Bilmek başka, bildiğini dile getirebilmek daha başka, hele de bildiğini kağıda dökebilmek daha da başkadır. Nice bilgili insanlar, hocalar, âlimler vardır ki, bildiklerini doğru dürüst ifâde edemezler, anlaşılır bir şekilde yazamazlar. Rahmân Sûresinin baş tarafında, ilim ile beyânın peşpeşe zikredilmesi, insanoğluna bahşolunan bu iki büyük nimetin birarada bulunmasının ehemmiyetine işâretdir. Zîrâ bir kimsede bunlardan biri olup da diğeri olmasa, o kimse nâkıs kalır. İlmini öğretemeyen âlimin kendisinden başkasına ne faydası vardır? Ya da ilmi olmadığı halde hitâbeti kuvvetli olan bir kimsenin insanlara söyleyecek ne sözü olabilir?
Burada ikinci bir nükte daha var. Mektup Bağdad'a gönderileceği için Arapça yazılacakdır. Mektubu yazdırmak isteyen kişinin, Hoca'ya müracaat etmesinin sebebi, onun iyi derecede Arapça bildiğine inanmasıdır. Halbuki Hoca mektup yazacak kadar Arapça bilmiyor, bilmediğinin anlaşılmasını da istemiyor ve bir bahane ile adamı başından savuşturuyor. Dikkat ederseniz halk, hep zâhire bakar. Hoca kıyâfetinde birisini gördü mü onu âlim, şeyh kıyâfetinde birisini gördü mü, onu ârif zanneder. Ne var ki, bu iş kıyâfetle, unvanla filan değildir. Nice sarıklı, cübbeli adamlar vardır ki câhildir. Nice tâc-ı şerîfli, ferâceli adamlar vardır ki ilimden irfândan nasîbleri yokdur. Bu gibi kimselerin cehâleti, ortaya ciddî bir mesele atıldığında, mühim bir soru sorulduğunda meydana çıkar.
Kişi olmayıcak bir fennin ehli
Dem urmasun ki zâhir ola cehli