Kîn. Kalbden kîn çıkacak. İki, kibir. Kibiri de atacaksın. Kibirli olmayacaksın, mütevâzı olacaksın. Tekebbür etmek, muhâtabından kendini yüce görmekdir ki İblis, Âdem'den kendisini yüce gördüğü için, Allah kendisini rahmetinden dûr etmişdir.
Dünyâ yüzünde ne kadar kâfir varsa, bunları ikiye ayırırız. Bir kısmı, aklı idrâki ermez, Kur`ân'ı ve Resûlullah'ı kabûl etmez. Bunlar pek az ve cüz'îdir. Bûnlar hayvan makûlesi gibidir. Bunlardan daha ednâ ve eşnâ olan kâfirler, hak ve hakîkati gördükleri hâlde, hakkı teblîğ eden zâtı kendilerinden küçük gördükleri için ona tâbi olmazlar.
Meselâ bir adam köylü olsa, karşısında profesör olsa, köylü hak konuşsa, profesör, "Bu adam köylü ama hak konuşuyor" demiyor. "Niye ben ona tâbi olayım canım, köylü adam" diyor. Canım köylü olduğuna bakma, ağzından çıkan söze baksana sen. İşte bu kafada gidenler, dâimâ dünyâ yüzünde helâk olmuşlardır.
Meselâ Nûh Peygamber'e îmân etmeyen kavmi, Nûh aleyhisselâmı kendilerinden küçük görmüşlerdir. Fahr-i Risâlet'e gelince, Ebâ Cehil'in ve hempâlarının O'na îmân etmemeleri, "Muhammed nasıl resûl olur, mektebe gitmedi, hoca görmedi, tedrîsât görmedi, Ebû Tâlib'in yetîmi, yetîmdi o, babası da yokdu anası da yokdu. Biz kavmin eşrefiyiz, büyükleriyiz, ekâbiriyiz, nasıl olur da biz kalkalım yetîme tâbi olalım" demelerindendir. Yâhud Hazret-i İbrâhim'e îmân etmeyen Nemrud da öyle. İbrâhim aleyhisselâmı kendinden dûr gördü. Onun için küfrün başı kibirle başlar.
Kendimizden dûn da olsa bir kimse, o adamın kelâmı hak mı, "Ben âlimim ama, ilmim var, diplomam var ama bu adamın sözü hak" diyeceğiz ve hakkı kabûl edeceğiz. Onun için İslâm'da hak kelâm, çamura düşmüş bir cevher gibidir. Nerede bulsan alacaksın onu.
İşte ne görünüyor burada şimdi? Dâimâ bu şeytânî hareket, kıyâmet gününe kadar böyle devâm edecek. "Yâhu ben nasıl gelirim de halkın içinde câmide namaz kılarım". Niye? "Köylü, kentli halkdan adamlar, biz onlar gibi miyiz?". Evvelin ne? Hangi tarlanın mahsûlüsün? Hakîr gördüğün zâtın da idrar mahallinden geldiği senin de oradan geldiğin muhakkak. Aslın menî değil mi, bunu niye inkâr ediyorsun? Kendini yüce görmekdeki manâ nedir? Parana mı güveniyorsun? Çıplak doğdun, paran yokdu, çıplak gideceksin, elinden her şeyini alacaklar. Neyine kibirleneceksin? "Benden büyük adam yok" dersen, senden yüce nice insanlar gelip kâinâtdan geçmişlerdir. Hattâ mütekebbir olan öyle kimseler geldi ki, o zevâtın huzûruna seni almazlardı bile. Neyine kibirleniyorsun?
Şimdi burada bir kıssa anlatacağım ki bunu nakşedelim kalblerimize.
Allah Hazret-i Âdem'i halk eyledi, Hazret-i Âdem'e emr ü fermân buyurdu. İyi dinle! Kimler tekebbür edermiş bakalım. "Sağ tarafına bak yâ Âdem". Hazret-i Âdem sağ tarafına nazar etdi, üç nûr gördü. Allahu Sübhânehû ve Teâlâ dedi ki, "Yâ Âdem, bu üç nûr neidr bilir misin?". "Yâ Rabbi, bilmiyorum öğret bana". "Sor kendilerine sana cevâb verecekler" dedi. Nûrların birine sordu, "Sen nesin?" dedi, "Allah seni ne muazzez halk eyledi, senin ismin nedir?" dedi. Dedi ki, "Benim ismim akıldır". "Sen nerede oturursun, nerede bulunursun?". "İnsanın başında bulunurum. Ben bir başa hâkim olursam, o insan olur. Para kazanmasını bilir, harcamasını bilir. Yani nereden kazanıp nereye harcayacağını bilir. Bütün kâinât onun taht-ı mahkûmiyyetine girer". Ama her şeyi akıl idrâk edemez, o ayrı davâ. Sonra ikinci nûra sordu, "Senin me'vân nedir?" Yani "Bulunduğun yer neresidir? İsmin nedir? Allah seni ne kadar muazzez, güzel halk etmiş". O nûr cevâb verdi, "Ben hayâyım. Ben insanoğlunun gözünde bulunurum. Ben bir gözde bulunursam, o göz sâhibi, kâinâta ibret ile bakar, birine bakar şükreder, birine bakar fikreder". Üçüncü nûra da Âdem aleyhisselâm sordu, "Senin ismin ne? Allah seni ne kadar mükerrem halk eylemiş". Üçüncü nûr da cevâb verdi, "Ben merhametim, şefkatim. İnsanların kalbinde bulunurum. Îmânla beraberim ben". Çünkü îmânlı olanda şefkat, merhamet olur. Îmânsızda şefkat ve merhamet olmaz. Bakarsın adamın burnunu keser, kulağını keser, eline düşman düşdüğü vakitde. Ama mü'mine, îmânlıya, şefkatli ve merhametli kişiye düşerse, ona insânî muâmele yapar. Çünkü dîn-i islâmı anlamayan bir kısım, onlar hayvanlar gibi, dîn-i islâmı anlayıp da tekebbür eden alçaklar ve denîler, "ülâike ke'l-en'âmi belhüm edall", onlar hayvanlardan daha ednâ ve eşnâ olurlar. "Benim me'vâm, makarrım kalbidr" dedi üçüncü nûr, "îmânlar berâber bulunurum. Ben bir kalbe hâkim olursam o kalbin sâhibi ayn-ı rahmet olur ve Allah'a makbûl bir kul olur" dedi.
Allahu Teâlâ emr ü fermân buyurdu Âdem aleyhisselâma, "Yâ Âdem, dön sol tarafına". Âdem Nebî soluna döndü, üç tâne zulmet gördü. Karanlık, korkunç şeyler. "Onlara da sor" dedi. Hazret-i Âdem aleyhisselâm sordu o üç zulmetden birine, "İsmin nedir? Makâmın neresidir?". O zulmet dedi ki, "Benim ismim kibirdir, benim makâmım insanın başıdır". "Sus!" dedi, "insanın başında akıl bulunur". "Doğru yâ Âdem ammâ kimin başından akıl giderse, onun yerin eben kâim olurum" dedi. Öyleyse akıllı adam kibredemez. Onun için Cenâb-ı İmâm-ı Ali'ye Ebü't-Türâb derler, Toprak Babası diyorlar, mütevâzi. Toprak da öyle. Toprağın menfaatini düşününüz ve toprağa yapdığımız hakâreti bir gözönüne getiriniz. Toprak bize neler vermekde. Mütevâzi çünkü. İkinci zulmete sordu Âdem aleyhisselâm. "Benim ismim tama'dır" dedi. "Makarrım ve me'vâm insanın gözüdür". "Sus hâin! İnsanın gözünde hayâ bulunur" deyince, "Hayâ gitdi mi ben gelirim" dedi. Ben bir göze hâkim oldum mu, tama' geldi mi bir göze, o göz sâhibinin ne iffeti, ne ırzı, ne dîni, ne îmânı kalır. Her şeyini satar. Hayvanlardan daha ednâ ve eşnâ olur" dedi. Sonra döndü üçüncü zulmete sordu Âdem aleyhisselâm, "Senin makarrın, me'vân neresidir ey zulmet?" dedi, "Allah seni ne kadar çirkin halk etmiş". "Benim adım haseddir, ben insanın kalbinde bulunurum". "Sus! İnsanın kalbinde îmân bulunur ve şefkat ve merhamet bulunur" deyince, "Doğru söylüyorsun yâ Âdem, hangi kalbden îmân, merhamet, şefkat giderse, o kalbe ben hâkim olurum". Demek ki îmân girdi mi kalbe, orada şefkat ve merhamet, orada Allah'ın sevdiği huylar ve sıfatlar bulunur. Ama girmedi mi îmân kalbe, işte o kalbde kibir de bulunur, ucub da bulunur.
Birincisi kîndi. İkincisi kibirdi. Üçüncüsü riyâ, mürâîlik, riyâkârlık. Kendisini halka sofu göstermek, ibâdetli göstermek. Fakat aslında öyle değil. Hîlekâr, sahtekâr. Tesbîhini, namazını, haccını, halkı soymak için âlet olarak kullanan kişidir. Mürâî. Allah'a inancı yokdur onun. Kullar ona cömert desinler diye, kullar ona sofu desinler diye, kullar ona hacı desinler diye. Riyâda şirk-i hafî vardır. En büyük suçlardan bir tânesi budur. Şirk-i hafî demek yani Allahu Teâlâ'yı tevhîd ederiz, Allah'ı şirkden berî kılarız, mürâî olan kişiler, müşrikdir, şirk-i hafî vardır riyâda.
Dördüncüsü ucub. Bu ekseriyâ câmiye devam eden sofularda bulunur. İbâdetine güvenme. Namazına, orucuna, zekâtına güvenme. Herkesi kendinden dûn görme. Kendisini ehl-i cennet sayar. Halbuki ibâdullahın hepsine merhamet nazarıyla bakacağız, hiç kimseyi ayıplamayacağız. Birine bakacağız şükredeceğiz, birine bakacağız fikredeceğiz. Meselâ gazetede okuyorsun, bir adam bir adamı katleylemiş, parası için. "Vay denî herif!". Sakın deme böyle bir şey. Hemen Allah'a sığın. O adamın yerine Allah seni kullanabilir. "Efendim bugüne kadar ben nâmuslu yaşadım". Bugüne kadar nâmuslu yaşadın ama yarın ne olacağın malûm değil. Kader geldiği vakitde, Allah insanın aklını alır, insana o fiili işletir, sonra aklını iâde eder. Hep yapanlar, yapdıkdan sonra, "Eyvah! Ben ne yapdım!" diyorlar ama iş işden geçiyor. Onun için ayıplamak yok. Birine bakacaksın fikredeceksin, birine bakacaksın şükredeceksin Allahu Teâlâ'ya. "Amân Yâ Rabbi, beni bu işde kullanma, sana sığınırım Yâ Rabbi" diyeceksin Allah'a. Kimseyi ayıplamayacaksın. İffetisizi de, ırzsızı da, hırsızı da, dolandırıcıyı da ayıplamayacaksın. Aklını Allah alır, sana o işi irtikâb etdirebilir. Söyledik ya, akşam evliyâ olan sabehleyin kâfir olabilir. Kalbler Allah'ın yed-i kudretindedir. Allah kalbleri istediği gibi çevirir. İbâdetine güvenmeyeceksin, Allah'a güveneceksin, Allah'ın rahmetine. Cennât-ı âliyât ibâdetle değil. Cehennem de kabahatle değil. Herkes yapdığını görür. Allah'ın cennât-ı âliyâtı Allah'ın fazl u keremiyledir. Yapdığın ibâdetle Allah'a ne gibi bir iyilik edebilirisin? Allah'a ne gibi faydası vardır yapdığın ibâdetin? Hiç bir faydası olmaz. Küfr ü dalâletde dolaşsan, Allah'a ne gibi zararın var? Herkes kâfir olsa, Allah'a ne zararı var? Herkes âbid, mü'min, muvahhid, Allah'a ne faydası var? Herkes yapdığını görecekdir. Ucub, ibâdetine güvenmekdir. İbâdetine güvenmeyeceksin, Allah'a güveneceksin.
Sana bir kıssa anlatacağım, derse nihâyet vereceğim. Çünkü hava sıcak. Belki defalarca anlatmışımdır, fakat gene tekrarında fayda vardır. Şeyh Mansûr Hazretleri vefat ediyormuş. Meşhûr bir veliyyullah bu. Seksen küsur yaşında, saçı sakalı ağarmış ve beli bükülmüş. Ve ömrünü de böyle kötülükde, fenâ yerlerde, Allah'ın sevmediği yerlerde geçirmemiş. Gençliğini Allah yolunda yıpratmış.
Çünkü Cenâb-ı Hakk soracak sana, dört sorusu var Allah'ın. Bir sorusu, "Parayı nereden kazandın nereye sarfetdin?". Sana bunu ikrâr etdirecek. "Parayı nereden kazandın nereye sarfetdin?". İki, "Ömrünü nerede yıpratdın?". Tâatda mı masiyetde mi?. Üç, "İşitdiğin ilimle ne amel etdin? Sana Peygamber gönderdim, onlara vâris olan ulemâyı gönderdim, sana teblîğ etdiler. Bu işitdiğin ilimle ne amel etdin?". Bana da soracak, sana da soracak, sana var, bana yok değil yani.
Uyuma! Ben hiç uyumadım gece. On dakîka dahî uyumadım. Öyle hemen havanın sıcaklığı ile yumuşarsan yarın harb zamânı olur günlerce uyumayacağız, aç kalacağız. Metîn ol! Allah'ın huzûrundasın ya! Hemen böyle yumuşamak da ne oluyormuş! Topla kendini! Bir zaman gelir, günlerce aç kalırsın, uyuyamazsın. Bu yaşadığın devrin, bu yaşadığın zamanın kadr u kıymetini bil! Bu nimet Allah'ın nimeti. Balık suda yüzdüğü halde, sudan haberi olmadığı gibi, biz de nimet içinde yüzüyoruz ama içinde bulunduğumuz nimetden haberimiz yok. Hep yok diye ağlanıyoruz. Allah sıhhatini alsa ne yapacaksın? Dişin ağrısa sabaha kadar uyuyamazsın. Suyu içerken rahat etdin, ya çıkaramazsan ne olacak? Ekmek bulamıyorum diye ağlanıyorsun değil mi? Peki ekmek buldun yedin, ya çıkaramazsan ne olacak? Varda darda Allah'a hamd u senâ et. Metîn ol biraz. Kendine çeki düzen ver. Öyle şey olur mu, uyumak ne demekmiş! On dakîka dahî uyumadım ben bu gece, hiç uyumadım. Kendimi medh için konuşmuyorum yani, sana önder olayım diye söylüyorum, estağfirullahe'l-azîm,
"Gençliğini nerede yıpratdın?". Bu dört soru var. Her imtihanın soruları gizlidir. Hocanın karşısına çıkarsın, sana dört soru soracak yâhud on soru, yüz soru soracak, ne soracağını bilmezsin. Allah diyor ki, "Dört soru soracağım, ilân ediyorum sorularımı, cevâbını buradan hazırla" diyor.
- Parayı nereden kazandın nereye sarf etdin?
- İşitdiğin ilimle ne amel etdin?
- Gençliğini nerede yıpratdın?
- Ömrünü nerede harcadın?
Dört soru. Cevâbını hazırla. Hiç bir kimsenin ayağı bir yerden bir yere gitmeden, herkes bu dört sorunun cevâbını Allah'a verecekdir. "Haramdan kazandım, helâla sarf etdim". Cehenneme, nâra. Makbûl değil. "Helâldan kazandım, harama sarf etdim". Gene cezâya çarpdırıldın, cezâdasın. "Haramdan kazandım, harama sarf etdim". Daha berbat. "Helâldan kazandım helâla sarf eyledim". O vakit makbûl. Helâlinden kazanacaksın, alnının teriyle böyle. Zâten alnının teriyle kazanırsan parayı, sefahate veremezsin, isrâfa veremezsin. Ekseri bakınız, babadan kalan mallar, israfa gider. Kazandığını veremezsin kolay kolay. Ama babandan kalmış, terlemediğin için onu hemen sarfedersin. Onun için haramdan kazananlar ekseriyâ mallarını israfa sarf ederler, sefâhate verirler. Haramdan kazanıyor çünkü. Hiç umursadığı yokdur. Kırk para için çalış bir saat, belin bükülsün, alnın terlesin, o parayı elinle verirken düşünürsün bir defa.
Haydi anlatmadan geçmeyeceğim, anlatacağım.
Bir adamın çocuğu var, hayırsızmış. Babası para veriyor, çocuk harcıyor. Babası para veriyor, çocuk harcıyor filan. Meselâ günde üç lira beş lira bir tahsîsât yapmış evlâdına, böyle veriyor. Bir müddet sonra babasına söyleyemiyor, eski devirde bu hâdise, annesine söylüyor. "Anne, babam biraz parayı arttırsın, yetişmiyor bana" diyor. Çünkü pahalı yerlere gitmeye başlamış. Babasına söylemiş annesi, "Hayır arttırmam" demiş. "Vermezse ben de onun evlâdı olmam" demiş. Mücâdele başlamış. "Anne sen ondan ayrıl ben sana bakarım" demiş. Kadın demiş, "Nasıl bırakayım babanı evlâdım! Senin velînimetin, senin sebeb-i hayâtın o. Sonra bugüne kadar bize bakdı o, iffetimizi ırzımızı o korudu bizim". "Ama bana para vermiyor" demiş çocuk. "Ben sana vereyim" demiş, annesinden para almış. Anne merhametli çünkü. Gene sefâhate gitmiş. Adam farketmiş, çağırmış karısını, "Bir daha işitirsem oğlana para verdiğini, sana da vermem parayı ve seni boşarım" demiş, "Vermeyeceksin!". Oğlan mırıldanıyor filan, en sonunda babası çağırmış, "Gel bakayım buraya, git bana bugün beş lira para", yâhud beş kuruş yâhud yüz para, o devirde neyse, bugün için söyleyeyim "beş lira, on lira bana getir, sana istediğin yevmiyeyi vereceğim. Nereden ama? Çalışıp getireceksin o parayı bana. Komşudan ödünç istemeyeceksin. "Peki" demiş çocuk, dışarı çıkmış. Bakmış bir ihtiyar adamın elinde bir bavul, dinlene dinlene gidiyor. "Efendi amca" demiş "nereye gidiyorsun?". "Köprü'ye" demiş adam. "Müsâade eder misin taşıyayım senin bavulunu?". "Hay hay evlâdım" demiş, "ben de hammal arıyordum zâten" demiş, "Hay Allah senden râzı olsun" demiş. Çocuk omuzlamış bavulu, ihtiyar adamla beraber Köprü'ye götürmüşler, bavulu koymuşlar vapura. Adam da çıkarmış kendisine beş lira yâhud on lira bir para vermiş. Almış parayı götürmüş babasına, "İşte" demiş, "baba alnımın teriyle kazandım. Yemîn ederim ki kimseden istemedim, çalışdım, hammallık yapdım, bu parayı getirdim" demiş. "Âferin evlâdım" demiş babası, almış parayı, soba yanıyormuş, açmış sobanın kapağını, içeriye parayı atmış. "Ne yapıyorsun baba!" demiş, "benim kazandığım parayı". "Ulan kerata" demiş, "Hep benim verdiğim paraları sen böyle isrâf etdin, ne olmuş yani". "Ama ben terledim kazandım". "Yaaa! Gördün ya işte, ben verdiğim vakitde, terlemediğin için parayı istediğin gibi isrâf ediyordun". Bavulu taşıyınca, paraya kıyamamış. Acaba anlatabildim mi, ne demek istediğimi? Ekseri sefîh olan kişiler, haramdan kazanan kişilerdir. Onun için helâldan kazanıp helâla sarf edenler, onlar ehl-i cennetdirler.
Şeyh Mansûr Hazretleri ömrünü ibâdetde geçirmiş, kötü yerlerde dolaşmamış. Ağlıyor.
Malûm ya efendim, az yaşa çok yaşa bir gün ölümün eşiğine varacağız. Hepimiz! Gelin girmedik ev var, Azrâil'in gelmediği ev yokdur. Hepimize gelecek. Allah îmândan, Kur`ân'dan ayırmasın. Cenâb-ı Hakk kötü yollara göndermesin. Îmânla göçelim, Allah'a öyle vâsıl olalım. Îmânsız göçersek felâketdir.
Demiş, "Evlâdım, ecel yaklaşdı bize". Ağlıyor Şeyh Mansûr. Büyük veliyyullahdan birisi. Oğlu dedi, "Babacım, sen sefâhatde geçirmedin ki ömrünü. Ne parayı haramandan kazandın, ne harama sarf etdin, ne vücûdunu sefâhatde eskitdin. Ben seni küçüklükden beri biliyorum, seni hep ibâdetli gördüm, geceleri bile doğru dürüst yatağa yatmazsın, uyumazsın. Ağlaman niye? Ağlamak bize düşer" dedi. "Bu kadar ibâdet ve tâatınla Allahu Teâlâ sana merhamet etmezse, ya bizim hâlimiz nice olur?" dedi. "Yok evladım" dedi, "bildiğin gibi değil. Ölüm çok şiddetlidir, ne olacağımız malûm değildir" dedi ve Şeyh Mansûr vefât etdi, göçdü. Hepimizin göçeceği gibi.
Gençliğine güvenme yavrum, çabuk geçiyor, ilkbahar gibi. Hop bir de bakarsın ki yıllar geçivermiş, belin bükülmüş, gözün görmüyor. Aklın başında iken, belinde kuvvet varken, hemen hizmet kemerini beline bağla, Allah'a ibâdet ve tâ'atda bulun. Gencin ibâdeti ile ihtiyârın ibâdeti bir değildir. Zayıf müslümanın ibâdeti ile kavî müslümanın ibâdeti bir değildir. Allah Resûlü buyuruyor ki, "Ümmetimden iki zümreye büyük muhabbetim vardır. Biri, "Genç yaşında Rabbine ibâdet eden mü'minleri, sâlih gençleri severim" diyor Resûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Muhammed Mustafâ. İkincisi kemâle gelmiş, artık anlamış yapdığı işi, nedâmet ediyor, tövbe istiğfar ediyor, artık yapmayayım bu fenâlığı, bu fenâlığın sonu yok diyor.
Hani bir kısmı da var, "Hocaefendi, elhamdülillah rakıyı bırakdım". "Peki nasıl oldu o iş?". "Hastalandım, bırakmasaydım ölecekdim". Ayol rakı seni bırakmış, sen rakıyı bırakmamışsın. İsteğin, arzun olduğu hâlde terk edeceksin, fenâlık yapmayacaksın. Fenâlığa kâdir olduğun hâlde yapmayacaksın. Yoksa doktor sana yasak etmiş, hastalık mâni olmuş, sen rakıyı öyle bırakmışsan, sen rakıyı bırakmadın, rakı seni bırakdı. Olmaz öyle şey. İçkiyi miçkiyi ağzına koyma, yakışmaz müslümana. Yapdınsa, nâdim ol. Allah günahları affedicidir. Hiç de üzülme, yani kalbinde şekk ve şübhe olmasın, "Acaba Allah beni affeder mi?" diye. Kumların sayısı kadar, denizlerin katresi kadar, şemsin zerresi kadar günahın olsa, hakkıyla Allah'a tövbe edersen, Allah'a dönersen, Allah günahları affedicidir. Hattâ affetmekle bırakmaz. Hakkıyla tövbe edersen, Allah der ki, "Günahlarını silin o kulumun". Melekler silerler defterden. Bu, saltanat-ı ilâhiyye. Melekler defterden silerler. Sonra Allah emreder ki, "Mâdem ki döndü, yapdığı suçlar kadar defterine sevâb yazın".
Binâenalâzâlik, hemen tövbe etmeli. Genç yaşında insan ibâdete başlamalı. Kabahatden sâlim değiliz hiç birimiz. Allah hatâ etmez, Resûlullah hatâ etmez. Ondan gayrı hocası da, hacısı da, şeyhi de, herhangi bir kimse de suç işleyebilir, günah irtikâb edebilir. Ama insan yapdığını anlamalı ve Allah'a dönmeli. Acaba anlatabildim mi müslümanlar? Yani siz günahkârsınız, ben temizim manâsına değil. Vücûdumuz bir günahdır çünkü. Hakk'ın rahmetine muhtâcız. Ama insana lâyık olan nedir? Hemen yapdığından dönmelidir, bir daha yapmamalıdır o işi, öyle cezm ü kasd etmelidir, Allah yoluna yürümelidir.
Aman hukûk-ı ibâddan kaçınınız! Kul haklarından kaçınınız! Geçiyoruz.
Şeyh Mansûr göçdü, hepimizin göçeceği gibi. Bir iki gün sonra oğlu rüyâda gördü, babasına sordu. Sen de anneni babanı görürsün ama soramazsın. Sordururlarsa sorarsın rüyâda. Dedi, "Baba, Allah sana ne muâmele eyledi?". Şeyh Mansûr buyurdu ki, "Ölümün acısı kitâblarda gördüğümüz gibi değilmiş" dedi, "daha şiddetliymiş, pek şiddetliymiş" dedi. "Sana da mı?". "Evet, bana öyle oldu. Allah beni huzûruna aldı, dedi ki, 'Ey günahkâr, âsî ihtiyar! Bana ne ile geldin?' diye sordu. Ben cevâb verdim kendisine, 'Yâ Rabbi, yetmiş haccım var'. 'O senin yetmiş haccını ben kabûl etmedim'.
Allah dilerse kabûl eder. Namaz kılıyoruz, kabûl ediyor mu bilmiyoruz ki. Oruç tutuyoruz, zekât veriyoruz, sadaka veriyoruz, kabûl eder mi bilmiyoruz ki. Ama ümîdimiz Allah kabûl eder diye. Ümîdimiz böyle. Yalnız namaz kılmakla iş bitmiyor ki, namaz kıldıkdan sonra Allah'a duâ edeceksin, "Yâ Rabbi şu kıldığım namazı kabûl et, yüzüme vurma" diyeceksin. Güvenme değil, bir de kabûlünü Allah'dan isteyeceksin.
'Senin haclarını kabûl etmedim'. Sonra döndüm dedim ki diyor, 'Yâ Rabbi, dokuz yaşından itibaren senin huzûruna durdum, boynumu bükdüm, namaz kıldım'. 'O namazlarını da ben senin kabûl etmedim. İşe yarayacak, benim hoşuma giden bir namaz kılmadın sen'. Sonra sadakâtımı söyledim, 'sadaka verdim, yardım etdim' dedim. 'Kimin malını kime verdin? Ben sana vermesem sen verebilir miydin? Ben sana ver demesem sen verebilir miydin?' dedi.
Herif milyoner ama veremez, imkânı yok. Kendi de yiyemiyor. Görüyorsun ya, benim sözümle değil, gözünle görüyorsun. Milyonları var, ne yiyor, ne yediriyor. Kendisi de yemiyor. Bekliyor böyle, üzerine titriyor. Belki kuru ekmekle vaktini geçiriyor, simitle ömrünü geçiriyor. Mutlakâ öleceğini de biliyor kendisi.
'Ben ver demesem sen nasıl verebilirdin?' Velhâsıl diyor, bütün yapdığım ibâdetleri saydım. Allah hepsini reddetdi, 'kabûl etmedim' dedi. O vakit ben acze düşdüm, boynumu bükdüm, 'Eyvâh! Ben mahvolmuşum' dedim. Allah dedi ki, 'Ey kötü ihtiyar! İbâdetlerini kabûl etmedim çünkü sen bana güvenmedin, ibâdetine güvendin. Bana güvenmedin, ibâdetlerine güvenmişdin, onun için kabûl etmedim'. İşte ucub bu. İbâdete güvenme. 'Senin bir hayrın var ki, sen ona hiç kıymet vermedin. O yapdığın hayırdan dolayı seni affedeceğim şimdi. Senin kıymet vermediğin, güvenmediğin bir hayrın var. 'Amân Yâ Rabbi, nedir o affolacağım hayır?'. 'Sokağa diken atmışlardı, dikeni aldın, kenara koydun, mü'minlerin ayağına batmasın diye. Buna da sen hiç bir kıymet vermedin, buna güvenmedin, onun için seni affetdim' diyor Hazret-i Allah.
Görüyorsunuz ya mü'minler, ibâdetine güvenmeyeceksin, Allah'a güveneceksin, Allah'a dayanacaksın. Allah'ın rahmetine güveniyoruz. Bütün ömrümüz ibâdetle geçse Allah kabûl etmezse ne yapabiliriz? Elimizde ne kuvvet kudret vardır? İbâdeti yapacaksın, ibâdetden Allah cümlemize zevk versin ama ibâdete güvenme, ibâdete gurur vermesin. Bir çok kişileri İblis bununla aldatır. "Bak sen namaz kılıyorsun, sofusun, o cehennemlik o. Görüyorsun ya" filan. Herif kendini cennete girmiş gibi görüyor. Halbuki on kişiden başka kimse ben cennetliğim diyemez. Onu da Allah Resûlü haber vermiş, "Siz on kişi, bu dünyâda ne yaparsanız yapın, cennete gireceksiniz" demiş on kişi için. Ebâbekir, Ömer, Osman ve Ali, Saad ve Saîd ve Abdurrahmân ibn Avf, Ubeyd ibn Cerrah, Talha ve Zübeyr, rıdvânullahi aleyhim ecmaîn. Bunlara aşere-i mübeşşere derler. "Onunuz ne yaparsanız yapın cennete gireceksiniz" demiş Peygamber. Ondan gayrı kimse emîn olamaz. Ümîdimiz var Allah'dan. Çünkü mü'minlere Allah vaad ediyor. Allah vaadinden dönmez.
Şimdi, imânın makarrı kalb. Kalbden ucubu, kibiri, kîni, riyâyı çıkarırsan, kalbden dört tâne necâseti atmış olursun. Üç tâne daha kaldı, haftaya inşâallah anlatacağım.