyledir". Bunu Hazret-i Ömer söylüyor. Bize şaka geliyor ama kolay iş değil. Âhiret âlemi ve mevtâların hâli başka türlü. Allah kusûrumuzu affetsin.Sohbetin burasında ihvândan biri, "Efendiciğim, düşünecek olursak, insanoğlu için dünyâ âlemi de çok korkunç. Kazâları, belâları, felâketleri bir düşünürsek, her an insanın başına bir felâket gelebilir" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Evet dünyâda da insanın başına bir felâket gelebilir ama burada onun bir karşılığı var. Meselâ günâhsız bir kimsenin başına bir musîbet gelse, derecesi âlî olur. Günâhkâr bir kimsenin başına gelen musîbet de o kişinin günâhına kefâret olur. Cenâb-ı Hakk bir Hadîs-i Kudsî'de "Ben bir kuluma belâ ve musîbet ile teveccüh edersem, evlâdına, malına veya canına, o da bunu sabr-ı cemîl ile karşılarsa, yevm-i kıyâmetde onun kitâbını açıp da hesâba çekmeye hayâ ederim" buyuruyor. Dünyâdaki derd ve musîbetlerin karşılığı var ama âhiretde bu yok.
Evet bu dünyâ âlemi de musîbetlerle doludur. Zâten burası musîbet yeridir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ " buyuruyor. Musîbetleri sayıyor ama sabredenlere müjde olsun diyor. Ama âhiretde öyle değil, âhiret âlemi başka. Allah muhâfaza etsin. Onun için dâima duâ etmeli, elimizden başka ne gelebilir. Allah azâb ederse kuluyuz, affederse O erhamerrâhimîndir.
Yani benim demek istediğim şu. Sulehâ bildiğim insanları, âhiret âleminde rahatsız görüyorum. Onu söylemek istiyorum, acı olan bu. Meselâ bir hocaefendi vardı. Çok sâlih bir adam, abdestsiz yere basmaz, gayret-i dîniyyesi var, filan, filan. Kendisi nakşî hulefâsından idi. Uzun seneler bana hizmet etti, dükkânımda çalışdı, bana yardım etti, kendi kendine yaptı, ben ondan bir yardım talebinde filan bulunmadım. Öldükden sonra rüyâda gördüm, yüzü, yanakları, omuzu filan hep yanmış. Abdestsiz yere basmış bir adam değil. Her gece teheccüde kalkardı. Sene boyunca her Pazartesi ve Perşembe oruçlu, hem de oruçluyum demez "eşek bağlı" der yani nefsine hakâret eder. Böyle olduğu halde, yanakları, ensesi, yüzü başdan aşağı yanmış hâlde gördüm. Sonra bana, "Zekâtından bana biraz gönder" dedi. Halbuki bu adamı rahatda görmem lazımdı.
Bir kişi var, onu da ben görmedim, Hâfız Kemal Erdağ görmüş. Hacı Cemal Efendi'yi görmüş. Bir sarayda, kapısında iki süngülü adam varmış. Birisi içeri girmeye çalışırsa süngüleriyle kapıyı kapatıyorlarmış. Kemal diyor ki, saraya girip onu görmek istedim, adamlar önüme süngüleri çekdiler. Kapıda durdum, bakdım, Cemal Efendi sarayın içinde bir tahtın üstüne oturmuş, "Ben buranın pâdişâyım, bu saray da benim" demiş. "Hocaefendi, bu iş nasıl oldu" diye sormuş. "Dîn-i İslâm'a bu kadar hizmet ettim, Allah da bana bu mülkü ihsân etti" demiş. Cemal Efendi, benim de sevdiğim bir insandı, iyi insandı. Kendisi dervîşmiş ama aynı zamanda dervîş-meşrebdi. Hani bazısı ismini devîşe çıkarır da kibiriyle, ucubuyla dolaşır ya, öyle değil. Mütevâzı' insandı. Kitaplarını bile fakülteye bağışlamış. Koca bir kütüphânesi vardı.
Ben yalnız Hâfız İdris Efendi'yi gördüm. Öldüğü günün gecesi gördüm. Düğünü varmış, düğüne gidiyoruz, bize hediyeler veriyor. Ondan gayrısını görüyoruz, kimisinin dişleri çürük, gülünce çürük dişleri görünüyor, kimisinin sırtında yırtık pırtık eski bir aba, kimisi konuşmuyor, önündeki bir işle meşgûl oluyor. Allah sonunu hayr etsin.