Kâinâtın Yaradılışı ve İnsan - Sohbet - 20 Kasım 1981

16 Temmuz 2022 tarihinde yayınlanmıştır.

Hilkat
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerine Amerikadaki bir radyo sohbetinde, "İnsanın nereden geldiği ve nereye gitdiği meselesi sır olarak kalmakla beraber, modern dünyâda pek çok zihinde evrim inancı var. Hem biyolojik anlamda yani ibtidâî canlılardan insana kadar bir evrim, hem de son zamanlarda gündeme gelen insan bilincinin evrimi meselesi var. Tasavvufî bakımdan bu iki nevi evrimi nasıl îzâh edersiniz?" diye sorulunca buyurdular ki :
Darwin nazariyesine göre insanlar maymundan geldi ve öyle gitdiler. Halbuki maymunun da evveliyâtı var. Bu madde kısmı. Halbuki İslâmî nazariyede, bunu karıştıracak olursak, Allah'dan geldiğimiz yani Allah tarafından halk olunduğumuz ve bu yaşayışdan sonra tekrar Allah'a rücû edeceğimiz, bu, apâşikâr bir davâdır. 
Bir de şöyle alalım meselâ maymundan geldik, maymun olarak yaşadık filan, işte aslımız maymun. Bu söze biz darılmıyoruz. Kimin babası hayvansa, maymunsa, o, o davâyı gütmekde. Biz insanoğluyuz, âdemoğluyuz biz. Şimdi öyle kabûl edelim, peki maymun nereden geldi? Çünkü ortada bir eser var, bu eseri halk eden, îcâd eden bir sanatkâr var, fakat maymun nereden geldi? 
Hattâ şöyle bir kaziyye vardır, tavuk mu yumurtadan çıkdı, yumurta mı tavukdan çıkdı? Derler ki, "Bu teselsül bâtıldır" derler ama bâtıl değildir. Zîrâ evvelâ tavuk olmuşdur. Nasıl ki Âdem oldu, Âdem'in tohumunu yumurta olarak kabûl edersek, Âdem'in tohumundan beşer geldi. Tavukdan geldiği meydana çıkıyor. Mâdem ki Âdem'den tohumla çıkıyor, tavukdan da sonra yumurta çıkdı. Allah tavuğu yaratdı.
Haa şimdi, maymunu kim yaratdı, maymun nereden geldi? "Evvelâ sudan oldu, sonra sudan yürüyen bir hayvan oldu, sonra o hayvan iki ayaklı oldu, sonra maymun oldu, sonra insan oldu" diyorlar. Eğer maymunlar insan olsalardı bugün hiç maymun nesli kalmayacak, hepsinin insan olması lâzım gelirdi. Zîrâ altı milyar üç yüz on dokuz milyon sene kâinâtın yaradılışı. Yani Tevrat'ın haber verdiği gibi yâhud İncil'in, on bin sene değildir. Hazret-i Şeyh-i Ekber böyle söylüyor, yani çok eski kâinât ve bugün de arkeoloji bunu göstermekde.
Peki sudan geldi diyelim, su nereden geldi? Peki suyun bulunduğu kap yani nehirlerin toprağı, o nereden oldu? Önce nâr-ı beyzâ idi. Nâr-ı beyzâ nereden geldi? Soru böyle devam ederse, insan aklı bir yere kadar gelecek, orada duracak akıl. Diyecek ki, "Bundan ötesine bizim aklımız ermiyor". Hah, tamam! İşte senin aklının ermediği yerde îmân faslı başlıyor. Zîrâ mâdem ki bir şey var, o bir şeyi yapan var. Öyleyse bu kâinâtı yapan bir kuvvet, bir kudret sâhibi var. Ne insanın aklı ne şuûru fezâya bakdığı vakitde bunu görebiliyor. Bunu ölçmek, idrâk etmek her kula müyesser değil. Kayıkla aya çıkmağa benzer bu. Şimdi, bir adam sanatı gördüğü vakitde sanatkârı görmüş demekdir. Diyecek ki, "Peki o sanatkârı kim yaratdı?", materyalistler gibi, yani "Allah'ı kim yaratdı?". Allah'ı yaradan olunca Allah, Allah olmaz, mahlûk olur o. Öyleyse yaradan bir kuvvet var. İnsanlar nereden gelip nereye gidiyor? İnsanlar ister maymundan gelsin, ister sudan, ister nâr-ı beyzâ olan ateşden halk olunsun, evveli oradan başlıyor fakat onu halk eden, Allah olduğu muhakkak. Kendi kendine bir şey olmuyor çünkü. Mutlaka bir yapıcısı, yaradıcısı var. Ben umûmî olarak konuşuyorum. Neden olursa olsun onun bir yaradıcısı var. Yaradan da Allah işte. Demek ki her ne olursa olsun, ister canlı, ister cansız, ister nebâtî, ister cemâdât, ister insan, ister hayvan, hepsi Hakk'dan olduğu muhakkak. Olduğu gibi çıkıyor meydana. 
Bunu umûmî olarak konuşduk. Dînî nokta-i nazardan, insan maymundan olma değil, maymun insandan olma. Zîrâ Kur`ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakk Benî İsrâil'den bir kısım halkın yapdığı isyandan dolayı onları maymun yapdı, "كُونُواْ قِرَدَةً خَاسِئِينَ kûnû kıradeten hâsiîn, maymun olun" dedi Allah, maymun yapdı. Gene Benî İsrâil'den bir kavmi Allah domuz yapdı, hınzır yapdı. Gene Benî İsrâil'den bir kavmi Cenâb-ı Hakk fare yapdı. "Nasıl olur?" diye soracak olursan, Allah'ın kudretine insanların akıl terâzisi yetişmez. Zîrâ Allah dilediğini yapar. Allah ateşden su, sudan ateş çıkarır. İşte elektrik elimizde duruyor. Allah toprakdan buğday, buğdaydan toprak yapıyor. İşte görüyorsunuz bunu. Allah bir buğdayın içerisine yüz milyar buğday koydu. 
Şimdi, böyle olunca, mahlûkât Allah tarafından halk olundu, mutlakâ hâlıkı var. Çünkü mâdem ki eser var, o eserin, o âsârın mutlakâ yapıcısı vardır. Bütün mahlûkâtın en ekmeli insandır. Gene Kur`ân yani İslâm, bunu inkâr etmiyor, Âdem'den evvel kavm-i cân var. Esteîzübillah, "خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ كَالْفَخَّارِۙ * وَخَلَقَ الْجَٓانَّ مِنْ مَارِجٍ مِنْ نَارٍۚ halaka'l-insâne min salsâlin ke'l-fahhâr, ve halaka'l-cânne min mâricin min nâr, biz cân kavmini ateşden halk etdik, insanı toprakdan halk etdik diyor Hazret-i Allah. Cân kavminden evvel ten kavmi var. Ondan evvel ben kavmi var. Arkeologlar dünyada bazı şeyler buluyorlar, âdemoğullarının bırakdığı eser değil o, o eski kavimlerin eseri. Kimisi rüzgardan halk olunmuş, kimisi nârdan, ateşden halk olunmuş, kimi toprakdan, kimi sudan halk olunmuşdur. 
Âdem'den halk olunduk ama nereden geldik? Hakk'dan geldik, doğrudan doğruya. Bırak Âdem'i, suyu, maymunu filan, hâlıkımız Allah. Gene yaşıyor bu yaradılan, nihâyetinde ister monkey, ister donkey, ister insan, ister ateş, ister su, gene yok oluyor, gidiyor. Bu gelenler isteyerek gelmiyorlar. Buradan isteyerek gitmiyorlar. Herkes giydiği elbiseden memnûn. Yılan insanı görüyor, öldürecek beni diye kaçıyor. Akreb insanı görüyor, kaçıyor. Sinek, kaçıyor, ölümden korkuyor. Hepsi râzı sırtına giydiği elbiseden. Yaa! Demek ki herkes kendi giydiği elbiseden memnûn ki o elbiseyi değişdirmekden korkuyor. Nihâyetde de yok olunca, demek ki biz Allah'dan geldik ve Allah'a gitdik. "اَيَحْسَبُ الْاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًىۜ e yahsebü'l-insâne en yütrake sudâ", böyle yaradılan mahlûkât-ı ilâhî başıboş da halk olunmamış, hepsi bir kânûna, bir formaliteye tâbi. Böyle olunca, bunun bir gâyesi var, bu kâinâtın hilkatinin. Gâyesiz olmaz bu kadar muntazam olan kâinât. Güneş doğuyor, güneşden ay nûr alıyor, yıldızlar semâyı süslüyor, ard altımıza döşenmiş, mevsimler, kışlar, yazlar, baharlar, güzler, insanlar, hayvanlar, hep bir intizam içinde yaradılmış. Öyleyse bu boşuboşuna yaradılmadı, bir gâye tahtında yaradıldı.

Böyle olunca mahlûkât-ı ilâhiyyenin neden halk olunduğunu soracak olursak, Hakk Teâlâ buyuruyor ki, este'îzübillah, " وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ vemâ halaktül cinne vel inse illâ li ya'budûn, cinnileri ve insanları, beni bilip bana ibâdet etmeleri için halk eyledim". İnsanları ve cinnileri, görünen ve görünmeyen kuvvetleri. Mahlûkun da ekmeli insân sonra cin, cinni yani görünmeyen kuvvetler. Bunlar da şerefli oldukları için onlara Allah ibâdet tekâlifini verdi, yani "ibâdet yapın bana" dedi, şerefli oldukları için.
Diğer mahlûkâta gelince, Allah, kendi vücûdunda bulunan âyât u beyyinâtı görmeyen gâfillere, o hayvanlarla vahdâniyyetini i'lân eyledi. Allah, insanın kendisinde bulunan ahlâk-ı zemîmeyi yani kötü huyları ve ahlâk-ı hamîdeyi yani iyi huyları hayvanlarla gösterdi, insanın içinde bulunan o ahlâk ne ise, onun remzi olarak hayvanı îcâd etdi Allah. Ve aynı zamanda da insanların yaşaması için onları vâsıta kıldı, sebeb kıldı. Hayrını şerrini bilmeyen bir adam öküz gibidir, öküz onun remzidir. Ve aynı zamanda öküz insana hâdim oldu. İnsan, onu kesdi, etini yedi, derisinden kendisine ayakkabı yapdı, aynı zamanda arabaya koşdu, pulluğa koşdu, tarla sürdürdü, yük çekdirdi. Ne hakkı var hayvana bu şekilde muamele etmeğe insanoğlunun? Çünkü Allah onu insanoğluna hâdim olarak yaratdı. Ve aynı zamanda insanda bulunan şehvânî kuvvetin timsâli olarak eşeği halk etdi. Ve aynı zamanda gene eşeği insana hâdim etdi, üzerine biniyor, yükünü götürtüyor. İşte karıncayla tamahı gösterdi, insandaki tamahı. Topluyor topluyor, topluyor, karınca topladığını yiyemeden ölür. Biz bunların birer menfaatlerini sayıyoruz, daha çok şey var, ne vakit yetişir, ne söz yeter. Hem sembolünden istifâde etsinler, insanlar görsün diye, hem vücûdundan, hem sütünden, hem, hem kanından, hem derisinden insanlara menfaat sağladı. İnsanın kursağına düşen bir tek üzüm tânesi ya bir kiraz tânesi, ya bir buğday tânesi için 365 gün güneş çıkdı, yağmur yağdı, ay doğdu, insanın kursağına insin için yapıldı bu.

Yaşayan insanların dünyâda rahat etmeleri için, Allah, bir takım doktrinler gönderdi, peygamberler vâsıtasıyla. Kur`ân gönderdi, Tevrat gönderdi, İncil gönderdi, Zebûr gönderdi, suhuf gönderdi, bir takım doktrinler verdi ki, adâlet te'mîn olunaa, insanlar birbirlerine tecâvüz etmeyeler. Ve aynı zamanda da bu böyle vaz' olundukdan sonra, bu âlemden sonraki âlemde de dünyâda yapılan hayır ve kabahatların mükâfâtı yâhud cezâsı gösterileceği haber verildi. İşte bunu düşünenlerin rûhları tekâmül etdi dünyâda. Hayvanı gördü, ibret aldı. Yağmuru gördü, ibret aldı. Kur`ân'dan ibret aldı, Tevrat'dan ibret aldı, İncil'den ibret aldı, suhuflardan ibret aldı, ne oldu, rûh tekâmül etmeğe başladı. Rûh semâvîydi, arşîydi, yani arşdandı rûh, cesed de toprakdan idi. İkisi izdivâc etdiler. İzdivâc etdiler ikisi yani evlendiler. Rûh, bedenin üzerine bindi. Ölüm geldiği vakitde vücûd toprağa gitdi fakat rûh Hakk'a gitdi. İşte Allah'dan geldi Allah'a gidiyor.

Demek ki ne oluyor şimdi, niçin geldiğimizi, nereden geldiğimizi ve nereye gitdiğimizi ve niçin gitdiğimizi ve rûhun da nasıl inkişâf etdiğine dâir sorduğu soruya âcizâne cevâbları verdim. Tabii vermiş olduğum cevâblar, deryâdan bir katre, şemsden bir hüzme, toprakdan bir zerredir. Yani bu ilmi bitirmiş manasına değil. Gözlerinde ibret olanlar bunları gördüler. İbretli göz, sâhibinin dostu oldu. İbretsiz göz, sâhibinin başı üzerinde dolaşan düşmânı gibi oldu.

Eğer âhiret olmasaydı, dünyâda yapılan haksızlıkların, yâhud yapılan hayırların yâhud şerlerin karşılığı olmaması lâzım gelirdi ki, iyilik yapanın iyiliği hebâ, zâlimin de zulmü yanına kâr kalacakdı. Öyle olmadı. Mahşeri hazırladı Allah kıyâmet gününde ki, bu kısa hayâtın hesâbını orada soralar. Ve hayır yapanlar için bir binâ inşâ eyledi, ismini cennet koydu, şer yapanlar için de, beşeriyyete dokunanlar içinde de Allah bir hapishâne yapdı, ismini cehennem koydu. Bu âlemden sonra iki makâma gidildi, ya ehl-i cennet olundu, ya ehl-i nâr, üçüncüsü yok. Makâm-ı a'raf var. O makâm-ı a'rafın bir yüzü cehenneme bakar, bir yüzü cennete bakar. O ashâb-ı a'rafın da bir müddet sonra cennete kalb olacağını biliyoruz, Allahu Teâlâ ashâb-ı a'rafı da cennete koyacak, bir müddet sonra. 

Cennet, cehennem, dünyâ, âhiret, mevsimler, yazlar, kışlar, güzler, hepsi insân için halk olundu, insan Allah için halk olundu. Allah buyurdu ki, "Ey insanoğlu, bütün mevcûdâtı, görünen-görünmeyen, düşünebildiğin-düşünemediğin, bildiğin-bilmediğin bütün ni'metleri, herşeyi senin için hazırladım, seni de kendi zâtım için hazırladım".

Netekim de işte, Cenâb-ı Hakk gene Kur`ân-ı Kerîminde, este'îzübillah, "وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câ'ilun fil ardi halîfe, kâlû e tec'alu fîhâ men yüfsidü fîhâ ve yesfikü'd-dimâ, ve nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek, kâle innî a'lemu mâ lâ ta'lemûn" buyurdu Allah. Yani manâsı şu, "Ben dünyâya bir halîfe yaradacağım". Zîrâ Hazret-i Dâvûd'a Zebûr'da şöyle hitâb etdi, "Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü en u'rife fe halaktü'l-halk, bana kendimi bildirmek sevdirildi ve mahlûkâtı onun için halk etdim". Demek ki işin bidâyeti aşk ve muhabbetle halk olundu. 

"Âdem'i halk edeceğim" dediği vakitde meleklere, işte "وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câ'ilun fil ardi halîfe, ben halîfe yaradacağım" dediği vakitde melekler dediler ki, "Yâ Rabbi, kâinâtı fesada uğratacak, kan dökecek bir mahlûk mu yaradacaksın?" dediler. Melekler nereden biliyor bunu? Âdem'den evvel geçen kavimler var ki, onları gördüler ki, ondan kıyas yaparak söylüyorlar Allah'a. Ve dediler ki melekler, "Yâ Rabbi biz seni takdîs ederiz, seni tesbîh ederiz. Yaradacağın bu mahlûk, bundan evvel geçen, kavm-i cân gibi, kavm-i ten gibi, kavm-i ben gibi sana âsî olur, kan dökerler, halbuki biz seni tesbîh ediyoruz, takdîs ediyoruz" dedikleri vakitde, Allah, "قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ kâle innî a'lemu mâ lâ ta'lemûn, benim bildiğimi siz bilmezsiniz, sükût edin ve benim yapacağım, halk edeceğim mahlûkâta ibret ile bakın, hikmetime muntazır olun" dedi Hazret-i Allah. Allah, Âdem'i toprakdan halketdi ve ona esmâlarını ta'lîm etdi, aynı zamanda ona esmâlarının sıfatlarını verdi.

Programcı sordu, dedi ki, "Siz daha önce sanatkârı sanatından tanırız demişdiniz. Meselâ güle bakan bir kimse, onun yaradılışındaki fevkaladeliği görür, ondaki fevkalade sanatkârlığı görür. Bir başkası için ise gül yalnızca güzel kokulu bir çiçekdir. Bir başkası için ise gül, pek çok sırları açığa çıkarır, yaradıcının sırrını temsil eder. Biz güldeki sırrı keşfetmek için, onun yaradılışındaki hikmeti anlamak için neler yapabiliriz?". Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Hayatda nasıl mektebler böyle kadem kademeyse, ilk mekteb, orta mekteb, lise, üniversite, ondan sonra bir şey üzerinde çalışmak. Zâten mektebler miftahdır yani anahtardır. İnsan, tahsîli üniversiteden sonra yapar. Fakülteyi bitirdikden sonra, tahsîli hayatda yapar insan. Onlar mücerred miftâhı yani anahtarı verir. İnsanların da görüşleri böyledir. Yani bir kısmı gülün renginde, bir kısmı kokusunda, bir kısmı gülü eken bahçıvanında, bir kısmı bahçıvanın Rabbinde, bir kısmı nasıl bahçede bitdi gül, bununla uğraşır. Yani esâsa varanlar pek azdır. Zâten, "وَقَلِيلٌ مِّنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ ve kalîlün min 'ibâdiye'ş-şekûr", orada "min" cüz'iyyedir, pek azdır bu kemâle eren insanlar. Eğer herkes kemâle erseydi zâten kemâlin kıymeti kalmazdı.

New York'u duyan, New York'u gören gibi olmadı. New York'un içine giren de, New York'u gören gibi olmadı, o daha ilerledi. Halbuki aslında ne New York var, ne gören var. Bir zaman gelecek yok olacak. Vaktiyle yokdu zâten. Aya çıkan insan, yıldızları, göğü ölçdüğü hâlde, kendi üzerindeki eşyâyı bilmez. Vücûdunun iç kısmı değil, üzerindeki eşyâyı bilmez.
İşte bize bunları gösteren, yani gülün esâsını bize bildiren, kokusunu kim halk etdi, rengini kim halk etdi, bunu bildiren zât kim biliyor musun? İşte o âdem. Yani esmâya mâlik olan Âdem'den gelen enbiyâ bize bildirdi. Eğer peygamberler gelmeseydi, insanoğlunun bunu bulması gâyetle güç olurdu. Çünkü insanoğlu peygambersiz olursa, kendi kızkardeşiyle evlenir, anasıyla evlenir, hayvanı kendisine ilâh olarak ilân eder. Netekim de fî zamâninâ ineği hak bilip de onun idrarını içen bir alay insan var, peygamber gelmediği için. Hattâ pisliği bile yer.

İşte esmâyı bilen Âdem o esmâlara da vâris oldu. Ama esmânın ters tarafına. Meselâ Allah'ın rahmeti nâ-mütenâhî, insanın rahmeti mütenâhî yani bir hudûdu var. Allah'ın rahîmiyyeti var, o nâ-mütenâhî, insanın rahîmiyyeti mütenâhî. 

Vaktâ ki Âdem halk olundu, Allah aşkı, niye kâinâtı halk etdiğini ve aşkı arz eyledi. Âdem esmâyı öğrenince, niçin halk olunduğunu, o muhabbetle halk olunduğunu öğrendi ve aşka tâlib oldu. Şeytân'a aşk verilmedi. Aşk, Âdem'e verildi. Âdem cennetde idi, aşka tâlib olunca Allahu Sübhânehû ve Teâlâ buyurdu ki Âdem'e, "Aşk gözyaşıdır, mahzûniyyetdir, ağlamakdır. Ağlamakda zevkdir, mahzûniyyetde neşedir. Fakat cennet-i a'lâ mahzûniyyet yeri değildir, ağlama yeri değildir. Çık cennetden dışarıya, aşkı al, âşık ol" dedi.
Yani Âdem, Hıristiyanların dediği gibi, gadab-ı ilâhîye uğrayıp da cennetden çıkarılmadı, aşka tâlib olduğundan çıkarıldı. Çünkü aşka ancak cennetin hâricinde sâhib olabilirdi zîrâ ağlayacak, üzülecekdi. Aşkın da kendinde olduğunu gördü Âdem. Onun için, aşka mâlik olmak için, cenneti bir buğday tânesine satdı ve dışarı çıkdı. Âdem, işitdi ki sulb-i pâkinden Muhammed Mustafâ gelecek, sallallahu aleyhi vesellem, cenneti bir buğdaya satdı ve dışarı çıkdı, aşkın zâhir olması için.
Muhammed'den muhabbet oldu hâsıl
Muhammed'siz muhabbetden ne hâsıl
Bütün enbiyâ bir nûrdur, Îsâ'sı, Mûsâ'sı yok, Eyyûb'u, İbrâhîm'i, bir nûrdur, nûr-i vâhiddir. Birini kırdın mı hepsini kırmış olursun. Birini tasdîk etdin mi hepsini tasdîk etmiş olursun. Bâhusûs cümle enbiyânın bidâyeti olan Hazret-i Muhammed'in nûrunu Allah Âdem'in alnına koydu ve bu nûr cümle enbiyâya sirâyet ederek, tâ Hazret-i Peygamber'e geldi. Resûlullah'ın vücûd-i mübârekleri zâhir olup, Allah'ın rahmeti zâhir oldu, meydana çıkdı, yani gözle görüldü. Allah'ın muhabbeti Muhammed'le görüldü, vücûdu zâhir olunca. Ve Allahu Teâlâ, O'nu kendine mir'ât etdi. Yani zât-ı ulûhiyyetinin nûrunu mir'ât-ı Muhammed'de zâhir etdi, zuhûra getirdi. Sallallahu aleyhi vesellem.

Evet, işte insanoğulları nereden geldiğini, nereye gitdiğini, niçin geldiğini ve niçin gitdiğini ancak nebîlerden öğrendi, peygamberlerden öğrendi ve onların vârisi olan velîlerden ve âlimlerden öğrendiler. Ve Hakk'a giden yollar o kadar çoğaldı ki, her mahlûkâtın her nefesinin sayısınca Hakk'a giden yollar açıldı. Ama bulabilen için.
Aşk ile halk olan mahlûkât, aşk ile yaşadı ve aşk ile öldü. Öldü değil, oldu! Çünkü insanoğlu ölmez, olur, hayvan ölür. Ne mutlu aşka vâsıl olanlara ve aşkda yaşayanlara!
Aşkın hepsi kudsîdir, te'alluk etdiği yerle makâmı değişir. Kötü bir kabın içerisine şarab konulduğu vakitde, o kabın şeklini aldığı gibi, olmamış insanda zâhir olan aşk, şehvetle zâhir olur. Ârif ve kâmil olursa, kab dürüstdür, orada aşk-ı ilâhî ile zâhir olur.
Etme ünsiyyet-i esfel ile rûhu mescûn
'Akl-ı evvelde mekîn olmuş iken pâye sana
'Aşk ile mahv-ı vücûd eyleyerek âdem ol
Nüh felek çâr anâsır hâdim ü dâye sana

www.muzafferozak.com

Listeye geri dön