Kevser Sûresi ve Kurban - Hutbe - 2 Ekim 1981

26 Haziran 2023 tarihinde yayınlanmıştır.

Sure-i Kevser

HUTBE

Kâlallahu Te'âla fî Kitâbihi'l-Azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَۜ * فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْۜ * اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ
İnnâ a'teynâke'l-kevser. Fe salli li rabbike venhar. İnne şânieke hüve'l-ebter.
Sadakallahü'l-azîm.

Okumuş olduğum sûre-i celîle-i Kur`âniyye, Sûre-i Kevser'dir. Yüz on dört sûre-i Kur`âniyye'den üç âyetle ikmâl olunmuş bir sûre-i celîledir. Manâ bakımından, Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme Allah'ın vermiş olduğu inâm u ihsân u ikrâmın beyânıdır.

Mü'minler, biliyorsunuz ki Kurban Bayramı erkân-ı İslâm olan yani İslâm'ın temellerinden biri olan hac ibâdetinin yapılmasını ve o günlerde Cenâb-ı Hakk'ı zikrederek bu ferâizin yerine getirildiği bir bayramdır ki mü'minler için ve âşık-ı sâdıklar için çok yüce bir bayram, çok yüksek bir sevinci ifâde eden bir gündür. İbrâhim Nebî aleyhi's-salâtü vesellâm o gün Hakk'a olan muhabbetini ve halîliyyetini, dostluğunu ilân etmiş, ciğerinin parçası olan bir peygamber İsmâil Nebî'yi dostu uğruna, Hakk uğruna bıçak altına yatırmışdır. O günün sene-i devriyesidir. Ve erkân-ı İslâm'ın da bir rüknü olan hac ibâdetinin yapıldığı gündür. Hac ibâdeti başka günlerde yapılmaz. Yapılır, Arafat'ı yokdur, Mine'si yokdur, Müzdelife'si yokdur, umre haccı yapılır. Fakat bu Kurban Bayramında tamâmen ağyârını mâni efrâdını câmi olarak, menâsik-i hac îfâ edilir ki Allah da bize bunu farz kılmışdır, mü'minlere. 

Bunun sebeb-i nüzûlü nedir? Bu sûre neden nâzil olmuşdur Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme? Ondan bir mikdar arz edelim, sonra sohbetimize geçelim.

Fahr-i Risâlet'in yedi evlâdı oldu. Dördü kız, üçü erkek. Fakat bunların hepsi küçük yaşda vefât etdiler, âlem-i bâkîye göçdüler. Yalnız Cenâb-ı Fâtıme binti Resûl, Fatma annemiz ki Resûlullah'ın parçasıdır, Fahr-i Risâlet sallallahu aleyhi vesellem, Hazret-i Fâtımetü'z-Zehrâ'ya hitâb ederek, "Yâ Fâtıme, enti bid'atin minnî, sen benim parçamsın" demişdir, yalnız Fâtımetü'z-Zehrâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin âlem-i cemâle intikâlinden altı ay sonra âlem-i bâkîye göçmüşdür. Ondan evvel Peygamberimizin bütün çocukları, küçük yaşda vefât etdiler. Bunun da sebeb-i hikmeti vardı.

Bunun sebebi de şu idi. Resûl aleyhi's-salâtü ve's-selâm hâteme'l-enbiyâ idi. Yani Peygamberimiz son peygamber, nebîlerin, resûllerin sonu. Efendimizin çocukları olsaydı, peygamber olması lâzım gelirdi. Resûl, son peygamber olduğuna göre, çocuklarının daha evvel gitmesi lâzım geliyordu. Esrârının bir tânesi bu. İki. Yaşasalardı, Resûlullah'a lâyık olmayacak bir efâle mâlik olsalar, halkın gözünde Mahbûb-i İlâhî'nin evlâdının çirkin harekâtı Resûlullah'ın şânına, şerefine halel getirirdi. Onun için Cenâb-ı Hakk Peygamberimizin çocuklarının hepsini küçükken aldı. İbrâhim aleyhisselâm, Resûlullah'ın mahdûm-ı mükerremi, yedi yaşında o da vefât edince, küffâr-ı Kureyş yani kâfirler, Cenâb-ı Resûlullah'a eziyet olsun diye, başladılar hakkında şöyle konuşmaya, ebter demeye başladılar. Ebterin manâsı kökü kurudu, sülâlesi kalmadı manâsına. Böyle aleyhinde konuşuyorlardı Peygamberimizin sallallahu aleyhi vesellem.

Bir gün Cenâb-ı Peygamber, Harem-i Şerîf'den yani Mekke'nin hareminden çıkarken, Âs ibn Vâil'le kapıda karşılaşdılar. Âs ibn Vâil Kabe'ye girdi, Peygamberimiz Kabe'den dışarıya çıkdılar. Kabe'de oturan küffâr-ı Kureyş yani Kureyş kâfirleri, Âs ibn Vâil'e sordular, "Kiminle konuşdun kapıda?" diye, "Ebterle konuşdum" dedi yani kökü kurumuşla. Hakâretle söylüyor yani. Resûl bunu duydu, o kadar müteessir oldu ki, mahzûn oldu ki, mübârek kalb-i seniyyeleri, mir`ât-ı Hakk olan kalb-i seniyyeleri titredi. Gözünden yaş dökdü. O hüzünle Hazret-i Ali'nin pederi olan Ebî Tâlib Hazretlerinin hânesine teşrîf etdiler, üzüntüyle. Ve yatdılar, üzüntü içerisinde. Ondan sonra bu âyet-i celîle nâzil oldu. Cebrâil aleyhisselâm geldi, Peygamberimize bu âyeti teblîğ etdi.

Şimdi vereceğimiz ma'nâ, deryâdan bir katre, şemsden bir zerredir. Yani bizim vermiş olduğumuz ma'nâ ile sûre-i celîlenin ma'nâsı tamâmen hakkıyla verilmiş demek değildir. Yalnız fakîrin değil, cümle müfessirîn-i kirâm hazerâtının verdiği ma'nâlar da böyledir. Fahr-i Râzî'ler, Keşşaf'lar, Hâzin'ler, Şehâb'lar, onların da verdiği ma'nâlarla yine sûre-i celîlenin ma'nâsı ikmâl olunmuş demek değildir yani tamâmen tefsîr olunmuş demek değildir. Herkes kâbiliyyeti mikdârı, nasîbi mikdârı ma'nâ verdi. Dinleyenlerden de herkes, kendi kâbiliyyeti ve nasîbi kadar bu işi kavradı.

Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki Peygamberimize, "İnnâ, biz". Allah birdir, niçin biz diyor acaba? Burada "innâ" kelimesi tazîm içindir. Cenâb-ı Hakk, yerin göğün sâhibi, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin mâliki, Habîb-i Hudâ, Şefî'-i Rûz-i Cezâ, Hazret-i Mahbûb-i Kibriyâ Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâma tazîm eder. Allah Celle Hazretleri, Peygamber'e tazîm eder. Onun için, "ta'zîmen li nebiyyihî ve tekrîmen li fehâmeti şâni safiyyihî fe kâle azze ve celle min kâilin muhbiran ve âmirâ, innallahe ve melâiketehû yusallûne ale'n-nebiyy" diye okuyoruz. 

Cenâb-ı Hakk melekleriyle berâber, bizâtihî, Habîb-i Hudâ'ya salât eder. Öyle yapdığını söylüyor, "Ben" diyor Cenâb-ı Hakk, "innallahe", muhakkak Cenâb-ı Hakk", "ve melâiketehû yusallûne 'alen nebiyy", ben nebîm olan, mahbûbum Muhammed Mustafâ'ya salât ediyorum, ey beni tevhîd edenler, beni birleyenler, benim varlığıma, birliğime, şerîkim, nazîrim olmadığına inananlar, siz de ne yapınız, "sallu âleyhi", ona siz de salât ediniz diyor Cenâb-ı Hakk Celle ve Tekâddes Hazretleri. Biz de ne diyoruz  mukâbilinde? Ey bizim Rabbimiz, "Allahümme". Manâsı, ey bizim Rabbimiz. Ey bizim Allahımız, Rabbimiz, "sallû aleyh", sen O'na salât et. Allah diyor ki, "Ben Allahlığımla, meleklerimle berâber nebîm olan, nebiyy-i hâssım olan Muhammedime salât ediyorum, ey mü'minler, siz de ona salât ediniz" dediği vakitde, biz de ona "Yâ Rabbi, sen salât et" diyoruz. Allah bize "Salât et" diyor, biz Allah'a "Sen salât et" diyoruz. Bunun ma'nâsı ne demek biliyor musun? Bunun inceliğine vâkıf oldun mu, bunu hiç düşündün mü, tefekkür etdin mi? Diyoruz ki, "Yâ Rabbi, Resûlullah'a lâyık olan salât u selâmı biz kullar bilemeyiz, bize bu esrâr verilmemişdir, bundaki bulunan esrârı ancak sen bilirsin. O'na lâyık olan salâtı sen getir yâ Rabbi" diyoruz. Çok mühim! 

Semâvatın ve ardın ve içinde bulunan ve bulunmayan âlemlerin, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin rabbi Allah "innâ", biz, "a'taynâke", habîbim Muhammed, niye sen mahzûn oluyorsun, mükedder oluyorsun, "a'taynâke", sana verdik, neyi verdik, Kevser'i verdik. Kevser'in bir çok manâları var. Ulemânın vermiş olduğu manâlardan birer mikdar söyleyeceğiz. 

Hayr-ı kesîri verdik. Yani bir çok hayırlar ihsân etdik. 

Kıyâmet gününde, nedâmet ânında, cümle mahlûkât-ı ilâhiyye çırılçıplak ancak nebîler ve sâlihler setirli. Ve Allah'ın arşından gayrı bir gölge yok. Livâ-yı Ahmed altından başka bir sâye yok. Bütünnâs aç ve susuz. Elli bin sene mikdarı bekleyecekler. "Bu nasıldır, nasıl olur?" filan. Akıl terâzisi, akıl kantarı, fikir terâzisi bunu çekmez. Ondan sonra halk bu Kevser denilen nehre koşacaklar, su içmek üzere. Bizâtihî Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu Kevser'in sâhibidir. Oradan yed-i Muhammed'le, yani mübârek elleriyle ve yed-i Hayder-i Kerrâr esedullahi'l-gâlib Alî ibn Ebî Tâlib Hazretlerinin yediyle ve Haseneynin mübârek elleriyle o Kevser'den millet sîrâb olacak, su içecekler yani. O Kevser'i sana verdik. O şerefi sana bahşetdik. Hiçbir nebî bu Kevser'e mâlik olamadı. Hiç bir nebî şefâat-i kübrâya nâil olamadı. Hiç bir nebî, hiç bir resûl, makâm-ı mahmûda sâhib olamadı. Kevser'i sana verdik. 

Yine "innâ a'taynâke'l-kevser", senin isminle kendi ismimi minârelerde ve tevhîdde andırdım habîbim Muhammed. Her tarafda kim ki mü'min "Lâilâheillallah" diyor arkasından, "Muhammedü'r-Resûlullah". İsmimle ismini cem etdim. 

Üzülecek misin hâlâ? Kevser senin. Hayr-ı kesîr senin. İsmini ismimle cem etdim. Kur`ân ile senin ismini zikretdim, terfî' etdirdim. Cümle enbiyâya seni serdâr etdim. Senin ayyakabılarının tozuyla arşımı süsledim. Senin iznin olmayınca şefâat olmaz. Senin iznin olmayınca, senin rızân olmayınca, senin şefâatin olmayınca, dîvân kurulmaz, defterler okunmaz. Gene üzülecek misin?

"İnnâ a'taynâke'l-kevser", Habîbim Muhammed, sallallahu aleyhi vesellem, sana Fâtıme'yi verdim, senin zürriyetin Fâtıme'den zuhûr edecekdir. 

Onun için Cenâb-ı Fahr-i Risâlet sallallahu aleyhi vesellem, "Ene ve Aliyyü min nûrin vâhid, Ali'yle ben bir nûrdanız" diyor. Resûlullah'ın kerîme-i muhteremesi olan Fâtımetü'-z-Zehrâ tarla, Hazret-i Ali kerremallahu veche ile, o tarladan gelen zürriyet-i Muhammedî, hafîd-i Muhammedî, Fâtıme'nin zürriyetinden geldi. İmâm-ı Hasen ve İmâm-ı Hüseyin ve Muhammed Hanefî Hazretleri.

"Senin zürriyetin kurumayacak. Senin zürriyetin, yani şürefâ ve sâdât, yani seyyidler ve şerîfler, kıyâmet gününe kadar, herkesin zürriyetinden daha fazla olacak dünyada. Kıyâmet gününe kadar senin ism-i şerîfini andıracağım, sâdâtâ hürmet etdireceğim. Öyleyse, "fe salli", mahzûn olmak değil, bana teşekkür et, şükrân-ı nimet için "fe salli", bana namaz kıl, salât et. "Venhar", nahreyle, kurban kes.

Ceddin İbrâhim aleyhisselâm benim halîlimdi, o evlâdını bıçak altına yatırdı, sen benim habîbimsin, kurban kes. Ceddin olan halîlim evlâdını benim emrimle bıçak altına yatırmışdı, ona bu şehâdeti, yani İsmâil'e bu şehâdeti nasîb kılmadım, İbrâhim nebîme de bir şehîd babası şerefini vermedim, ecrini verdim yalnız, ama senin evlâdın olan, hafîdin olan Hüseyin, İsmâil'e bedel olarak kurbân edilecekdir. Yani Kerbelâ'da olacak vukûâtı söylüyor. İmâm-ı Hüseyin'in şehâdetini haber vermekde âyet-i kerîme.

"Fe salli", namaz kıl, "venhar", nahreyle, kurban kes. "inne şânieke hüve'l-ebter", sana şe'n eden, sana buğz eden, seni sevmeyen, senden yüz çeviren, sana ebter diyen, o ebter olacak, onun sülâlesi kuruyacakdır. Zîrâ rüzgara karşı ve güneşe karşı tükürenin tükürüğü kendi yüzüne gelir. 

Onun için dikkat buyurunuz, burada bir sır söyleyeceğim sizlere. Dikkat buyurun ve tahkîkat yapınız. Resûlullah'ın aleyhinde kim konuşursa, ya O'na itâle-i lisânda bulunan bir kimsenin ağzından öldüğü vakitde mutlakâ pislik gelir. Sorun cenâze yıkayan imamlara. Ağzından necâset gelir. Ve kökü kurur. 

Bütün fütûhâtlar, bütün velîlerin, bütün gâzîlerin, bütün şehîdlerin yapmış olduğu bütün fütûhâtlar, evliyâullahda zuhûr eyleyen kerâmât, Hazret-i Abdülkâdir'de zâhir olan kerâmât, Hazret-i Ahmed er-Rıfâî'de, Hazret-i Ahmed el-Bedevî'de, İbrâhim Düssûkî'de ve sâir evliyâullahda zuhûr eyleyen kerâmât, bütün bunların şerefi Resûlullah'a âiddir. Bütün fütûhâtlar, bütün paşaların, bütün pâdişahların yapdığı fütûhâtların şerefi Hazret-i Muhammed'e âiddir. Hattâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem İstanbul feth oluncak diye emretmeseydi, bugün sen burada oturmayacakdın, ben sana burada hutbe okumayacakdım bugün. 

"Venhar", nahreyle, kurban kes. Âşıklar kurban kesmek değil, cânını fedâ eder. Hani öyle söyledi âşıkın birisi. Söylediği sözü ulemâ kavrayamadılar. Öyle tecellî eyledi. Evvelâ ellerini kesdiler kendisinin. Ve mübârek ellerindeki kanı yüzüne akıtdı. Dedi ki, "Ey ehl-i şerîat! Siz abdest almakdan bile soğuk günlerde sakınırsınız, biz âşıklar abdestimizi kanımızla alırız" dedi. Yani buradaki, fedâkârlık ve dîn-i islâmı anlayış ve Allah'a teslîmiyyeti gösterişdir. Bize büyük bir ibret ve irşaddır. Değil ki kurban kesmek, âşıklar cânlarını Hakk yoluna verdiler. Hangi eve var, size hitâb ediyorum ve bütün câmilerde bugün Hakk rızâsını bekleyen, ellerini bârigâh-ı ehadiyyete açan, Hakk rızâsını gözleyen ibâdullaha, hangi ev var ki Allah ve Resûlullah yoluna şehîd vermemiş, evlâdını kurbân etmemişdir, soruyorum. Hepinize soruyorum. Ya dayın, ya ceddin, ya ammin, ya tezyen, ya teyzenin kocası, ya enişten muhakkak muhârebe meydanında i'lâ-yı kelimetullah için Muhammed uğruna kanını dökmüş ve şehîd vermişdir. Onun için sen sakın kurban kesmekden kaçınma yani. "Kurbanı nasıl keseyim? Bu kadar param var, yetişir mi yetişmez mi?" diye. Âşıklar Resûlullah uğruna, canlarını kurbân etmişlerdir. Sen parana kıy ve kurbânı kes. Resûlullah'a farz olan, sana vâcib olan. Bizim mezhebimizde vâcibdir kurbân. Bir çok şeyler vardır ki Resûlullah'a farz olur, bize sünnet olur. Teheccüd namazı gibi. Resûlullah'a farz, bize sünnetdir. Kurban da Resûlullah'a farzdır, bize vâcibidir bizim mezhebimizde. Bu kurbanı yerine getir, kes. Zengin olanlar, hâli vakti yerinde olanlar, kurbanı kesmelidirler. Ve Cenâb-ı Hakk'a olan kulluklarını ve muhabbetlerini bu şekilde Allah'a ızhâr etmelidirler. 

Kurbanın ne şekilde olacağını, hangi hayvanın kesilmesi câiz, hangi hayvanın kesilmesi câiz değil, bunu burada söylemek uzun bir şeye vâbeste olacak. Kurban koyun hayvanından, dişisi erkeği, keçi hayvanından, dişisi erkeği, sığır, deve, kara sığır, bunlardan kurban kesilir. Deve ve sığıra yedi kişi bir araya gelip bir kurban kesebilirler. Ama kepiçde yani koçda yâhud keçide, çepiçde, kepiçde bir kişi bir hayvanı kesecekdir. Altı aylıkdan fazla olması lâzım. Altı aylık olup da bir yaşında görünüyorsa, iriyse biraz hayvan kemiği memiği, kurban edilebilir. 

Bineğini hazırla. Yarın kıyâmet gününde  kabrinden kalkdığın vakitde, bineğine bineceksin yani kesdiğin kurbanına, seni sıratdan o geçirecekdir. "Nasıl olur efendim, kurban beni kaldırır mı?". Böyle şeylere, laf ebeliklerine söz yok. Dîn-i İslâm'la istihzâya da meydan yok. Kâsır aklınla da sana bunu düşünmeye lüzûm yok. Bakarsın ki ufak bir şey, insanı dünyâdan âhirete götürür, ufak bir mikrop yani. Değil ki bir koçun üzerine binip cennete girmek. Hiç bir şey değildir yani. Onun için Allah öyle yapacakdır kıyâmet gününde, bir çok şeyleri Cenâb-ı Hakk tahvîl edecek. 

Hattâ Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Mirâc'a çıkacağı vakitde, ona burak getirdiler. Cibrîl-i Emîn burağı getirdi, Resûlulllah sallallahu aleyhi veselleme. Fahr-i risâlet sallllahu aleyhi vesellem, burağa binmek istediğinde burak yemîn etdi ki "üstüme bindirmem kimseyi, ancak Muhammed ibn Abdullah'ı yani Resûlullah'ı bindiririm. Ben O'nun ismini işitmişdim cennât-ı âliyâtda binlerce sene evvel, ona âşık olmuşdum, üzerime ondan başka kimseyi bindirmem" deyince, Cebrâil aleyhisselâm dedi ki, "Yâ burak! Senin üzerine binmek isteyen, işte senin âşık olduğun Muhammed Mustafâ'dır". Burak titredi ve eridi, yere yatdı. Dedi ki, "Yâ Resûlallah, senin aşkınla cenneti terkeyledim, dilerim ki kıyâmetden sonra cennete gideceğin vakitde sen benim üzerime râkib ol". Üzerime bin yani. Öyle deyince Cenâb-ı Peygamber, ağladılar, sallallahu aleyhi vesellem. "Demek ki benim kabirden kalkıp arsa-i mahşere varmam bir binekle olacakdır, Yâ Rabbi nasıl olur, benim ümmetlerim ne olacak, onlara binek yok mu?" dedi. Allah şu âyet-i kerîmeyle onu ızhâr eyledi, "يَوْمَ نَحْشُرُ الْمُتَّق۪ينَ اِلَى الرَّحْمٰنِ وَفْدًاۙ yevme  nahşuru'l-müttakîne ile'r-rahmâni vefdâ, biz müttakîleri binekleriyle haşrederiz". Yani kesdiğin kurban sana binek olarak gelecekdir. Müttakîler, Allah'dan korkanlar, Allah'ı sevenler,  kabirlerinden kalkdılar mı onlara binek gönderilecekdir. Bu âyet-i kerîmeyle Cenâb-ı Peygamber tesellî bulmuşlardır.

Şimdi, âşıklar Allah ve Resûlullah yolunda canlarını verdiler, başlarını verdiler, mallarını dağıtdılar. Sen Allah'ın habîbi Muhammed'e bir muhabbetin varsa, Âl-i Muhammed'e ve ashâbına... Hem de sana haber vereyim mi! Resûlullah buyurur ki sallallahu aleyhi vesellem, "ene ibnü'z-zebheteyn, ben iki kurban evlâdıyım. Birisi ceddim İsmâil, birisi de babam Abdullah". Hazret-i Abdullah da bıçakdan kurtulmuşdur, pederi tarafından. Resûlullah'ın bu sünnetini yerine getireceksin. Bir de tehdîd-i peygamberî var, sallallahu aleyhi vesellem. "Hâli vakti yerinde olup da kurban kesmeyenler bizden değildir, bizim mescidlerimize gelmesinler". Yine ezvâc-ı tâhirâtdan Ümmü'l-Mü'minîn Hazret-i Âişe radıyallahu anhâ vâlidemize, "Yâ Âişe, kurbanın başında dur, kurbanın ilk kanı yere sıçradığı vakitde bütün suçların affolmuşdur" diyor. Bedeldir çünkü.

Ve kurbanı keserken Allah'la şöyle konuşacaksın. "Yâ Rabbi o kadar günah işledim ki bütün vücûdum ve yüzüm ve kalbim kapkara oldu. Vücûduma bedel olarak bu hayvanı senin rızâ-yı şerîfin için kesiyorum. Eti etime, kanı kanıma bedel olsun Yâ Rabbi" deyip o şekilde keseceksin kurbanını Kesdikden sonra, üçe ayırırsın. Bir kısmını evlâdına çoluğuna çocuğuna, bir kısmını ahbâb u yârânına, bir kısmını da fukarâya tevdi edersin. Bazı ahmaklar hayvanın parça etleri filan kalıyor, kedilere vermiyorlar. Sakın hâ öyle bir şey yapma. Kediler de yesin, kelbler de yesin. İyi adamın malını fareler de yer. Öyle hayırlı olur ki herkese fâidesi olur yani. Onun için men etmeğe kalkma hayvânâtı filan. Bazı sersemler var, hayvanlara vermiyorlar, toprağa gömüyorlar. Sakın hâ! Öyle bir şey yapma.

Nasıl ki Hazret-i Hacer, oğlu İsmâil'i sürmeledi, süsledi, saçlarını taradı, elbislerini giydirdi, çünkü Hazret-i İbrâhim Halîl demişdi ki, "Dostuma gideceğim, İsmâil'i dostuma götüreceğim" demişdi, sen de dostun yoluna kurbanını veriyorsun, kurbanını, İsmâilini süsle, kınala. Eziyet cefâ ederek götürme, sürüyerek, vurarak filan böyle. Temiz ve itikâdı tâm olan bir kimseye kesdir, kendin kesemiyorsan. Besmelesiz kesilen kurbanın eti yenmez. Hangi hayvan olursa olsun, besmelesiz kesildi mi yenmez. Hıristiyan keserse yenir de, müslüman kasden besmeleyi terkederse yenmez. İlâhsızların kesdiği yenmez. Yani hiç bir dîne sülûkü yok, hiç bir dîn sâhibi değil, böyle bir kimsenin kesdiği de yenmez. Bir sâlih kişiyi al, kurbanını kesdir, duâsını yap. Bilmiş ol ki ecrini muhakkak göreceksin. Ve senin vücûduna bedel olacak, evlâd u ayâlinin başına gelecek felâket ve belâlara da kalkan olacakdır. Mezbahaya götür, keskin bıçakla, hayvana eziyet ve cefâ etmeden kes. Gözlerini kapat, ayaklarını bağla, kıbleye karşı çevir, Allahüekber diyerek kes ve vâcib-i ilâhîyi yerine getir.

İkincisi. Gene Resûlullah tehdîd ediyor kurban kesmeyenleri. "Hâli vakti yerinde olup da kurban kesmeyen bizim mescidimize gelmesin, bizden değildir onlar" buyuruyor. İki. "Hâli vakti yerinde olup da", şart koşuyoruz yani fukarâya değil, zengin keser, fukarâ yer, "hâli vakti yerinde olup da, kurban kesmeyen ister Hıristiyan olarak ister Yahudi olarak  ölsün". Böyle tehdîdler vardır. Onun için bugün zengin oldunsa, zekâtda üzerinden sene geçmek lâzımdır, bugün zengin oldunsa eğer, hemen kurbanı  almakla mükellefsin. Keseceksin.

Arefe gününün sabahından Kurban Bayramının üçüncü günü İkindiye kadar her namazdan sonra tekbîr almak vâcib olur. "Allahuekber Allahuekber lâ ilâhe illallahu vallahu ekber Allahu ekber velillahi'l-hamd". Yani Kurban Bayramının arefesinin sabahından, bayram sabahından değil, arefesinin sabahından bayramın üçüncü günü İkindiye kadar tekbir alınır ve kurban kesilir. Arefe günü kesilen kurban, kurban olmaz. Olur, vâcib olan kurban yerine geçmez. Sevâbı olur. Mutlakâ vâcib olan kurbanın îfâsı için bayram namazından sonra kesmek lâzımdır. Acaba anlatabildik mi? Ve üçüncü gün İkindiye kadar. Üçüncü gün İkindide tekbîr biter. Çünkü hac tamâm olmuşdur.

Mü'minler! Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senâ ederiz ki, bizleri Ümmet-i Muhammed'den halk etdi ve kendisine kulluk şerefini verdi. Ve bize Kur`ân-ı Kerîminde, "yâ eyyühellezîne âmenû" hitâbıyla hitâb etdi, bizi Habîbi Muhammed'ine ümmet etdi, bize az ibâdete çoook çok sevâblar, ecr-i azîmler verdi. Ve ümmetlerin en sonu olarak bizi getirdi. Bir günün İkindi ile Akşam arası kadar. Üçe böl kâinâtı yani b eşerin zuhûrundan kıyâmet gününe kadar üçe ayır. Bir kısımları öğleye kadar. Bir kısmı öğleden ikindiye kadar.  Ümmet-i Muhammed'e ikindiden akşama kadar olan vakti verdi. Kısa vakti verdi fakat ibâdetlerinin sevâbını kat kat icrâ etdi. Beş vakit namaz kılana elli vakit namaz sevâbı verdi. Bir kuruş sadaka verene on kuruş sadaka vermiş gibi ecr-i hasenât verdi. Suç işleyen bir mü'min Allah'a döndüğü vakitde günahlarını affetdi. Benî İsrâ'il'de böyle değildi, bizden evvel geçen ümmetlere böyle değildi. Bunların hepsi Hazret-i Muhammed'in şerefinedir, sallallahu aleyhi vesellemin şerefinedir, O'nun şerefine bunlar bize bahşolunmuşdur. Şimdi sen Habîb-i Hudâ'ya ve O'nun âline, evlâdına, ashâbına, ensârına, evliyâsına, ulemâsına hürmetin varsa, Allah'ın emrini yerine getir ve hâlis bir kul olduğunu ve Ümmet-i Muhammed'den bir sâlih kişi olduğunu böylelikle amel defterine kaydettir.

Haftaya Cuma günü bayramın ikinci günü olmak münâsebetiyle câmimiz kapalı, burası çarşı olmak münâsebetiyle. Onun için daha hulûlü ile müşerref olmadığımız ıyd-ı adhânın hepimiz  hakkınızda müteyemmin ü mübârek olmasını ve sizlerin uzun seneler hayırlı amellerle, hayırlı ömürlerle yaşayarak Allah rızâsını, Peygamber'in muhabbetini kazanmanızı Allah'dan niyâz ederim. 

Bazı kavâid-i fıkhiyyeyi öğrenmek isteyenler, namazdan sonra bana sorabilirler. Ya söylediğim sözleri yanlış anlayanlar, yâhud yanlış anlatdığım. Sürç-i lisân oluyor bazen lisânımda, bugün rahatsızım biraz. Sorabilirler yani müşkillerini. 

İbâdallah! Ufak bir şey daha anlatacağım size. Zuhûr etdi şimdi. Yani bunu anlatmadan geçmeyeceğim.  Şimdi zuhûr etdi. 

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem son demlerinde. Peygamberimiz iki cihan arasında Cenâb-ı Hakk tarafından muhayyer bırakılmışdır. Resûlullah Efendimiz refîk-i a'lâ olan Allah'ı tercîh etmiş. Yani âhiret tarafını tercîh etmişdiri, bekâyı tercîh etmişdir. O ânda, getiriyorlar mübârek başına su döküyorlardıi kovayla böyle. Çünkü Yahudiler Peygamberimizi zehirlemişdi. Seneler sonra bu zehir meydana çıkdı. Ve yanıyordu mübârek cesedleri. Çünkü bununla Peygamberimize şehâdet rütbesi verilecekdi. Hiç bir noksan kalmayacakdı. Gâzîlik, şehâdet hepsi Peygamber'de cem olmuşdu. Su dökdürüyordu başına, kovayla. Diyordu ki, "Hayber vakasında yemiş olduğum zehrin şiddetini şimdi görüyorum, su dökün üzerime". Yanıyor ateşden. Ve mevt esnâsı biraz şiddetli olmuşdur Peygamberimizin. Bunun da sebebi, Hakk Teâlâ'ya şöyle niyâzda bulunmuşdu Peygamberimiz. 

Muhabbetiniz artsın diye anlatıyorum. Belki geç kalıyorsunuz ama söylemeden geçmeyeceğim. Haftaya ya çıkarım ya çıkmam. 

Ölümün şiddeti hakkında şöyle konuşmuşdu Peygamber, "Rûh kabz olunduğu vakitde, üç yüz kılıç darbesi gibidir". Üç yüz defa bir adama kılıçla vururlarsa ne kadar acı duyarsa, rûh vücûddan öyle ayrılır. Ama Hakk'ı sevenler için tecelliyât olur tereyağdan kıl çeker gibidir. "Bu nasıl olur?" diye sorarsan, o da güzel. İnsan sevgilisiyle sevişirken filan, şakalaşırken filan, bir tarafı çizilir duymaz. Sonra fâriğ olur bakar ki bir yeri acıyor. Bakar ki bir yeri çizilmişdir. Onun gibi duymaz. Yâhud top oynuyor adam, topda fenâ bulmuş, tekme yer sille yer filan, hiç duymaz. Topdan ayrıldıkdan sonra acısını duyar. O ölüm ânında bu üç yüz kılıç darbesi sâlihe de, âbide de. Hepsi de bu şiddeti görecekdir. Fakat sâlihlere, âşıklara cennet gösterilecek, oraya bakarken duymayacak acıyı, bu acıyı duymayacakdır.

Resûlullah Efendimiz, "Yâ Rabbi bu ölümün şiddetini ümmetime verme, bana tattır" demişdi, buna binâen biraz ölümü şiddetli olmuşdu Cenâb-ı Peygamber'in. Bu zehir sebebiyle. Üzerine su döküyorlar, getiriyorlar, kovayla su döküyorlar. O aralık, binti'n-nebî Cenâb-ı Fâtımatü'-Zehrâ yani, sa'îdeyn-i şehîdeyn olan Hazret-i İmâm-ı Hasen'in ve İmâm-ı Hüseyn'in anneleri, kendi kerîmeleri ki pek sevdiği Fâtımatü'z-Zehrâ. Fâtıma, Resûlullah'în huzûruna kaç defa girerse Peygamberimiz O'na ayağa kalkardı, Fatıma'ya. O kadar seviyor. Ve mübârek ellerini bağrına basar ellerini öperdi, Cenâb-ı Fâtıma'yı. Kendi evlâdı, kızı, parçası.
 
Yanına çağırdı. Fâtıma ağlıyor. Bir şey söyledi, Fâtımatü'z-Zehrâ şiddetle ağlamaya başladı. Sonra bir söz daha söyledi, Fâtıma güldü. Sonra sormuşlar, demişler ki, "Yâ Fatıma, baban bir şey söyledi kulağına, peder-i muhteremin, ağladın, şiddetle ağladın. Sonra tekrar bir şey söyledi, tebessüm etdin". Diyor ki, "Bana dedi ki, 'Ben iki cihân arasında muhayyer kılındım, Refîk-i A'lâ'yı seçdim, yani âlem-i bâkîye Rabbimin yanına gidiyorum' dedi, ona ağladım. Sonra kulağıma eğildi dedi ki, 'Ehl-i Beytimden bana en yakın zamanda gelecek olan sensin. Yâ Fatıma, çok yakın bir zamanda kavuşuruz'. İşte bunun için güldüm".

Ve Cenâb-ı Peygamber'in âlem-i cemâle göçdüğünden altı ay sonra Cenâb-ı Fatıma, âlem-i bâkîye göçdüler. Fakat bu altı ay arasında kendisine bir ev yapdırdı, ismini beytü'l-hazen koydu, mahzûniyyet evi, ağlama evi, yani üzüntü evi, oraya gider "vâ ebetâ, vâ ebetâ, vâh babam, vâh babam" diye ağlaya ağlaya ağlaya Cenâb-ı Fatıma hânesine bakmaz oldu. Hazret-i Haseneyn'e bakmaz, onlarla alâkadar olamaz oldu üzüntüsünden.  

Peygamberimizin bir devesi vardı. Devenin ismi de Kusvâ idi. Haccetü'l-vedâda hutbesini onun üzerinde okumuş idi. O, her gün gelir, Mescid-i Peygamberî'nin kapısından içeri bakar, mihrâbda Peygamber'i göremeyince böğürerek dağlara kaçardı. Her gün gelir, Mescid-i Peygamberî'ye bir defa kapıdan bakar, Kusvâ nâmındaki devesi, Resûlullah'ı mihrâbda göremeyince, ağlayarak dağlara kaçardı. Bir gün, Cenâb-ı Fâtımatü'z-Zehrâ'nın hânesine geldi, Fâtıma'ya seslendi. "Efendim, hiç böyle şey olur mu?" Bize göre oluyor, başkalarına göre olmaz belki. Dedi "Yâ Fatıma, ben gidiyorum ahirete, bir emrin var mı?" dedi. "Babama söyle, artık dayanamıyorum, beni alsın" dedi. "Allah'a söylesin beni oraya aldırsın". Ve deve kafasını taşa vurarak, taşa vura vura intihar etdi. O Kusvâ nâmındaki deve.

O gece Resûlullah'ı gördü Cenâb-ı Fatımatü'z-Zehrâ, "Kızım Fâtıma, yarın bana geleceksin" dedi. Her gün böyle hüzünlü olan Fâtıma o gün şevkli, kendisinde güzel bir şey var, tebdîl var hâlinde. Her gün ağlayan, ağlayarak evini süpüren Fâtımatü'z-Zehrâ, o gün bir beşâşet var yüzünde. İmâm-ı Ali geldi, dedi, "Yâ Fatıma, bugün sende bir hâl var, bir sevgi var, bir neşe var, bir müjde var, bu nedir bu hâlin?" diye sordu. Dedi ki "Yâ Ali, bugün sana ben misâfirim, ben babamın yanına gidiyorum, artık iş tamam oldu bugün bizim için. Sana vasiyet ediyorum, Hasanıma Hüseynime iyi bak". O gün onları taramış, saçlarını örmüş, sürmelemişdi, Hazret-i Haseneyn'i.

Ve söyledi, dedi ki, "Ben sana vardığım vakitde, senin bana verecek mihrin yokdu, ben Cenâb-ı Hakk'dan diledim ki, Ümmet-i Muhammed'den evladlarımın musîbetlerine ağlayanlara ben şefî olayım diye. Bana bir berat getirdiler cennetden. O şu kutunun içerisindedir, benim kefenim arasına onu koy yâ Ali". Ve Cenâb-ı Fâtımatü'z-Zehrâ "Allah" dedi ve âlem-i bâkîye göçdü. Dünyâdan ayrıldı, dârü'l-bekâda karâr etdi.

İmâm-ı Ali yıkadı Fâtımatü'z-Zehrâ'yı. Ben bunu söylemişdim de senelerce evvel, birisi hazmedememiş gitmiş Şemseddin Yeşil Efendi'ye söylemişdi filan. Sonra isbât etdim, getirdim gösterdim Buhârî'de yerini. Bunun sebebi de şu. Herkes öldüğü vakitde, İslâm ahkâmına göre, karısı boş düşer, bitmişdir nikâhı. Dünyâda nasıl ki Cenâb-ı Hayder-i Kerrâr'ın âilesidir Fâtıma, âhiretde de Hazret-i Ali'nin nikâhındadır. Ona işâret vardır bunda.

Hazret-i Ali yıkadı, o beratı koydu. Gene vasiyeti Fâtımatü'z-Zehrâ'nın, "Beni götürürsün babama, dersin ki 'Yâ Resûlallah Fâtıma'yı sana getirdim' dersin. Bir işâret olursa beni oraya defn eyle. İşâret olmazsa götür Cennetü'l-Baki'ye koy". İmâm-ı Ali Hazret-i Fatıma'yı yıkadı, tekfin etdiler, götürdüler Hücre-i Saâdet'in önüne, Resûlullah'ın Türbe-i Saâdet'inin önüne ve kabrini oraya kazdılar ve dediler ki, "Yâ Resûlallah, sana kızın Fâtıma'yı getirdim". Yemîn ediyor İmâm-ı Ali, "Resûlullah 'Getirin bana Fâtıma'yı' dedi ve kabre koyduğum vakitde Resûlullah'ın kucağına verdim" diyor. İmâm-ı Ali söylüyor bunu.

Şimdi orası Hücre-i Fâtımatü'z-Zehrâ'dır, orada duâ edilir. Kabrini Cennetü'l-Baki'de gösterirler fakat Resûlullah Efendimizin gece teheccüd namazı kıldığı yerin arkasındaki odadır. Hem İmâm-ı Ali ile gerdek girdiği yer, hem çocuklarını dünyaya getirdiği yer orasıdır. Ve yatdığı yer de orasıdır, Hazret-i Fâtımatü'z-Zehrâ, Resûlullah'ın koynundadır.

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.

www.muzafferozak.com

Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 2 Ekim 1981 (4 Zilhicce 1401) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön