27 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerine Amerika'daki bir radyo sohbetlerinde kabz ve bast hakkında sorulunca buyurdular ki :
İşte o şahsın gördükleri ve işittikleri ve yedikleri ve efâli ve akvâli, bu iş üzerine tesiri vardır. Hattâ bazı zevâtı görür, yâhud gördüğü kişinin nazarına uğrar, onun dahi insan üzerine tesiri olur. Hattâ en mühimlerinden bir tânesi de budur yani nazar meselesi.
Nazarın mâhiyeti hakkında sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Şimdi, nazar iki kısım. Bir nazar var, rahmet nazarı var, şefkat ve sevgi nazarı var. Bir de hased ve kötülük nazarı var. Bir de hilkat bakımından kötü nazarlı kişiler var.
İşte az evvel söylediğim gibi. Bir şeyh bir huzûra geldi, orada dervîşleri var idi. Oturdu fakat kendisinde kabz hâli var, yani açılmıyor gönlü. Ve sordu, "Burada yabancı kimse var mı?". Dediler ki, "Yabancı kimse yok ama sabahleyin bir adam geldi buraya, asâsını yani bastonunu burada bırakdı, gitdi, o kadar". "O asâyı dışarı çıkarın" dedi. Ve asâyı dışarı çıkardılar, şeyhin kalbi açıldı ve kabz hâli gitdi, bast hâli geldi kendisine.
Bir adam ne kadar iyi olsa, meydân-ı muhârebede düşmanın kurşunundan kurtulamaz, meğer ki kendini iyi müdafaa ede. Yani bir adamın iyi olması, kötü adamın nazarından kendisini kurtaramaz. Ancak bir silah olması lâzım ki onu karşılasın. O silah da nedir? Duâsıdır, Allah'a sığınmasıdır. Sordu bana o soruyu çünkü.
Gördükleri ve yediklerinden bahsetmişdim az evvel, bunların tesiri olur diye. Bunların hepsine misâl vereceğim şimdi. Evvelâ yediğinden bahsedeyim. Çünkü ilk görüş, bakması, dinlemesi, yediği, bunlar ufak bir şey görülür, fakat bir tohum toprağa atıldığı vakitde nasıl ki çoğalırsa, insan vücûdunda da öyle çoğalabilir. Güzel bir insanlar karşılaşırız, biliyorsun o adam kalbi çok temiz bir insandır, o gün insanın işi rast gider. Kalbi, elinde olmayarak, bir neşe içerisinde o gününü geçirir. Bir misâlini vereceğim şimdi. Bir komprime olarak, hikâye olarak anlatıyorum.
Bir kötü adamı, çok kötü bir insanı, o devrin mahkemesi idâma mahkûm etdi. Ve hükmü infâz etdiler, asdılar. Ve onu şehrin ortasında asdılar ki gelip geçen ibret alsın diye. Çünkü bazı insanlar ancak böyle şeyi görürlerse ibret alabilirler, manevî asılmanın farkına varmazlar, maddî olarak görürlerse anlayabilirler. Çünkü her eşyâ konuşmakdadır ama anlayan için. Anlamayan ancak konuşursa anlayabilir yani kelimeleri işitirse anlar. Oradan bir velî geçiyordu, zannediyorum Cüneyd-i Bağdâdî, kaddesallahu sırrahu's-sâmî Hazretleri. İşte görmekde kabz hâli olduğu için Hazret onu gayr-ı irâdî olarak gördü ve gözlerini kapadı ve o asılan adama şefkat nazarıyla bakdı. "Eyvah! Bu adam iyi bir insan olsaydı, idâma mahkûm olmasaydı, hayâtını gâyetle güzel şekilde geçirseydi ve dünyâsını ve âhiretini mamûr etseydi", bu fikre zâhib olarak, şefkat nazarıyla bakdı fakat gözünü kapadı. Çünkü çirkin bir hâdiseydi, kabz hâli gelebilirdi insana. Çirkin şeylere bakmak gözün âfetidir, göz âfeti. Bakmamak lâzımdır. Fakat Şeyh görmüşdü bunu. Ve o gece o zâtı, rüyâda gördüler, o şehrin yani Bağdad şehrinin ileri gelen velîleri, Hakk dostları. Dediler ki, "Sen kötü bir adamdın, mahkeme cemiyeti senin şerrinden kurtarmak için seni idâma mahkûm etdi, seni asdılar, sen cennete nasıl girdin?" dediler. Rüyâyı bir kişi görmedi, kırk kişi gördü. O zât dedi ki, "Ben kötü bir insandım ve cezâmı çekdim. Bir şeyh efendi geçdi oradan, bir Allah'ın dostu, velîsi, bana nazar etdi, merhamet nazarıyla. O merhamet nazarıyla nazar etmesinden dolayı beni Allah affetdi ve dedi ki, 'Kulum, sevdiğim, sana rahmet nazarıyla bakdı, ben de seni affetdim', onun için bu makâma yükseldim" dedi.
Şakî olarak ölen bir kimse, bir nazarla böyle saîd olursa, hayatda yaşayan kimseye, bir Allah'ın velîsi nazar ederse, yâhud kötü bir kimse nazar ederse, elbet nazarının tesiri olacakdır.
Yeme davâsına gelince. Onun için de bir kıssa anlatayım.
İstanbul'da Şeyh Vefâ Hazretleri vardır, Bayezid civârında. Fâtih'le Bayezid arasındadır türbesi. Bu Şeyh Vefâ'nın bir çocuğu vardı. Yani erkek çocuğu dünyaya gelmiş idi. Çocuk beş altı yaşına vardı, oynamak için kapının önüne çıkdı. O devirde İstanbul'da, şimdiki gibi çeşmeler filan yokdu, sakalar yani su taşıyanlar, hayvan derisiniş kırba yaparlar, onunla su taşırlardı. Çocuk bir çivi bulmuş, o çiviyle sakaların kırbasını deliyor ve oradan fışkıran suya ağzını veriyordu. Ve bu günlerce böyle devam etdi. Fakat sakalar Şeyh Efendi'ye gelip, "Senin oğlun bizim kırbalarımızı deliyor" diyemiyorlardı. Çünkü çocuğun terbiyesizliğinin manevî mesûliyyeti baba ve anne üstündeydi. Bir gün artık sakanın birisinin canına tak dedi, dedi ki, "Ben gidip bu çocuğu babasına şikâyet edeceğim" dedi, "ya terbiyesini versin ya evine hapsetsin çocuğu". Ve Şeyh'in huzûruna geldi. Ve Şeyh Efendi'ye niçin geldiğini arz etdi. Dedi ki, "Sizin mahdûmunuz elinde bir çivi, bizim kırbalarımızı deliyor. Şeyh Efendi, bunun terbiyesini ver. Çünkü bundan âciz olduk biz". "Ne vakitden beri bu iş böyle oluyor?". "Çocuk sokağa çıkdığından bu tarafa, oynamaya çıkdığından bu tarafa bunu yapıyor bize". "Niye bunu bana söylemediniz?". "Edeb etdik, size karşı terbiyemiz müsâid değildi bunu söylemeye ama artık mecbûr olduk". Ve Şeyh dedi ki, "Kimin zarar ziyanı varsa, gelsin benden alsın ve haklarını bana helâl etsinler". Sonra, çocuğu çağırmadı, annesini çağırdı yanına. "Düşün taşın bakayım, ne gibi kusur yapdın Allah'a karşı, Allah'ın istemediği bir iş yapmışsın sen". Kadın dedi ki, "Ben Allah'ın dediği yoldan hiç çıkmadım". "Hele iyi düşün" dedi Şeyh Efendi. Kadın düşündü, dedi, "Bir kusûrum olarka bunu düşünebiliyorum ben. Bu çocuğa ben hâmileydim ve komşuya oturmaya gitmişdim. Komşu dışarı çıkdığı vakitde, masanın üstünde bir limon gördüm. Utandım istemeye limonu. Kadınlar hâmile olduğu vakitde aşererler yani gördüklerini yemeye çalışılırlar, ne görürlerse ister canları. "Onun için limonu kadının haberi olmadan aldım, iğne ile deldim ve limonu ağzımla emdim ve yerine koydum limonu. Kadın görmedi bunu". Şeyh dedi ki, "Hah hastalık keşf olundu şimdi. Sen iğneyle limonu deldin, ağzını limonun suyuna verdin. Çocuk ne yapdı, çiviyle kırbayı deliyor, ağzını suya veriyor, aynısını yapıyor. Ama kalıp değişik. Manâ bir kalıp değişik. Seninki limon, onunki kırba, çocuğunki kırba". "Çâresi nedir?. Bu hastalıkdan kurtulalım bu manevî hastalıkdan". "Git kadına de ki, ben senin limonunu aldım, iğneyle deldim ve suyundan içdim, bana onu helâl et ya parasını vereyim ben onun sana". Kadın gitdi ve söyledi, dedi ki, "Ben bu çocuğa hâmileydim, senin bir limonun vardı burada, sana sormadan ben o limonu deldim ve emdim. Şimdi onu bana helâl et veyâhud bedelini istersen bedelini vereyim. Ne yapmam lâzım gelirse onu yapayım" dedi. Kadın dedi, "Helâl olsun, limonun ne kıymeti var". Şeyh Efendi çocuğu çağırıp, "Sen niye kırbayı deldin! Niye böyle yapdın!" demedi. Ertesi günü bakdılar, çocuk kapının önünde oynuyor, sakalar geçiyorlar kırbayla, çocuk çiviyle kırbayı delmiyor, yerleri çiziyor böyle oynuyordu. Onun için çocukların üzerinde bazı çirkin ahlaklar zuhûr ederse, bunlar, ebeveynin, ananın babanın yapmış olduğu işlerden meydana gelen kabz hâlinin çocuğa geçmesidir.
Üçüncüsü, dedi ki sözle dedik. Onun da cevâbını vereyim. Bir putperest delikanlı geçiyordu. Bir dervîş dedi ki, "Yâ Rabbi, bu nasıl cezâya çarpar, yani cehennemde yanar bu putperest? Bu kadar güzel yaratmışsın". Bunu söylediği için kendisi, diyor ki, "Yedi sene benim sadrım açılmadı yani kabz hâlinde kaldım ben".
Bir zât geldi, gene aynı bahse giriyor, bir zât geldi Abdullah el-Mübârek nâmındaki zâta, dedi ki, "Hazret, benim çocuğum kötü ahlâkı var, ben bunu ne yapayım?" dedi. Sordu Hazret-i Abdullah el-Mübârek ona, dedi, "Sen ona inkisâr mı etdin, kötü sözler mi söyledin?". "Evet". "İşte senin sözünün tesiri o" dedi.
Gene bir zât mürşidine geldi, "Senelerdir ben tesbîhât yapıyorum, riyâzat yapıyorum, fakat bir türlü kabz hâlinden bast hâline geçemiyorum. Yani benim göğsüm açılmıyor" dedi. Şeyh dedi ki ona, "Sen Allah'ın men' etdiği yerlere bakıyorsun, o bakman seninle Allah arasına perde oluyor ve kalbin açılmıyor senin".
Daha bunun yüzlerce misâlini verebilirim. Başka bahse geçelim, belki bir şeyler daha soracaklar."Kabz hâlinden çıkabilmek için ne yapmalı?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
En mühim mesele o, derdine devâ arıyor. İnsanın başına bir musîbet geldiği vakitde o musîbetin nereden geldiğini anlarsa, bu bir rahmetdir. Eğer musîbetin nereden geldiğini anlamazsa, ikinci bir musîbetdir. Sordular Hazret-i İmâm-ı Azam'a, "Paramızın helâl olduğunu nereden bilelim?" diye, "Nereye sarf ediyorsanız oradan bilinir" dedi. Onun gibi, kabz hâli neden geliyor kendisine bunu keşf edecek, tanıyacak. "Ben bir gün evvel ne yapdım?" Onu düşündüğü vakitde buldu mu, "Ben bunu böyle yapdım, bundan bu oldu" diye buldu mu, o vakit derdine çâre buldu demekdir. Ondan sonra Allah'a karşı oturur duâya ve der ki, "Yâ Rabbi, ben böyle bir şey yapmışdım, bundan döndüm, rücû' etdim, bir daha yapmayacağıma söz veriyorum sana" der ve kendisini Hakk ile başbaşa bırakır, hiç bir perde ortaya koymaz. Ne dünyâyı ne âhireti. Allah ile başbaşa kalır ki Allah ona kendinden daha yakındır. O vakit keşf olacakdır, açılacakdır. Denesin. Denesin, eğer açılmazsa gene bu radyodan oturalım böyle "Bu Şeyh Efendi yalancı" desin benim için.
Bu soruları soran hanım aldığı cevâblardan son derece memnûn bir hâlde Efendi Hazretlerine teşekkür etdikden sonra dedi ki :
Bugün inanılmaz bir şey oldu, belki tesadüf diyeceksiniz ama kâinâtda hiç bir şey tesâdüf değil. Çok acâib bir şey oldu, buraya gelirken bir gül aldım ve saçıma takdım. Buraya geldim, bir de bakdım ki Şeyh Efendi'nin elinde bir gül var. Ben kendisiyle daha önce hiç karşılaşmadım. Ayrıca kendisinden gül kokusu geliyor. Resepsiyonda oturuyoruz, herkes gül kokuyor. Sonra o soruları sordum. Hiç bir şey tesâdüf değil. Sonra insanların gözlerine bakıyorum, herkesin gözleri güzel hislerle ve muhabbetle bakıyor. Kendimi o kadar iyi hissettim ki. Şimdi gidiyorum. Bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Sizinle tanışmak çok güzeldi.
Programın sunucusu, rüyâ ve rüyâ tabîri hakkında bilgi isteyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Ehemm-i mühim bir meseleye emâs etdi. Vakit çok dar olmasına rağmen, bir kaç söz söyleyeyim.
Sâlik yani tâlib olan kimse, Hakk yoluna, Allah yoluna tâlib olan kimse ve kendinin insanlığını öğrenip, Hakk ile ünsiyyet etmek isteyen kimse, bir mürşide teslîm olduğu vakitde, ona üç şey teklîf edilir. Yalan söyleme, elinle koymadığın şeyi alma ve kötülük yapma yani gayr-ı meşrû cinsî münâsebetde bulunma. Tarîkat, küllü'l-âdâbdır, hepsi âdâbdır, edeb ve âdâb. Onun için bunu üç kelimeyle bağlamışlar : Edeb Yâhû! Edeb.
Edebin baş harfi "elif"dir, eline, ona işâret. Edebin "dal"ı diline. Edebin "be" harfi, son harfi de "be"dir, beline. Yani gayr-i meşrû yerlere gitmeyeceksin, sâhib olacaksın kendine. Bunu, bu direktifi alır dervîş, nasıl ki bir doktor hastasının hastalığını tedâvî etmek için bakar ona göre ilaç verdiği gibi, şeyhi de ona Allah'ın esmâlarından esmâ verir.
Dervîşlik tembellik değildir, başıboş yaşamak da değildir. Dışı halkla, içi Hakk'la olmakdır.
Dervîş, şeyhinin söylemiş olduğu direktifi, hastanın doktorun direktifine uyarak aldığı ilaçlar gibi, şeyhinin vermiş olduğu esmâya devâm ederse, o esmânın esrârı kendisinde zuhûra gelir. Meselâ gadablı bir adama şeyhi "Yâ Halîm" esmâsı verir. Yâhud "Yâ Rahmân" esmâsını verir. Bunun evveli de Tevhîd'dir ki Tevhîd, bir kılıç gibidir. İşte o vakit dervîş, hemen sınıfını geçer. Eğer şeyhinin dediğini tutarsa sınıfı geçer, derecesi yükselir. Hasta bir adam, doktorun tavsiyelerine tamâmen riâyet etdiği takdirde nasıl şifâ bulduysa, o şekilde. O vakit kendisine manâ gösterilir. Çünkü artık Allah'la irtibat temin etmişdir. Nefs-i emmâreden geçmek için göreceği rüyâlar mavi renkde olur, çünkü Tevhîd'in rengi mavidir. Ve bir takım ağaçlar görür ki bu nefs-i emmâresinden geçmişdir ve nefs-i levvâmeye dönmüşdür. Ağaçlık yerler, ormanlar görür. Zâten şeyh efendi hastasının üzerindeki tedâvînin tesirini görmekdedir. Sâlik gördüğü rüyâyı şeyhine anlatırsa, ki anlatması da lâzımdır, başkasına da söyleyemez, esmâsı değiştirilir ve maneviyyatda derecâtı yükselir. Zâten yedi derecedir, yedi sınıfdır yani. En ekall üç sene, en fazla on iki senedir. Her derecâtda rüyâ ile şeyhi onun esmâsını değiştirerek vâsıl-ı ilallah eder.
Bu mühim bir bahisdir, böyle on dakikada, on beş dakikada söylenecek, anlatılacak gibi değil. Ama ancak bu kadar söyleyebildik.
Rüyâ meselesine gelince. "Rüyâ nedir?" diye sorulursa, madde yokdur, göz yokdur, gören nedir ve görülen nedir? Öyleyse gösteren var rüyâyı. Netekim de, cümle enbiyâya vahiy evvelâ rüyâ ile başlamışdır, rüyâ-yı sâdıkayla. İbrâhim Peygamber'in, Mûsâ Peygamber'in gördüğü rüyâlar, bunlar da hepsi Kur`ân'da ve diğer kütüb-i semâviyyede mukayyeddir.
Bunları böyle derece derece anlatmak isterdik ama vaktimiz tamam oldu zannediyorum.
www.muzafferozak.com