7 Haziran 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri, "Vücûdun hâsıl, kalbin vâsıl ve feyzin mütevâsıldır" meâlindeki "vücûdüke hâsılün ve kalbiüke vâsılun ve feyzıke mütevâsılün" ibâresiyle gelen vâridi îzâh ederlerken buyururyorlar ki :
Yani vücûdun, 'amel-i sâlih ile hâsıl ve mütehakkıkdır. Ve vücûdun Hakk'a vusûlü 'amel iledir ve illâ muhâldir. Zîrâ cesed ki hissîdir, harem-i ma'nâya duhûl etmez. Pes, her mertebenin bir türlü vuslatı vardır ki hâline göredir. Ve kalbin vâsıldır. Yani ma'rifetullâh ile. Zîrâ kalb, 'âlem-i melekûtdandır. Ve ma'rifet 'ârif ve ma'rûf arasında râbıtadır, 'amel-i cesed bu râbıtanın vesîlesidir. Ve feyzin mütevâsıldır ki leyl ü nehâr Hakk'dan fâyiz olan hikem ve hakâikdır ki esmânın müsemmâya ittisâli mikdârı bi-hasebi'l-isti'dâd her dil feyz-menddir.
Zîrâ feyzin a'lâsı esmâ ve sıfât ve zât-i ilâhiyyeye müte'allık olandır. Ekvâna te'alluk eden onun tahtındadır. Zîrâ mertebede dahi tahtındadır. Şol cihetden ki 'âlem-i mülk, 'âlem-i ecsâm ve 'âlem-i melekût, 'âlem-i ervâh ve âlem-i ceberût, 'âlem-i esmâ ve 'âlem-i lâhût, 'âlem-i zâtdır. Ve her mertebeye te'alluk eden 'ilim mertebesine göredir. Onun için derler ki, "Ecellü'l-'ulûm 'ilm-i billâhdır". Zîrâ ecellü'l-ma'lûmât hazret-i zâtdır. Ve sâir eşyâya te'alluk eden 'ulûm onun 'ilminin mukaddimesidir. Pes, gerçi 'ilim, emr-i vâhiddir, fe-emmâ müte'allekât i'tibâriyle 'ulûm-i kesîredir. Ve bu 'ulûm-i kesîre arasında merâtibine göre tefâvüt vardır. Meselâ 'ilm-i nahv bilmek, ilm-i tefsîr bilmek gibi değildir. Ve sultânı ve mertebesini idrâk etmek, erbâb-ı merâtibden birini idrâk etmekden a'lâdır. Zîrâ sultânın ismi küllî ve zâtî ve sâirin cüz'î ve sıfâtîdir.
Ve bundan kalbin cemî'-i kuvâ üzerine fazl ve rüchânı zâhir oldu. Zîrâ kalb mazhar-ı ism-i 'Alîm ve müte'allakı Allâmu'l-guyûb'dur. Ve lisân mertebesi, onun mütercimi olmakla sâir erkândan ser-efrâz oldu. Onun için lisân ve erkân denilir. Ve mevrid-i hamd ve şükrdür ki âhiru'l-merâtibdir. Zîrâ kemâle bülûğdan sonra müte'ayyin olan "efelâ ekûne 'abden şekûrâ (şükreden bir kul olmayayım mı" mertebesidir. Eğerçi erkân ile dahi şükr olunur, mevrid-i 'âmm olmak i'tibâriyle.
Ve lisânın tekellüm etmediği nesne yokdur, meğer ki emr-i vicdânî ola ki lisân ile ta'bîri kābil olmaya. Ve cemî'-i eşyâ aklâm ve elsinedir. Eğerçi zî-rûhda lisân mertebesi zâhirdir. Zîrâ ekseri asvât üzerinedir. Ve savt, nefes-i insânînin zâhiridir, lisân gibi. Zîrâ her ne zâhir olursa lisândan zâhir ve ondan sâdır ve cârî olur. Ve mertebe-i nutkıyye mertebe-i 'akliyye mukâbilidir.
Ve bu iki mertebenin mâverâsı 'âlem-i ma'nâdır. Ve lisân kalem gibi mertebe-i ta'lîme mazhardır. Ta'lîm ise mertebe-i irşâddır. Onun için bazı ehl-i hakâik, "lisânün min elsineti'l-hakk (Hakk'ın lisânlarından bir lisân" diye tabîr ederler. "Hasenetün min hasenâti seyyidi'l-mürselîn (Resûl-i Ekrem'în hasenelerinden bir hasene" dedikleri gibi.
Ve bundan mertebe-i kelâmın fazlı zâhir oldu. Onun için âhiru't-te'ayyünâtdır. Yani sıfât-i seb'in yedincisidir. Ve hasene kavl ve fi'le şâmildir. Hattâ "Ahsenü'l-hasenât lâ ilâhe illallah (Hasenâtın en güzeli tevhîddir)" denildi. Pes, bir lisân ki efdalü'l-ezkârın kâili ola, şeref-i zâyidi ne idüğü ma'lûmdur.
Ve bu ma'nâdandır ki âfât-i lisândan tahzîr olundu. Zîrâ sultân murûr etdiği yerden ra'iyyet ve kefere ve fecere murûr etmek revâ değildir. Ve dehân kafes gibidir ve kafesde olan bülbül ve kumru ve tûtîdir, yoksa zâğ ve zâğân değildir. Pes, lisân, kafes-i dehânın bülbülüdür ki ondan sâdır olan dâstân-ı 'aşk ve şevk ve zikr-i ma'şûkdur.
Ve hadîsde gelir ki : "Ezîbû ta'âmeküm bi zikrillah (Yediklerinizi zikrullah ile eritiniz". Bu, zikrin zâhiri gerçi zikr-i kalbîye dahi şümûl gösterir, fe-emmâ izâbe zikr-i lisânîye, belki zikr-i cehrîye dâlldir. Zîrâ cehrde şiddet vardır. Bu ma'nâdandır ki fukarâ-i tarîkat ba'de't-ta'âm 'akd-i meclis-i zikr edip lisânlarını i'mâl ile yüreklerin ve ciğerlerin ve kaleblerin dahi tahrîk edip ufûnet-i ta'âmı izâle ve kesâfeti izâbe etmekle taltîf-i vücûd ederler, tâ ki kesâfet ve ufûnet makâm-ı 'ibâdet ve mertebe-i teveccühe mâni' olmaya. İşte bu zikr-i lisânî ile hayvân ile iştirâkden halâs olur. Yani hayvân, ten-perver ve insân, cân-perverdir. Ve illâ zikr ile izâbe-i ta'âm etmezdi. Bu cihetden zikr-i cehrîyi inkâr eden mefhûm-i hadîsden bî-haber oldu. Ve 'âlemin cehr üzerine mebnî olduğun bilmedi.
Badezâ vuslat, kalbe nisbet olundu. Zîrâ kalb rûh ile cesed arasında a'râfdır. Bu cihetden onun vuslatı tarafeynin dahi ona izâfetle vuslatını müstelzimdir. Pes, tecellîde cemî'-i eczâ-i vücûd müşterekdir. Yani kalbe vâkı' olan tecellînin âsârı fevkânî ve tahtânîye sârîdir. Onun için insân-ı kâmil, bi-cümleti'l-eczâ mu'azzam ve mübecceldir. Hattâ libâsı ve seccâdesi ve sâir levâzımı dahi ta'zîmde cesede tâbi'dir, cesed kalbe tâbi' olduğu gibi. Ve buradandır ki hâlet-i vecdde sâkıt olan ridâyı kıt'a kıt'a edip ehl-i meclise tevzî' ederler, tâ ki ahbâbdan olanlar onunla teberrük edip müntefi' olalar. Zîrâ mu'tekid olmayanlara nef'i yokdur. Ve Cenâb-ı Nübüvvet sallallâhu aleyhi ve sellem Hacc-ı Vedâ'da tıraş olduklarında şa'r-ı re'slerinin nısfını Talha'ya ihsân edip, nısf-ı âharın dahi orada bir şecere üzerine ta'lîk edip, sâir ashâb radıyallâhu anhüm ondan birer ikişer tel ahz ve teberrük edeler diye emir buyurdular. İşte veresenin zehâiri dahi böyle iddihâr olunmak tevârüs olunmuşdur. Zihî sa'âdet ki bu kemâlin sâhibi veyâ onun mu'tekıdi olup hâk-i pâyini tûtiyâ eyleye ve netîce-i hâli çeşm-i rûşenle mutâla'a kıla ki ol netîce sırr-ı Hakk'ın mazharda zuhûru ve onun yüzünden bürûzudur.