6 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında buyuruyorlar ki :
Bu mesleğin berâzihi çok ve mehâliki hadden artıkdır. Velâkin demin zikre teşebbüs edip hulûsla meşgûl olan kimse, mehâvifden emîn ve kat'-ı mesâfât edip, ser-menzile karîb ve ashâb-ı vatana karîn olur. Hattâ demişlerdir ki, tertîb üzerine sülûk edenin hâli gayrilerden düşvârdır. Onun için kat'-i mefâviz ve bevâdî etmiş bir delil-i âgâha muhtacdır. Zîrâ evâil-i hâlde ki, dîdelerden hüceb-i zâhire-i hissiye meselâ cüdrân ve hiytân ve emsâli gibi, zâil oldukda herkese kendi hânesinde ve makâmında hayr ve şerden ne hâl üzerine ise görünmeye başlar. Pes bu makûle nesneler münkeşif oldukda mükâşefe lâzımdır ki iğmâz-ı 'ayn eyleye ve Settâr ismine bakıp 'uyûb-ı nâsı setr ile mukayyed ola. Ve kimsenin râzını ifşâ etmeye, sû-i hâlini söyleyip rüsvây eylemeye. Nitekim küşûf-i süfliyyede kalanların hâlleri budur ki, bazı mugayyebâtdan haber verirler ve halk arasında şöhret taleb ederler. Ve bunlar mekr ehlidir. Bu cihetden gerekdir ki, hemen zikre meşgûl olup, gayriyi selb eyleye. Ve münkeşif olan umûr-ı cüz'iyyeye iltifât kılmaya. Belki Hakk Te'âlâ'dan o makûle keşiflerin zevâlin taleb eyleye. Zîrâ bî-fâide nesnedir. Ve sâlikin hâli onunla müşevveş olur. Ve bir vakitde Hazret-i İbrâhim'e erbâb-ı fıskın ahvâli münkeşife oldukda helâkları için duâ edicek, hitâb-ı Bârî vârid oldu ki : "Yâ İbrâhim bu kadar zamandır ki ben onların bu makûle hâllerine muttali'im ve muâhezede mu'âcele etmem. Belki setr edip hilm ile mu'âmele kılarım. Pes sen dahi, ahlâk-ı ilâhiyye ile mütehallık ol" deyicek, İbrâhim ba'dezîn o makûle ahvâlle mukayyed olmayıp evvâh ve halîm oldu.
Ve pîrân-ı tarîkatimizden Bursa'da âsûde olan Şeyh Muhammed Üftâde buyurmuşdur ki, "Evâil-i hâlimde cemî'-i eşyâdan tesbîh işidirdim. Ve vakt-i zarûretde bevl edecek mahal bulamazdım. Ve bevlim müsebbih üzerine vâki' olur, deyu havf ederdim. Tâ ki ol ma'nâ benden gâib olup, müsterîh oldum". Ve buradandır ki derler, "Keşf-i kubûrdan sana fâide nedir? Zîrâ meyyit ya müna'amdır veyâ mu'azzebdir. Ve ehl-i na'îm ise sana nedir fâidesi ve nef'i? Ve ehli 'azâb ve cahîm ise sana nedir zararı? Pes iyisi o makûle nesneden mahcûb olmakdır.
Keşf-i melek ve keşf-i cin ve keşf-i zamîr dahi böyledir ki, bu makûleler küşûf-i süfliyyeden olmakla iltifâta sezâ değildir. Ve bunların biriyle mukayyed olan kimse, mâ-fevkınde olan derecâtdan mahrûm olur. Zîrâ bana bu yeter dedikde bir dahi cebr olmaz. Ve kandım diyene bir dahi su verilmez. Ma'ahâzâ bu meclisde kanmak yokdur. Ve kandım diyenin isti'dâdı nâkısdır. Zîrâ Allahu Te'âlâ Vâsi'dir ve feyze nihâyet yoktur. Onun için Kur`ân'da gelir : "وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا". Yani taleb-i mezîdin bir vakitle tecdîd olunmadığı delâlet eder ki 'ilme nihâyet yokdur. Ve dünyâda ve âhiretde ziyâde olmakdadır. Ve ondan murâd 'ilm-i ilâhîdir, 'ilm-i ahkâm değildir. Ve hadîsde gelir ki : اطلبواالعلم من المهدالي اللّحد" (Beşikden mezara kadar ilim öğreniniz). Yani mevtın-i kalbde oldukça talebden hâlî olmayınız, sonra ki ehl-i âhiret olursunuz. Matlûbunuz bilâ-taleb gelir.
Ve demişlerdir ki, eğer iştigâl-i zikr ve eyyâm-ı halvetde sana gaybden meşrûbât arz ederlerse, eğer su var ise suyu iç ve illâ leben ve 'asel iç ve şürb-i hamrden hazer eyle. Yani eğer sana hamr arz olunursa, onu içme. Nitekim Leyle-i Mi'râc'da Cenâb-ı Nübüvvet'e arz oldundukda kabûl etmediler. Zîrâ sekre işâretdir, belki sütü içdiler ki, fıtrata dâirdir. Ve hamrın öcündendir ki, Mansûr'a sahv gelmeyip da'vâya düşdü. Ve âhir ber-dâr oldu. Ve eğer hamr içmek lâzım gelirse, eğer mâ-i matarla mezc ederlerse nûş eyle. Zîrâ mâ-i matar, mâ-i mukattar-ı sâfîdir ki, feyz-i hâlisdir. Pes onunla memzûc olan hamrın küdûreti zâil olur. Ve eğer mâ-i enhâr ve uyûnla memzûce olursa, zinhâr onu içme. Zîrâ bu makûle madde-i küdûret vardır ki, tab'-ı arzla muhtelit ve mukayyeddir.
Ve bu fakîre evâil-i hâlimde bir ibrik su ve bir ibrik şerbet-i 'asel arz olundukda şerbet-i 'aseli nûş eyle deyu işâret olundukda, alıp şerbet-i 'aseli nûş eyledim. "والحمدللّه علي فيضه وتوفيقه وهداية خاصّ طريقه" (Feyzi, tevfiki, hidâyet-i hâssı için Allahu Teâlâ'ya hamd olsun)
Ve eğer sana ahcâr ve ma'âdin mertebesi münkeşif olup her birinin menâfi' ve mazârrı ta'rîf olunursa zinhâr hiçbirinin ta'aşşuk-ı bendinde kalma. Ve hemen zikre meşgûl ol. Zîrâ bidâyet ehline bu makûle kaydların zararı vardır. Ve nihâyetde kayd kalmaz. Ve keşfin zararı dahi olmaz. Nitekim Hazret-i Süleymân, her sabah ki Mescid-i Aksâ'da mihrâba gelirdi, Mihrâb içinde bir ot bitmiş bulurdu. Ve ol ot Hazret-i Süleymân'a kendinin ismini ve menfa'atini ve mazarratı ne idüğün söylerdi. Tâ ki bir sabah yine 'âdeti üzerine mihrâba geldikde, gördü ki bir ot bitmişdir. Suâl edip senin ismin nedir, deyicek ol dahi, "Harrûb" dedi. Yani keçi boynuzu dedikleri yemiş ağacı. Orada Süleymân harrûb lafzından ahz-ı ma'nâ eyleyip mülküm harâb olmağa karîb olmuş deyip, oradan kıyâm eyledi. Ve kendine mahsûs camdan bir savma'a emr edip, ibâdethâne binâ etdirdi. Tâ ki 'asâsı üzerine müstenid olduğu hâlde makbûz oldu. Nitekim kıssası Sûre-i Seb'e'dedir.
İşte ma'âdinden sonra nebâtât ahvâli dahi münkeşif olup bir belâ-i 'azîm dahi olur. Hemen bir nesneye ta'aşşuk etmeyip, idmân-ı zikr ile oradan güzâr edegör. Ve keşf-i ma'âdinde harâret ve rutûbeti gâlib olan gıdâlardan tenâvül eyle. Ve keşf-i nebâtâtda harâret ve rutûbeti mu'tedil olan gıdâları ekleyle. Zîrâ mertebe-i keşfine münâsib olan bunlardır. Ve keşf-i nebâtâtdan sonra keşf-i hayvânâta intikâl edersin ki, her nevi' hayvân sana kendin arz edip, selâm verir. Ve havâss ve menâfi' ve mazârrı nidüğün söyler. Ve orada her bir nev'in tesbîh ve tahmîdi ne idiğüne muttali' olursun.
Ve eğer bu mürûr eylediğin 'avâlimin tesbîh ve tahmîdini kendi tesbîh ve tahmîd ve zikrin gibi bulursan, yani onların cümlesi senin zikrin gibi zikrederlerse, senin keşfin sahîh değildir. Yani hayâlîdir, hakîkî değildir. Zîrâ hakîkî olsa her birin başka zikir üzerine bulurdun. Pes ol gördüğün, senin zikrinin sûretleridir. Yoksa hakîkat değildir.
İşte buradan keşf-i hayâlî ile keşf-i hakîkî meyânında fark zâhir oldu. Ve sa'y eyle ki, bu 'âlem-i hayâl içinden çıkasın ve maddeden mücerred olan 'âlem-i ma'ânî sana tecellî eyleye. Onun için vâridât-ı kalbiyye ve ba'de'l-intibâh olan ilkâât ve hitâbât-ı melekiyye ve ilâhiyye sâirlerden akvâdır. Zîrâ ona hayâl karışmaz ve 'ayn-ı cem'den gelir. Ve zikrolunan 'urûc-i tertîbiyyeye mi'râc-ı tahlîl derler. Nitekim ona remz edip Kur`ân’da gelir : "إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُآُمْ أَن تُؤدُّواْ الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا". Yani sâlik her ne makûle tavra ki, dühûl ve 'urûc eder, mukaddemen hîn-i nüzûlde oradan ahz etdiği emâneti mahalline teslîm edip, tecerrüd eder. Ve 'ukdesini halleyler. Ve 'âlem-i zâta doğru mücerradâne gider. Zîrâ terkîb ve ta'kîdle âlem-i vahdete erilmez. Belki ifrâd ve tahlîl ile erilir. Ve zerre ve nokta-i mevhûme mertebesine erince terrakkî eder. Sonra bi'l-külliyye zâtı mahk olur, ef'âli mahk ve sıfatı tams olduğu gibi. Ve Hakk'la Hakk olmak dedikleri buradadır. Maksûd fânî gidip, bâkî kalmakdır. Yoksa hâşâ istihâle yokdur.