13 Haziran 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Babam merhûm, Mürşid-i Azîzimiz Muzaffer Efendi Hazretleri ile tanışmasını şöyle anlatmışdı :
Eskişehir'de Lise son sınıfda iken beş vakit namaza başladım. Orada bir hocaefendiye takıldım. Hoşuma gitdi, onun konuşması, etmesi. Onun da tesiri oldu beş vakit namaza başlamamda. Lise bitdi, üniversiteye gideceğiz. İstanbul'a karar kıldık, İstanbul'a geleceğim. İktisâdî Ticârî İlimler Akademisi değildi o zaman, Yüksek Ticâret'di, orayı kazandık. Eski ismi, Ticâret Mekteb-i Âlîsi.
O zaman Eskişehir'de tanıdıklarıma dedim ki, "Ben İstanbul'a gidiyorum, namaza başladım ama İstanbul hakkında böyle çok konuşuluyor. Bir âlem orası, ayrı bir âlem. Şaşırmayalım, ters bir şey olmasın. Kime nasıl arkadaş olalım, nereye giderim, ne yaparım?" filan diye. İki tâne doktor vardı, Allah rahmet eylesin, ikisi de vefât etdi. Bunlarla tesâdüfen bir şekilde tanışdık. Bir arkadaş dedi ki, "Bunlar İstanbul'da bulunuyorlar, stajlarını yapmak üzere Eskişehir'deki hastahâneye tayînleri çıkmış, seni onlarla tanıştırayım" dedi. Gittik tanıştık doktorlarla. Meğer doktorlar Ahmed Tâhir Efendi'nin dervîşleriymiş. Muzaffer Efendi de Ahmed Tâhir Efendi'ye bîatlıydı, hilâfeti vardı ondan. Ahmed Tâhir Efendi, vefât etdikden sonra, Muzaffer Efendi, Nûrusosmâniye Câmisinde Ahmed Tâhir Efendi'nin kürsüsünde vaaz ediyor. Bir yerde cemaati de toparlıyor. O doktorlar dediler, dediler ki, "Böyle böyle, Nûruosmâniye'de vaazı var ama Sahaflar'da kitâbevi var" dediler.
Velhâsıl geldim İstanbul'a, Sahaflar Çarsında kapıyı vurduk, içeri girdim, bir şaşaladım. Çünkü hocaefendi deyince kafamda bir imaj var. Ona göre bir kıyâfet ve duruş beklerken, bakdım Hocaefendi, kolalı gömlek, manşetler var. O zaman gömlekler vardı manşetli. Düğmeleri var, hepsi altın maltın yani. Gravat var, iğnesi var gravatın. Saçlar briyantinli. "Selâmünaleyküm". "Aleykümselâm". İlk önce yüz vermedi, ciddî duruyordu. Doktorların ismini verince, "Peki" dedi, "benim câmilerde vaazım var, programı al, onları takip edersin" dedi. O şekilde tanıştık. Biraz vaazına gittik, biraz dükkana takıldık derken, Cenâb-ı Hakk bir muhabbet verdi, bir samîmiyyet oldu. Evine de gittik, beraber gezdik dolaştık, yedik içtik, güldük oynadık.
Efendi eve bağlı bir insan değildi. Akşam yemeği için eve gider, yemeğini yedikden sonra muhakkak kahveye çıkardı. Geceyarısına kadar, hattâ bazan sabah ezanına kadar kahvede otururdu. Tabii yalnız başına oturmaz. Peşine takılanlar vardı. Cemaati vardı, arkadaşları vardı. Kahvede otururuz otururuz, belli bir saat geldi mi, Aksaray'da işkembe çorbacısı vardı, gideriz bir işkembe çorbası içeriz. O biraz açar adamın uykusunu. Ondan sonra sabah namazına gideriz. Sofular'ın imamını tanırdı, güzel bir adamcağızdı o, Allah rahmet eylesin. Ondan sonra Lâleli Camiine giderdik. Bir gün Lâleli Câmiine sabah namazına gittik, iki tâne imam var, müezzin bir kaç tâne, diğer imamı sordu Efendi, "Nerede?" diye, "Nöbetçi değil" dediler. "Ben hiç nöbetçi değilim, niye geleyim" dedi, bir daha gitmedi Lâleli Câmiine. Vâlide Câmiine gitmeye başladı. Kulaksız Burhan vardı orada, onu severdi, Allah rahmet eylesin.
Evinde toplantı yapıyor, tanıdığı dervîşleri çağırıyor, zâkirleri çağırıyor, evi müsâid, mükemmel zikir meclisleri yapılıyordu. Bir de hiç kapanmadı onlar, birisi Kadirhâne, Tophâne'deki, Salı günü öğlen namazından sonra, hem de câmide yapıyorlardı, câmide zikrullah yapılıyordu. Allah rahmet eylesin, Gavsi Efendi yani Misbah Efendi'nin babası, bunlar Osmanlı bakiyesi zevât, dergâhı idâre ediyor. Bir de Kasımpaşa'da Muhyiddîn Efendi Hazretleri ki altı portakal sandığı üstü çürük teneke, püf desen yıkılacak orada kırk elli kişi "Hayy Hayy Hayy" diye zikir yapıyor. Şiş, gül, ne varsa, hepsi var. Yani o Rıfâî Dergâhında benim yanımdaki kişi gül yaladığı zaman, yanık kokusunu duydum ben. Diline bastırdı, casss dedi, et yanığı kokusunu duydum.
Oralara devâm ediyoruz, ben de katılmaya başladım, Efendi'yle beraber gidiyorum. Bir gün Gavsi Efendi "Bizim saat on ikiye çeyrek var", yani ecel yakın. "Muzaffercim" dedi, rahmetli Efendime, "Sen bana bîat et, sana ben hilâfet vereyim, bu dergâhı sen yürütürsün" dedi. Rahmetli Efendim de dedi ki, ben bizâtihî buna şâhidim, şeyh odasında konuşuluyor, ben de Efendi'ye hizmet ediyorum diye kapının eşiğinde oturabiliyorum. O zaman üniversite ikinci sınıf talebesiydim, 21 yaşındaydım. Rahmetli Muzaffer Efendi dedi ki, "Efendi Hazretleri, benim başımdan bir tecrübe geçti, bir emr-i manevî olsun da" dedi, "yani sizin emriniz da başım üzerine ama" dedi, "evliyâullah, pîrân-ı izâmdan, Cenâb-ı Hakk'dan bir emr-i manevî olsun, o şekilde ben bu işe başlayayım. Hem de bana hilâfet filan değil, bana görev verin, burada tuvaletleri temizleyeyim, dervîşâna hizmet edeyim" dedi. "Emr-i manevî de olur" dedi Şeyh Gavsi Efendi. Aradan bir ay mı on beş gün mü ne geçdi, Efendi bir rüyâ görmüş. Rüyâsında Karagümrük'de, Cerrâhî Tekkesini görüyor, yukarıda sertarîk odası var, şimdi oralar değişti tabii, sertarîk odasını görüyor, orada sebze kabukları filan var, böyle ayıklanmış filan, onları temizliyor ediyor. Derken uyanıyor. Kitâbî Salahaddîn Bey, onlar babadan tekke tekke dolaşan insanlar, Efendi'nin yanında çalışıyordu. Salahaddin Bey'e diyor ki, "Yâhu Cerrâhî Tekkesi faaliyette mi" diyor, "şeyhi var mı?". "Var" diyor, "Fahreddin Efendi. Ama örtülü olarak devâm ediyor". Onun üzerine Efendi kalkıyor geliyor dergâha, haremin kapısını çalıyor. Fahreddin Efendi çıkıyor. Selâmünaleyküm, Aleykümselam. Buyur ediyor içeriye. Anlatıyor, "böyle böyle oldu" diyor, "ben bir rüyâ gördüm" diyor. Fahreddin Efendi diyor ki, "Bu gördüğün rüyâ sana âid, bir de ben bakayım" diyor. Ondan sonra, Fahreddin Efendi mektûb yazmış, Sefer efendi, Kemal baba, beraber, Âdem de var, üçü mektûbu getirdiler. Camcı Câmisi vardı, Vezneciler otobüs durağının orada, tahta bir minâresi vardı. Efendi orada vaaz ediyordu. İkindi namazından sonra üç tâne güzel delikanlı geldiler, oturdular vaazı dinlediler. Ondan sonra Efendi'yi çekdiler imam odasına. Ben de meraklandım bir az da kıskandım, niye benden ayrı konuşuyorlar diye. Fahreddin Efendi'nin mektûbunu vermişler, mektûbda uzun boylu bir şey yok, "Gel görüşelim" diyor. Gitmiş bîat etmiş. Derslerin şunlar. Rahmetli Efendim de başlamış derse. Hattâ dersinden bir tânesi de şu. Efendi'nin hıfzı tamam değildi. On beş sayfa mı, on altı sayfa mı ne yapmış. Her cüzden dört sayfası eksik yani. Dört sayfa deyince, dört sayfa zannetme. Otuz tâne dört ne yapar. Yüz yirmi sayfa eksiği var. Evli barklı, dükkanı var. Fahreddin Efendi demiş ki, "Hıfzını tamamlayacaksın". Oturmuş gece gündüz, hıfzı da tamamlamış.
Altı ay sonra, Efendi bir rüyâ görüyor. 20. dk.
****
Hilâfet meclisi yapılacak. Hilâfet meclisi yapılmadan evvel, demiş ki Fahreddin Efendi'ye, "Benim cemaatimden bana yakîn olanlar var, onları da getirip bîat ettirebilir miyim?". Çünkü Fahreddin Efendi çok titiz davranıyor, hükûmet belâsı, o zamanki idâreler takip ediyorlar. Velhâsıl, Fakîr, Kitâbî Salahaddin Bey, Ali Bey, kitâbevinin sâhibi Ali Bilici, Zülfü Bey, böyle beş altı kişi. İki tâne çocuk daha vardı. Birisi banka müdürü, ismi kalmadı aklımda. Efendi dedi ki bir gün, "Hazır olun" dedi, "Sizi bir yere götüreceğim. Boyu abdesti alın" filan dedi. Hazır olduk geldik. Bizi aldı Sahaflar'dan Karagümrüğe geldik. Fahreddin Efendi Hazretleri türbede, şimdi kabrinin olduğu yerde, camekanlı bir oda vardı, orada oturuyor. Biz teker teker o odaya girdik, bîat etdik, çıktık.
Ondan sonra, bu şey vardı Mehmet Üretmen Nevzat Yalçıntaş'ın kayınpederi, onun Râmi'de çivi ve tel çekme fabrikası vardı. Fabrikanın karşısında bir yazlık konak yapmıştı. Altında müstahdem, aşçılar filan vardı. Her şey bol sebil. Yerler geniş filan. Bir de şehirden uzak. Orada yapalım dediler cemiyeti. Hem hizmet kolay olacak, Mehmet Bey'in aşçıları, garsonları hizmet edecek, hem de biz orada rahat zikir yapabileceğiz. Şehrin içinde duyulur eder filan diye. İşte tanıdık şeyh efendiler filan hepsi davet edildi. Oraya gittik. O zikri hiç unutmam. İkindiden sonra başladık, yaz günü, sırılsıklam oluyoruz. Gömleği çıkartıyoruz asıyoruz ipe, ondan sonra fanilayla duruyoruz. Veyâ fanilayı asıyoruz, gömlekle duruyoruz, fanila kuruyor. Fanilayı giyiyoruz gömleği asıyoruz. Tekrar ıslanıyor, tekrar kuruyor filan böyle saatlerce böyle bir zikir âlemi oldu. Resmî olanı yapıyorsun da ondan sonra çay kahve içerken, oradan birisi bir ilâhi atıyor, öbürü oradan bir "Hayy" diyor filan derken zikir yeniden başlıyor. Bir de şu var. O devirde herkes teşne yani susamış, hasretle zikir meclisinde bulunmak istiyor. Şimdi "Usandı yâ Resûlallah", her yerde zikir yapılıyor. Böyle zevkli bir zikir yapılmışdı. Aynı zevkli zikirler Kasımpaşa'da da vardı, Muhyiddin Efendi Dergahında. Orada da merâsim yapılıyor, meydan açılıyor, işte güller yalanıyor, şişler batırılıyor, İsm-i Hayy'lar, Tevhîd'le filan ama, sonra içeri geçiliyor. İçeride de odalar basık tavanlı, o kadar rahat değil yani. Ama Allah rahmet eylesin Sebilci Hüseyin'in abisi vardı Mazhar, o bir vurdu mu, valla isterse ağlatır isterse güldürür, öyle bir acâib mazhar vuruyordu. Albay Salahaddin, beş kuruş ver başlat, yirmi beş kuruş ver susturamazsın. İlâhi küpü adam. Bir de hasret kalmışlar. Fırsatı buldular mı okuyor da okuyorlar. 26:30dk
*****
55 senesinde İstanbul’a geldim, üniversite okumak için. Dinî hassasiyetlerim vardı. Tanıdıklarım aracılığıyla bazı doktorlarla tanıştım. Onlar da beni Muzaffer Efendi’yle tanıştırdılar. Onun sohbetlerine katılmaya başladım. Zaman içinde bir samimiyet oluştu. Efendi 1985 yılında Hakk'a yürüyünceye kadar abi kardeş, baba evlat, iki arkadaş; farklı zamanlarda faklı şekillerde tecelli eden bir ilişkimiz oldu.