22 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
Sohbette daha lâyıkını, tarikatta daha hassasını, şeyhlerden daha âlim ve
faziletlisini, ihvandan daha çok samimi ve kemal ehli olanını seç. Zira
1 Burada Âl-i İmrân sûresi, 46. âyet ile el-Mâide sûresi 110. âyetlere telmih yapılmaktadır. (çev.)
2 el-En‘âm, 6/68 .
3 el-Ankebût, 29/52 .
94 MEŞÂYİH İLE SOHBET - Atpazarî Kutup Osman Efendi Menâkıbı
5
10
15
20
25
30
“Kim Allah ile beraber oturmak isterse tasavvuf ehli ile otursun.” sözü vârid
olmuştur. Tasavvuf ehli, kalpleri bulanıklıktan kurtulup saflaşmış kimselerdir.
Onların nezdinde altın, taş ve çamur eşittir. Aksi takdirde Kûfeli
bir köpek bin sûfîden daha hayırlıdır. Allah ile beraber oturmanın mânası,
Allah’ın korunmuş sırrına sahip olanlarla beraber oturmak demektir. O,
Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâkıyla ahlâklanmış bir kimsedir. Îsâ’ya (as), “Ey Rûhullah,
kiminle arkadaşlık edilir?” diye soruldu. “Konuşması ilminizi arttıran,
gördüğünüzde size Allah’ı hatırlatan ve ilmi size âhireti teşvik eden
kimse ile.” dedi.
Birincisi, yani konuşmasının ilmi arttırıcı olması şeyhin âlim, nutuk ve
beyâna kâdir olmasıyla olur; zira lehçesi fasih olmayanın kalbindeki pınarlar
akmaz. Su, aşağıya çekilip yerin üstünden gitmişse veya sağa sola bir o
yana bir bu yana gitmekten bulanık hâle gelmişse ne içmek için ne de abdest
almak için elverişli olur. Güzel ve beliğ konuşan bir kimse, Hakk’ı anlattığında
durum farklı olur. O, konuşmasıyla dinleyenlerin ilmini arttırır,
anlattıklarıyla da muhataplarının kabını doldurur. Burada ilimden murad,
âhiret ilmidir; “ilm-i ilâhî” olarak isimlendirilen ilimdir. Nitekim Allah
Teâlâ bir âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur: ن ُ َ ْ َ َ ۪ ي ا َّ ِ َ ْ َ ْ ﴿ َ
نَۜ﴾ ُ َ ْ َ َ َ ۪ وَا َّ “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”1 Diğer
bir âyet-i kerimede ise şöyle buyurmuştur: ﴾ אًْ א ِ َّ ُ َ ْ אهُ ِ َ ْ َّ وَ َ ﴿ “Ve ona
nezdimizden bir ilim öğretmiştik.”2 Şayet, “Bir insanın ilmî ihatası darsa,
ilm-i ilâhî hakkında daha fazla bilgi sahibi olması mümkün müdür?” dersen,
şöyle derim: Evet, ilâhî bilginin iki mertebesi vardır: Birincisi [41b]
irşad ve beyân yoluyla öğrenmenin mümkün olduğu3 bilgi iken, ikincisi
vicdan ile öğrenmenin mümkün olduğu bilgidir. Bu anlamda söylenen
sözler, ifade edilmesi mümkün olmayan [ilâhî bilgi olduğu için] birtakım
işaretlerden ibarettir. Bu ilim de ancak dedikoduyu (kıylükâl) terk etmekle
hâsıl olur.
İkincisi yani görüldüğünde Allah’ı hatırlatması vasfı ise kişinin farz ve
nâfile ibadet leri yerine getirerek kurbiyet makamını gerçekleştirmesiyle
1 ez-Zümer, 39/9 .
2 el-Kehf ,18/65 .
אرة] 3 ا أن כ א א إ] ifadesi, Hâlet Efendi, 244 numaralı nüshada כ א א [إ
אرة] ا şeklinde kaydedilmiştir.
Tamâmü’l-Feyz fî Bâbi’r-Ricâl 95
5
10
15
20
25
olur. Yüzü, yalancının değil doğrunun yüzüne benzer. Kim nazarında sadık
olup şeyhine baktığı anda “el-Vehhâb” olan Allah’ı hatırlarsa, aralarında
herhangi bir konuşma ve hitap olmasa dahi şeyhin nazarı ona ulaşır. Şeyh,
başkalarının tanıyamayacağı eski bir giysiye bürünmüş sultan gibidir.
Üçüncüsü yani ilmiyle âhireti teşvik edici olması, amelinin uhrevî olmasıyla
mümkün olur. Şöyle demişlerdir: “Tâbi durumunda olan kişi için
fiil [ve hâl], sözden daha çok tercihe şayandır.” Nitekim şöyle denilmiştir:
אل כ ّ ّ و ا ر ّ אل وز ا אل وإذا 1 ا
Sözü, işle karşılaştırdığında sen işi tercih et
Her sözü söylemekten de sakın
Mesnevî ’de şöyle der:
ش و כ א אن در ر כ اب را
İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker
Çünkü bu öğüdü, sağırların bile can kulakları duyar2
Hz. Peygamber’ in (sa) şu sözü de bu kabildendir: “ ِ ُ ُ א رَأَ ْ ا כَ َ ُّ َ
ِّ أُ َ / Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de o şekilde kılınız.”3 O (sa), “Benim
size söylediğim gibi namaz kılınız.” dememiştir. Sen bu açıklamadan hangi
insanın sohbet etmeye lâyık olduğunu anlamış oldun. Helâke uğrayanlarla
birlikte helâk olmamak için salt iddia sahiplerinin sohbetinde bulunmaktan
sakın. Zira kötü ile beraber olan onun yanında olmasından dolayı aynı hükmü
alır. Cüzzam hastalığı, bir kimseye sirayet ettiği zaman tedavisi mümkün
değildir. Melik ve Allâm olan Allah’a sığınırım. Şayet, “Bazı şahıslar söylediğin
vasıflara sahip şeyhlere gidip gelmesine rağmen sohbetten istifade etmiyor,
içerisinde bulundukları hâlleri terk etmeyip yaptıkları işlerden vazgeçmiyorlar.”
dersen, şöyle derim: Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: [42a]
﴾ٌ ۪ َ َ وَ ُ َ ْ َّ ا َ اَوْ اَ ْ ٌ ْ َ ُ כَאنَ َ ْ َ ى ِ כْ ٰ ِ כَ َ ذٰ ِ اِنَّ ۪ ﴿ “Aklı olan
veya şuurlu olarak söze kulak veren kimse için bunda büyük ibret vardır.”4
İnançlı olsalar da zamanımızdaki insanların sohbetten istifade etmelerine
إذا] 1 ] kelimesi, Hâlet Efendi, 244 numaralı nüshada [ إذ ] şeklinde kaydedilmiştir.
2 Mesnevî, IV, beyit nr. 485.
3 Buhârî, “Edeb”, 27; “Ezân”, 18.
4 Kâf, 50/37 .
96 MEŞÂYİH İLE SOHBET - Atpazarî Kutup Osman Efendi Menâkıbı
5
10
15
20
25
30
engel olan dünyevî, boş amaçları vardır. En azından onlar, keramete ve
hârikulâde hâllere tâliptirler. Bu ancak onların cisimler âlemi olan dünyaya
ait kuvvetli bağlarından dolayıdır, çünkü hârikulâde hâller ancak kevnî
olaylardandır. Halbuki cisimler âlemi üzerinde ulûhiyyet âlemi vardır.
Kevn âleminin, ulûhiyyet âlemine nisbeti, dünyevî makam ve mansıpların
uhrevî mertebelere nisbetleri gibidir. Âbidler ve zâhidler makam ve mevkiye
iltifat etmedikleri gibi, ârifler ve Allah’ı bilen âlimler de âlem-i kevne ait
olan hârikulâde hâllerin izhârı menzilesindeki şeylere iltifat etmezler. Zira
derecelerinin farklılığı ancak ilm-i ilâhîde ortaya çıkar. Bazılarının tasarruf
yetkisinin bulunmaması onların değerini eksiltmez. Bilakis bu, onların her
türlü kayıttan âzâde olduklarına işarettir. Bunun bir misali de şudur: Vezîriâzam
olmadığı hâlde bazıları vezirden daha bilgili, daha akıllı ve daha faziletli
olabilirler. Âşikârdır ki bu kimse ister tâcir, sığır çobanı veya boyacı olsun
isterse önemli, nüfuzlu bir kişi olsun fark etmez. Keramet tâlibi olan, şeyhten
ve onun sohbetinden nasıl istifade eder? Bunu istemek de bir çeşit şehvettir.
Keşif ehli ve hâl sahibi kimselerden biri şöyle demiştir: “Ey çocuğum,
kapıyı kapat ve sebepleri kes. el-Vehhâb ile dost ol ki sana perde arkasından
konuşsun.” O nedenle zamanımızdaki sûfiyyenin çoğu, şart ve sebepler
oluşmadığı için1 şeyhin sohbetinden [42b] istifade etmekten mahrum kalmıştır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ﴾ א َ ا ِ َ اَ ْ ْ تَ ِ ُ ُ ا ا ْ ُ وَأْ ﴿ “Evlere
kapılarından gelin…”2 Yani “Şeyhin hankâhına ve sohbet dairesine kapılarından
gelin.” demektir. Nasıl ki Kâbe’yi tavaf ve ziyaret etmenin bazı
âdâb ve şartları varsa, aynı şekilde kalp evini tavaf etmenin, sohbet ehli ve
ashabının sohbetine gidip gelmenin de bazı âdâb ve sebepleri vardır ki Hak
tâliplerinin bunlara riayet etmesi ve bunlarla amel etmesi gerekir.
Bil ki ârif, mürşid ve kâmil bir şeyh, zâtî hüviyyet sırrının taayyün sûreti
olan Kâbe ’nin taayyünü menzilesindedir. Bu nedenle Allah Teâlâ, ona teveccüh
etmeyi emretti. Böyle bir şeyhin eli, “Hacerülesved ” menzilesindedir.
Sahih bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “ ِ أَرْ ِ ِ ا َِّ ُ ِ دِ َ َ ْ ا َْ ُ َ َ
ُ َ وَرَ ُ א َ َ َ ا ََّ َ א َ َ ْ َ َ َ َ َ ا ْ َ َ َ َ لِ ا َِّ رَ ُ َ َ ْ رِكْ َ ُ ْ ْ َ ْ َ َ / Hacerülesved,
Allah’ın yeryüzündeki elidir. Kim Rasûlullah’a biate yetişememiş ama
אب] 1 وا ائ ان ا אء ] ifadesi, Hâlet Efendi, 244 numaralı nüshada [ ائ ان ا ا אء
אب وا ] şeklinde kaydedilmiştir.
2 el-Bakara, 2/189 .
Tamâmü’l-Feyz fî Bâbi’r-Ricâl 97
5
10
15
20
25
30
Hacerülesved’e mesh etmişse, Allah’a ve Resûlü’ne biat etmiş olur.”1 Bu hadisi,
İmam Sehâvî el-Makâsıdü’l-Hasene ’de zikretmiştir.
Hacı için Hacerülesved’i öpme işi taayyün edince, o kişi Melîk-i
Azam’ın yemini (sağ eli) menzilesine indirilir çünkü o, musâfaha ile ahit
veriyor. Hacerülesved’i selâmlayan için de Allah katında bir ahit vardır. O
hâlde nasıl zâhirî ahit için kral ve sultanların sûrî saltanat tahtına otururken
yaptıkları gibi musâfahaya ihtiyaç varsa, aynı şekilde bâtınî ahitte de
emin ve edip halifelerin mânevî saltanat tahtına oturduklarında yaptıkları
gibi musâfahaya ihtiyaç vardır. Ne var ki sûfî, ahit almaz veya vermezse
zamanın imamını tanımadığı için cahiliye ölümü üzere ölmüş olur çünkü
sûfînin kâbesi, [43a] şeyh -i kâmildir. Cennet yakutlarından bir yakut olan
Hacerülesved ise onun sağ elidir. Bu, cemâl eli olup makamın sırlarından
büyük bir sırdır. Nitekim sol eli de celâl elidir. Allah Teâlâ’nın iki eli
mübârek sağ el olmakla birlikte her iki eli ile Âdem’in tıynet hamurunu
yoğurmuş ve mâlûma ki o “ayn-ı sâbitedir”, tâbi ilminin hikmeti gereği
farklı eserler zuhûr etmiştir. Bu nedenle şeyhin cemâl ve celâl eliyle terbiye
etmesi gerekir. Şu kadarı var ki celâlin son noktası cemâl olup rahmet de
gazabı geçince, şeyhin sağ elini öpmek gerekli olmuştur. Burada büyük bir
sır vardır. Bu icmâlî söz, o sırrı hâvîdir. Çalışırsan tafsiline de vâkıf olabilirsin.
Verilmiş olan ahit, bu konuda daha fazla söz söylemeye izin vermiyor.
Bir de kuşkusuz zemzem, şeyhin kalp pınarından çıkıp diline akan hayat
suyudur. Sonra ihlâs sahiplerinin kalpleri onu içer. Bununla bâtının
sıhhati, hakkânî ve ebedî hayat için tevessül ederler. Bu sırlara vâkıf olan
tasavvuf ehlinin şeyhine ve varsa hankâhına gidip gelmesi gerekir. Ayrıca
zemmedilmiş tamahlardan ve reddedilmiş fâni maksatlardan tasfiye olmuş
bir kalp ile şeyhe yönelmesi gerekir zira o, mânevî ihtiyaçların kıblesi olup
hakkânî münâcâtın Tûr dağıdır. Onlar mâna hacılarıdır. Şeyh de onların
kıblesi ve kâbesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak ﴾ ا ِّٰ ُ وَ ْ َّ َ ا َ ُّ ُ َ א َ َ אَ ْ َ ﴿ “Nereye
dönerseniz Allah’ın zâtı oradadır...”2 buyursa da namaz Kâbe’ye yönelmeden
sahih olmaz. [43b] Bâtınî teveccüh de böyledir. O da şeyhin
1 Bk. Deylemî, el-Firdevs, II, 159 [2807]. Bu rivayetin aslı itibariyle zayıf olduğu, şâhidleriyle beraber
hasen derecesine çıktığı söylenmekle beraber (bk. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 348-349 [1109]), mevzû
olabileceği de ifade edilmiştir (bk. Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’z-Za�îfe, VI, 205-206 [2685].
2 el-Bakara, 2/115 .
98 MEŞÂYİH İLE SOHBET - Atpazarî Kutup Osman Efendi Menâkıbı
5
10
15
20
25
30
cânibine olduğu zaman sahih olur. Öyle ki şeyhe teveccüh eden, Hz. Peygamber
’in (sa) sırrına teveccüh etmiş gibi olur. Ona (sa) teveccühten pay
alan bir kimse, gökleri ve yeri yoktan var eden küllî teveccühten de nasip
almış olur. Böylece işi tamam, mârifeti kâmil ve en değerli hilâfeti, en büyük
verâseti, en yüce rütbeyi de hak etmiş olur.
Şeyh ve sûfî söylediğimiz ve yazdığımız vasıflara sahip değilse, usûl ve
âdâb da bahsettiğimiz gibi değilse, hankâhın ve oraya gidip gelmenin ne
mânası vardır? Aynı şekilde şeyhin ve şeyhe itimat etmenin ne anlamı kalır?
Bu türden olan gidip gelmelerin, tâbi olup sohbette bulunmanın sonu
ise zincire vurulmak, pişman olmak ve yok olmaktır. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: ْ َ َّ َ ابَ وَ َ َ َ ا وَرَاَوُا ا ْ ُ َ ا َّ َ ۪ ا َّ َ ا ِ ُ ِ ا ُّ َ ۪ اَ ا َّ َّ َ ﴿اِذْ َ
כَِ אۜ כَ ٰ َّ ؤُ۫ا ِ َّ َ א َ כَ َ ْ ُ ْ اَ ِ َّ َ َ ةً َ א כَ َّ َ اَنَّ َ ْ ا َ ُ َ ا َّ َ ۪ אلَ ا َّ אبُ وَ َ َ َ ْ ا ْ ُ ِ ِ
אرِ﴾ َّ ا َ ِ َ אرِ ۪ َ ِ ْ א ُ ۜ وَ َ ْ ِ ْ َ اتٍ َ َ َ َ ْ ُ א َ َ ُ اَ ْ ا ّٰ ُ ِ ُ ۪ “İşte o zaman,
izlenenler, kendilerini izleyenlerden hızla uzaklaşmışlardır; artık azabı görmüşler,
aralarındaki bağlar kopmuştur. İzleyenler şöyle derler: ‘Ne olurdu,
bize ikinci bir fırsat verilseydi de şimdi onlar bizden uzaklaştıkları gibi
biz de onlardan uzaklaşsaydık!’ Böylece Allah, onlara yapıp ettiklerini
kendileri için pişmanlık sebepleri olarak gösterir. Onlar artık ateşten çıkacak
değillerdir.”1 Yani Allah onlara adâleti ve kahrı ile muamele ederse
cehennem ateşinin kendilerini sarmasının yanında (Allah’tan) kopma ve
ayrılık ateşinden de çıkacak değillerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
﴾ َ ۪ َّ ُ ا ْ وٌّ اِ َّ ُ َ ٍ ْ َ ِ ْ ُ ُ ْ َ ئِ ٍ َ ْ ءُ َ َّٓ َ ِ اَ ْ ﴿ “ Allah’a itaatsizlikten sakınanlar
(yani gerçek takvâya ulaşanların) dışında, dostlar bile o gün birbirinin
düşmanıdır.”2 Zira onların her biri, ferd-i kâmildir. O da ancak şeriat
ahkâmına ve tarikat âdâbına riayet etmek ve mârifet nûrları ile hakikat
sırlarına ulaşmakla olur. Allah Teâlâ hikâye yoluyla şöyle buyurmuştur:
﴾ ُ ۪ َ ا ْ ئْ َ ِ َ ِ ْ َ ِ ْ َ ا ْ َ ُ ْ כَ َ ْ وَ َ ْ۪ َ َ ْ א َ אلَ َ َ ﴿ “Keşke seninle aramız
[44a] doğu ile batı kadar uzak olsaydı!’ der. Ne kötü arkadaş!”3
Yani gayr-i sâlih amel ile fesat ehli sûfî ve yalancı şeyh, ne kötü arkadaştır!
Zira yalancı şeyhin sohbetinden pişmanlık ve hüsrandan başka
1 el-Bakara, 2/166-167 .
2 ez-Zuhruf, 43/67 .
3 ez-Zuhruf, 43/38 .
Tamâmü’l-Feyz fî Bâbi’r-Ricâl 99
5
10
15
20
25
30
bir şey elde edilmez. Yine Allah Teâlâ hikâye yoluyla [o gün, (dünyada
iken) haktan sapmış kişinin ellerini ısırarak şöyle diyeceğini] haber vermektedir:
ً ﴾۪ لِ َ ُ َّ ا َ تُ َ ْ َ ا َّ ِ َ ْ א َ َ ﴿ “Keşke peygamberle (ve peygamber
vârisiyle) birlikte aynı yolda olsaydım!”1 Zira Rasûle biat edenler, Allah’a
biat etmişlerdir. Rasûlün vârisine biat edenler de bunun gibidir, zira Peygamber
vârisinin daveti de basîret üzeredir. Peygamber’in yolu ile vârisinin
yolu aynı yoldur; hak yoludur. Ona ulaştırır,2 ona hidâyet eder. Bu yol
sırât-ı müstakîmdir. Kim bu yolda yürümez, zındık ve mülhid hevâ ehlinin
yoluna sapmak suretiyle Peygamber’in vârisini kendisine rehber edinmezse,
köprünün kapısını kilitlemiştir. Ve artık o, kahır ateşinin derinliklerindedir.
Bunlar âyetlerin icmâlî olarak işaret ettiği mânalardır. “Bunlar
Kur’an’ın re’y ile tefsiridir.” demekten de sakın! Çünkü Kur’an’ın yetmiş
kadar zâhir ve bâtını vardır. Her harfinin sayılamayacak kadar mânaya gelmesi,
ihtimal dâhilindedir. Eğer sen yukarıdaki gibi dersen, işârî mânayı
inkâr etmiş olursun. Bunu ancak teyzenin kız kardeşinin oğlu inkâr eder.
Sonra Yûsuf (as) şöyle dedi: ﴾ بَ ُ ْ وَ َ َ ٰ وَاِ ْ َ ۪ ٰ ٓאء۪ٓي اِ ْ اٰ َ َ َّ ِ ُ ْ َ ﴿وَا َّ
“Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub’un dinine uydum…”3 Kâfirler de şöyle
dedi: ﴾ א ٓאءَ َ اٰ َ ِ ْ َ א َ َ ْ َ א اَ ْ َٓ ُ ِ َّ َ ْ َ ﴿ “Hayır, atalarımızdan gördüğümüze
uyarız.”4 Bu iki söz arasında ne kadar çok fark vardır, çünkü Yûsuf ’un (as)
babalarının -ki onlar sûrette İbrâhim , İshak ve Yâkub ’dur; mânada ise sır,
hafî ve ruhtur- dini ancak tevhid ve mârifettir. Bu dine uymak gerekli bir
iştir, [44b] zira bu dinde şirk ve Hak Teâlâ’nın dışında bir şeye meyil yoktur.
Kâfirlerin babalarının dinine gelince, o küfür, cehâlet, âdet ve bidattır.
Bunlardan sakınmak ise vâciptir. Bunlar, doğru yoldan bâtıl bir sapmadır.
Bunları din olarak kabul etmek ise hevâ ehlinin ve dünyaya tapanların
işidir. Her şeyi terk edip Yüce Hazret’e yönelenin işi değil.
Buraya kadar anlatılanları anlamışsan şöyle deriz: Hak ehlinin mânevî
babaları vardır. Onlar geçmiş ve hâl-i hazırdaki meşâyihtir. Onların dini;
“tevhid”, “mârifet” ve “hidâyet”tir. Onlar, geçmiş ve mütekaddimînin gidi-
1 el-Furkân, 25/27 .
2 [] kelimesi Hâlet Efendi, 244 numaralı nüshada [] şeklinde kaydedilmiştir.
3 Yûsuf, 12/38 .
4 el-Bakara, 2/170 .
100 MEŞÂYİH İLE SOHBET - Atpazarî Kutup Osman Efendi Menâkıbı
5
10
15
şine aykırı bir işle karşılaştıklarında şöyle derler: “Biz bununla amel etmeyiz
çünkü bizden öncekiler bunu yapmamıştır. Onların [reddedip] yapmadıklarını
biz de reddederiz, zira onlar mertebelerinde hitâba ermeleri itibariyle
gerçek kural koyuculardır. Bize düşen ancak onlara tâbi olmaktır, onların
dininde olmayan yeni şeyler ihdas etmek değil.” Bunlar gerçek sünnet ehli
kimselerdir. Bâtıl ehline gelince, onların da mânevî babaları vardır. Onlar
aldanmış, kandırılmış ve hak yoldan sapmışlardır. Onların dini şirk,
cehâlet ve hevâdır. Kendilerine, geçmişlerinin yoluna ve şehvetlerine aykırı
bir iş yapmaları söylendiğinde şöyle derler: “Biz bununla amel etmeyiz.
Biz babalarımızın hevâlarına tâbi oluruz.” Bunlar da gerçek bidat ehlidir.
ً﴾ ۪ وهُ َ ُ ِ َّ َ ِّ َ ا ْ َ ۪ وْا َ َ ًۚ وَاِنْ َ ۪ وهُ َ ُ ِ َّ َ َ ِ ْ ُّ ا َ ۪ وْا َ َ ﴿وَاِنْ َ
“Onlar, doğruluk yolunu görseler onu izlemezler. Fakat eğrilik yolunu görürlerse
hemen ona saparlar.”1 Günümüz sûfîlerinin çoğu, putlara tapmakta
ve hevâya uymakta büyük pay sahibidirler. İstesem onların ayıplarını
sayıp dökebilirim ama az çoğa delâlet eder.2 Setretmek ise daha evlâdır.
Allah en iyi bilen ve en yüce olandır.