Kemâlât Belâların Netîcesidir

13 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Bela

Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Kitâbü'n-Netîcesinde buyuryorlar ki : 

Pazar gecesi şu âyet vârid oldu : "قُلْ لَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّٓا اَجْرَمْنَا وَلَا نُسْـَٔلُ عَمَّا تَعْمَلُونَ"

Yani "Habîbim küffâr-ı Mekke'ye ifâde eyle ki, ey müşrikler, siz bizim kesb etdiğimiz amellerimizden suâl olunmazsınız ve biz dahi sizin amellerinizden suâl olunmayız. Belki rûz-i kıyâmetde herkes kendi 'amelinden suâl olunur, hayran ve şerran. Biz eğer sizin zu'munuz üzere muhâlif yola gitdik ise siz onun kaydında olmayınız. Nitekim biz dahi sizin kaydınızda değiliz.Zîrâ hiçbir kimse bir kimsenin günâhın yüklenmez. Her ne çekerseniz yine siz çekersiz. Hemân bizim dünyâda ol kadar kaydımız vardır ki Allahu Teâlâ’nın emrini size teblîğ ederiz, kabûl ederseniz netîcesi necât ve illâ helâkdir. Ve biz sizin helâkiniz için dahi gam çekmeziz. Zîrâ Hakk Teâlâ bizden erham iken sizi mu'azzeb kılıcak, ol demde bize merhamet düşmez. Belki mev'ûd olduğunuz cezâ-i vifâkı bulmanız ile mesrûr oluruz.

Ba'dezâ bu âyet-i şerîfe ile tesliye olunmamıza bâ'is bu oldu ki bazı evkâtde erbâb-ı inkâr ve ashâb-ı hevânın ahvâli hâtıra gelip fi'l-cümle ıztırâb hâsıl olurdu. Zîrâ küffâr-ı şerî'at zamân-ı risâletde iltizâm-ı mâ-lâ-yelzem etdikleri gibi her zamânda dahi küffâr-ı hakîkat iltizâm-ı mâ-lâ-yelzem eyleyip fukarâ-i bâbillâha eziyyet ve cefâdan hâlî olmazlar ve nûr-ı Hakk'ı söndürmeye çalışırlar. Ve ulu'l-emrden ol makûleleri dahi redd ve te'dîb eder yokdur. Husûsâ ki bu a'sârda ulu'l-emrin dahi ekseri ol yola gitmişlerdir. Anın içün dünyâ ihtilâlden hâlî değildir. Zîrâ ulu'l-emre erbâb-ı hâlden muktedâ lâzımdır. Pes, bir dâirenin ki reîsleri veyâ ihtilât etdikleri kimseler erbâb-ı inkârdan veyâ ehl-i ilhâddan ola, iki sûretde dahi netîce-i devlet hasâret ve ukûbet olur. Zîrâ sultân zıllullâhdır ki hakîkat-i ilâhiyyenin sâyesidir. Ve hakîkat-i ilâhiyyeye mazhar olan kutbu’l-aktâbdır. Ve cümle-i ehl-i hâl taraf-ı kutbdadır. Çün ki zü'z-zıllden medd-i nefes olmaya, zıll dahi zâil olur.

Suâl olunursa ki, çün ki hâl böyledir, aktâb-ı dünyâya gerek idi ki ıslâhı âlem için tasarrufât göstereler ve nizâm-ı âleme bâ'is olur vech ile hareketler edeler? Cevâb budur ki, muktezâ-yı tevhîd-i hakîkî terk-i tasarruf ve tefvîz-i emr-i ilallâhdır. Zîrâ ilm-i ilâhîde olan nesne kimsenin tasarrufuyla mütegayyir olmaz. Ve her 'asrda cârî olan umûr 'ilm-i tâmm ve hikmet-i bâhire üzerine cârîdir. Hikmetden 'udûl ise muhâldir. Fikr eyle ki Yezîd-i mel'ûn ve Haccâc-ı zâlim ve Timur-i habîs ve Hülâgû-i kâfir zamânlarında Haremeyn-i Şerîfeyn ehline ve Şâm ve Bağdâd halkına ve belki ekser-i bilâda ne te'addîler oldu ve ne kadar evliyâullâh kanları döküldü ve hiçbir ferd bu ma'nâyı def'e kâdir olmadı, belki sükût etdiler ve kazâullâha râzı oldular. Zîrâ takdîri tağyîr mümkin değildir ki ilâ-yevmi'l-kıyâm umûr-i 'âmme vü hâssa levh-i kadere yazılmış ve hâricde vukû' ve zuhûru lâzım gelmişdir.

Ve ebü'l-beşer Âdem'in, aleyhisselâm, vech-i arza hubûtu esmâ-i ilâhiyye yüzünden zât-i Hakk'a vusûldür. Fe-emmâ 'anâsır ve tebâi' ve tertîb-i kâinât yüzünden hucüb-i kesîfe olmakla taltîf-i vücûd için mihnet ve zahmet lâzım gelmişdir ki muktezâ-yı 'aşk u muhabbetdir. Ve 'aşk ve muhabbet Hakk'a cihet-i irtibâtdır ve vesîle-i vusûldür. Bu cihetden 'âşıka mihnet çekmek iktizâ eyledi, tâ ki kalbi âyînesi ol mihnet ile cilâ bulup 'aks-i envâr-ı ilâhîye mahal ola. İşte cümle-i enbiyâ vü evliyânın hâlleri budur. Yani Âdem'in dünyâya hubûtunun netîcesi kendine ve ilâ-yevmi’l-kıyâm evlâdına mihnetdir.

Ve mihnetin netîcesi dahi tecliye-i kalb ve bunun dahi netîcesi tecellî-i ilâhîdir ki mebde-i evvele rucû'dur. Zîrâ ortada vâkı' olan vesâit, mutâla'a-i cemâl-i Hakk'dan mâni' idi ki kesret perdesi idi, güneş yüzüne sehâb-ı galîz perde olduğu gibi. Çün ki mihnetin netîcesi bu kemâldir, lâ-cerem 'ârifler netîceye nazar edip mihnete kâil oldular. Nitekim muhâtaralı yola giden tâcir fâide ümîdiyle ol yolun zahmetini çeker.

Ve bundan mefhûm oldu ki nice enbiyâ ve evliyânın a'dâ ellerinde şehîd oldukları veyâ bunun emsâli derd ile ibtilâ buldukları, nefy-i beled ve habs ve darb ve emsâli gibi, cümlesi tekmîl-i vücûd içindir. Bu ma'nâdan ötürü Cenâb-ı Risâlet, sallallâhu aleyhi ve sellem, Mekke'den hicret etdikleri vakitde tasarruf gösterip def'iyle mukayyed olmadılar. Zîrâ nefsinden bi'l-külliyye fânî ve Hakk ile bâkî idi. Onun için habîbullâh denildi. Habîbin lisânı ise lisân-ı Hakk'dır. Pes Hakk söyletirse söyler ve illâ sükût eyler. Belki mazhar-ı tâmmdan söyleyen Hakk'dır, söyletmeğe hâcet yokdur. Ve kezâlik Cenâb-ı Nübüvvet'e cemî'-i ashâbının ve evlâdının ve ezvâcının hâlleri münkeşif iken ve şehîd ve mübtelâ olacakları ta'rîf-i ilâhî ile bilirken yine hiçbir ferdin hakkında ağız açmadı. Husûsan 'Ömer ve 'Osmân ve 'Alî ve Hasan ve Hüseyn'in ve nicelerinin şehâdetleri ve Hazret-i Âişe'ye müte'allık olan Cemel hikâyesi ki cümle kendine ma'lûm iken hemân remz ve işâret ile iktifâ eyledi ve dergâh-ı Hakk'da şefâ'at eyleyip def'ine ihtimâm etmedi. Zîrâ bilirdi ki kemâlât-i insâniyye belâların netîcesidir. Pes, ümmetini müsta'idd oldukları kemâlâtdan nice men' eder. Ve kendi cenâbı dahi âhir-i Hayber Vak'asında tenâvül etdiği zehirli kuzudan şehâdet mertebesini ihrâz eyledi. Nitekim mahallinde mübeyyendir.

İmdi şol ma'nâ ki kazâ-i mübremdir, ona çâre yokdur, her kimin hakkında olursa olsun. Ve her ne ki hikmete dâirdir, onda zulüm mütesavver değildir. Pes, zâlimlerin ve münkirlerin etdikleri sû-i mu'âmele kendi hubsi zâtîlerinin netîcesidir ki bu sûretde 'adl ederler. Yani fazl u ihsâna mukâbil vech ile mu'âmele kılarlar. Ve âhir, 'Adl ve Müntakim ismi dahi onları bulup tûfân-ı Nûh'da küffâr gark oldukları gibi onlar dahi gark-ı tûfân-ı helâk olup dünyâya gelmediğe dönerler. Ve dostân-ı Hakk dâru's-sevâba ve düşmenân-ı Hakk dâru'l-ikâba giderler. 

Pes, "وَلَا تَسْتَعْجِلْ لَهُمْۜ" vefkınce dâire-i hikmetde 'acele olmaz ve lutf ve kahrın mebdeine vâsıl olan izâfâta bakmaz. Ve belki kümmelden olanlara elem yüzü zevk ve lezzet gelir. Zîrâ bilir ki bu mu'âmele Perverdigâr'ındır. Ve eğer düşmanlar bu makûle ibtilâlarla ne devlet-i 'uzmâya vâsıl olacakların bilseler, fi'l-mesel onların bir kılına dokunmazlardı. Velâkin Hakk Te'âlâ esrâr-ı halkı biribirinden setr etmişdir, tâ ki Zâhir ve Bâtın isimleri yerin bula.

Ve tevhîd-i hakkânî bu mertebede iken yine sûret-i şer'de siyâsetin vechi budur ki hikmetde hizmet emr-i teklîfîyedir, emr-i irâdîye değildir. Yani gerçi her işde irâdet Allah'ındır ki irâdât-i cüz'iyye-i halk ona tâbi'dir, velâkin habîs ve bâtılı biribirinden temyîz için ortada teklîfât ve ibtilâât vâkı' olmuşdur. Buradandır ki sultân ve müftî ve kâdî ve sâir umûr-i siyâsiyye ehli nasb olunmuşdur. İyi anla ve gereğince amel et. 

Ey sâlik, işte bu mebhasin netîcesi ne olduğu ma'lûmun oldu ki sabr ve sükûn ve sükûtdur. Kâlallahu Teâlâ, "اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠". Ve bu mertebeye islâm-ı hakîkî derler ki Millet-i İbrâhîm dedikleri budur. Onun için Hazret-i İbrâhîm aleyhisselâm nâr-ı Nemrûd'a tarh olundukda ceza' etmedi ve âteş dahi te'sîr eylemedi. Zîrâ yanmışa bir dahi yanmak yokdur. İşte bu yanmamak evvelki yanmak netîcesidir. Zîrâ zeheb ki kâl ola bir dahi kâl olmaz. Ve eğer da'vâ-yı 'aşka göre yanmazsan, senin netîcen nâr-ı bu'd ile ihtirâk olur.

Listeye geri dön