İnnellezîne âmenû ve 'amilu's-sâlihâti ve ekâmü's-salâte ve âtevü'z-zekâte lehüm ecrühüm 'inde rabbihim velâ havfün 'aleyhim velâhüm yahzenûn.
Ve kâle'n-nebiyyü aleyhissalâtü vesselâm.
Men lehû kînün leyse lehû dînün.
Sadaka Resûlullahi Rabbi'-âlemîn.
İnsanların kalbi Hakk'ın aynasıdır. Kalb, mir'ât-ı Hakk'dır. Allah en günahkâr kulunun dahi kalbine günde yetmiş bin defa nazar eder. Bu, kesretten kinâyedir. Fakat kalbin mir'ât olması için, kalbin şu yedi sıfattan soyunması lâzım gelir. Bir, kînden. Kîn olmayacak mü'minin kalbinde. Artık Yezîd böyle yaptı, Muaviye şöyle yaptı diye kîn olmayacak mü'minin kalbinde. Kîn oldu mu dîn olmaz. Bunu bize talîm eden İmâm-ı Ali'dir, kerremallahu vecheh. Bir adam bir adamı sever, sevmez, o ayrı.
İmâm-ı Ali'yi, kerremallahu vecheh, Peygamber'e sormuşlar, demişler ki Fahr-i Risâlet'e, iyi dinleyin, "Yâ Resûlallah, Ali'yi niçin çok seviyorsun?" demişler. Resûlullah İmâm-ı Ali'yi çok severdi. Çünkü Esedullah, Allah'ın arslanı. O mecliste İmâm-ı Ali yokmuş. "Git" der Bilâl-i Habeşî'ye, "İmâm-ı Ali'yi çağır gel". Hazret-i Bilâl-i Habeşî gider İmâm-ı Ali'yi çağırmaya, o aralık, Resûlullah ashâbına sorar, "Size bir kimse bir fenâlık yapsa ne yaparsınız?". Hepsi birden "İyilik ederiz yâ Resulallah" demişler. Sonra tekrar sorar. "Gene aynı adam size tekrar kötülük yapsa, ne yaparsınız?". "İyilik yaparız yâ Resûlallah". "Sonra gene aynı adam size kötülük yapsa, ne yaparsınız?". "İyilik yaparız yâ Resûlallah". "Sonra aynı adam gene size kötülük yaparsa, ne yaparsınız?" deyince, hepsi başlarını aşağı eğdiler, yani mukâbele ederiz diyorlar. O ara İmâm-ı Ali içeri girdi. Efendimiz, "Yâ Ali, sana bir kimse kötülük yaparsa sen ne yaparsın?" diye sordu. İmâm-ı Ali, "İyilik yaparım yâ Resûlallah" dedi. "Sonra aynı adam gene kötülük yaparsa?", "Gene iyilik yaparım yâ Resûlallah". "Sonra aynı adam gene kötülük yaparsa?", "Gene iyilik yaparım" dedi ve ilâve etti, "Kıyâmet gününe kadar bana fenâlık yapana ben iyilik yaparım" dedi. Fahr-i Risâlet, sallallahu aleyhi vesellem, ashâbına döndü, "İşte Ali'yi bunun için seviyorum" dedi.
Hazret-i Ali'nin kalbinde zerre kadar kîn, adâvet yokdu. Nûr gibi parlak bir kalb. Allah Resûlu Muhammed'in nûruyla bir nûr idi. Resûl-i Ekrem, "Ene ve Aliyyün min nûrin vâhid", "Ene seyyidü'l-âlem ente seyyidü'l-Arab" buyurmuşdu.
Biz İmâm-ı Ali'yi sevenleri severiz, sevmeyenleri sevmeyiz. Ama dilimizi kirletmeyiz onlarla. Lüzum yok böyle şeylere. Gelmiş geçmiş, târih olmuş. Bugün sen kendi Yezîd'ine bak. Sen bir Hüseyin'sin senin Yezîd'in var karşında. Sen onunla uğraş. Hüseyin Yezîd'iyle uğraşmış gitmiş. Yezîd'in de Allah cezâsını vermiş, Hüseyin de makâm-ı âlîsini bulmuşdur. Bugün sen Hüseyin'sin, sen sahrâ-yı Kerbelâ'da bulunuyorsun, sana Yezîd'in su vermiyor. Suyu senden men ediyor. Sen Yezîd'ini görsene! Sonra senin en büyük Yezîd'in nefsindir, ondan büyük Yezîd olmaz! Nefsini ıslâh edeceksin evvelâ! Şu şöyle yapmış, bu böyle gitmiş, filan, bunların hiç lüzûmu yok, islâm arasında nifâka. Seven sever sevmeyen sevmez. Sevmek, sevmemek, vâcibât-ı dîniyyeden değildir. Âmentü'de rüknü yok bunun. Bir adam Hazret-i Ali'yi çok sever, Ebâbekir'i az sever, Ebâbekir'i çok sever, Ali'yi ondan az sever. Bunların Âmentü'de hiç yeri yokdur.
Evvelâ Allah'ı tevhîd, lâilâheillallah, sonra vahdet. Muhammed hürmetine Muhammed'i seveni seveceksin. Bitti o kadar. Kim olursa olsun. Kim Muhammed'i seviyorsa, sana fenâlık da yapsa, Muhammed'e muhabbetin varsa, Muhammed'den ötürü onu seveceksin. Öyle söylüyor pîrân, Hazret-i Abdülkâdir. Öyle söylüyor Ahmed er-Rufâî. Bunlar, ilm-i ledünnün sultânı olan Resûlullah'ın vârisleri.
Yezîd'ini bileceksin evvelâ, kendi Yezîd'ini. Nefsin Yezîd evvelâ. Yedi sıfat var, bu sıfatlar tathîr olmayınca bir adam, adam olmaz. Bir, kîn. Kînci adamda dîn yokdur. Al, sana bir daha. Önderimiz O'dur, Ali'den haber vereyim, kerremallahu vecheh.
O sabah kalktı İmâm-ı Ali, o gün abdest alıyordu, câriye su döküyordu, mübârek boynuna elini vurduğu vakit, güldü. Câriye sordu, "Yâ İmâm, niçin gülüyorsunuz?". Dedi ki, "Yakın zamanda benim sakalım kana boyanacak. Çok yakın zamanda". O gün, çıktı mescide gidiyordu. Kazlar İmâm-ı Ali'nin önünü kestiler. Gene tebessüm buyurdu. Hayvanlar bile, "Gitme" diyorlardı. Ama burada bir incelik var. Acabâ şehâdetten mi berî kılıyorlardı İmâm-ı Ali'yi? Hayır. Kazların bile İmâm-ı Ali'nin şehâdetinden haberi vardı. Allah onlara ilhâm etmişdi. O ma'nâya. Yoksa onu şehâdetden men etmek için değil. İmâm-ı Ali'nin fazîletini beyân zımnındaydı bu. Geldi mescide, bir zâlim el, O'na beklediği makâmı tevdi etti.
Nedir o makâm? İslâm'da en yüce makâm, şehâdet makâmı. Herkes kaldıramaz. Hâlid ibn Velid öyle söylüyor. "Bunca harbe girdim, vücûdumun bir yerinde, zerre kadar sağlam yer kalmadı, maalesef Allah bana şehâdeti nasîb etmedi. Kadınlar gibi yatağımda ölüyorum" diyor.
İmâm-ı Ali, onu bekliyordu zâten. Ebedî saâdeti bekliyor, ebedî şehâdeti bekliyordu. Çünkü O'nun üstâdı da şehîd olmuşdu. Kim O? Hazret-i Muhammed Mustafâ. Ondan yüksek makâm olamazdı. Elbet ki üstâdının makâmına özenmişdi. O libâsı O da giyecek, o mevkiyi O da ihrâz edecekdi. Ebâbekir-i Sıddîk da şehîd olmuşdu, radıyallahu anh. Zehirlemişlerdi, mesmûmen. Ömer de şehîd olmuşdu, radıyallahu anh. Osman da şehîd olmuş, kanı "feseyekfîkehümullah" âyetinin üzerine düşmüşdü. Kur`ân okuyordu kendisi. Öyle olmuşdu.
Târihler, kul görüşüdür, müslümanlar! Bu sözüme dikkat edin şimdi, gene yeniden mühim şey! Târihler kul görüşüdür, Kur`ân Allah görüşüdür. Zamânımızda olanların târihleri bile tahrîf oluyor. Gören için, görmeyen için bir şey yok. Târih, hicretin yüz kırk ikinci senesinde yazılmışdır, İslâm târihi.
Osman da şehîd olmuşdu. Gelelim Esedullah'a. O da şehîd oldu. Gelelim Hüseyin'e. Bu âsî ümmet tarafından, sahrâ-yı Kerbelâ'da koyun boğazlanır gibi boğazlandı. Ve boğazlayan zâlime demişti ki İmâm-ı Hüseyin, "Bu kadar ehl-i beytime zulmettiniz, biz maden-i mürüvvetiz, biz Muhammed beytiyiz, bunca yaptığınız ezâ ve cefâyı size helâl edeceğim, evladlarıma, çocuklarıma bir yudum su ver" demişti de onu bile vermemişlerdi. Ve o hâin demişti ki, "Yâ Hüseyin, yer ve semâvât su ile dolsa sana bir katre vermeyeceğim". Hüseyin ne cevap verdi biliyor musun? "Sen beni burada sulamadın, yarın yevm-i kıyâmette, Kevser'den ben sana su vereceğim" dedi.
Fenâlığa karşı fenâlık yapanın, ondan ne farkı kalır acabâ. Eşek seni tepmiş, sen de eşeği tepmişsin, ne farkın var? Köpek seni ısırmış, sen köpeği ısırmışsın, ne farkın var? Soruyorum sana! İnsanlık, kötülüğe iyilik etmektir, taş atana ekmek atmaktır, kötü söyleyene tatlı söylemektir.
Sövene dilsiz gerek
Vurana elsiz gerek
Dervîş gönülsüz gerek
Sen dervîş olamazsın
Eline geleni yersin
Diline geleni dersin
Böyle dervîşlik geri dursun
Sen dervîş olamazsın
Ben söylemiyorum, Yûnus söylüyor.
Taş atana ekmek. Bak, böyle olur işte. Ahmed ibn Hanbel'i dövdürüyorlardı. Kur`ân mahlûk mu gayr-ı mahlûk mu diye. Ahmed ibn Hanbel, imâm, mahalle imâmı değil, mezhep imâmı. Her kamçıyı yiyişte, "Hakkım helâl olsun" diyordu. Halîfe emretmişti, "ölesiye kadar döveceksiniz" demişti. İmâm-ı A'zam da sopa altında can vermişti. Her vurdukça "Hakkım helâl olsun" dediği için dediler ki, "Yâ imâm, bu zâlim senin hayâtına kasd etti, sen buna hak helâl ediyorsun". "Ne yapabilirim, Peygamber'in amcasının oğlu" dedi. "Öldürebilir de, dövebilir de, mahvedebilir de. Onlara karşı bizim boynumuz bükük" dedi. "Hakkım helâl olsun". Böyle olacak Muhammed'i sevenler, sallallahu aleyhi vesellem.
Evet, gelelim. Bak, dinle İmâm-ı Ali'yi. Namazda O'nu vurdular. İmâm-ı Hasan'ı da zehirlediler. İmam-ı A'zam sopa altında can verdi. İmâm-ı Mâlik öyle. İmâm-ı Ahmed ibn Hanbel öyle. Birinin kafasına demir kazık çaktılar. On iki imâm da öyle. On dört masûm da öyle. Kolay iş değil Hakk yolunda yürümek. Her kişinin işi değil, er kişinin işi o. Biz yapamayız. Bizde iş yok. Ayağına diken batsa doksan dokuz doktora müracaat ediyorsun, "Ayağıma diken battı" diye, "Ağrıdı" diye. Dikenin Hakk'dan olduğunu bilmiyor musun? Niye sabretmiyorsun? Onlar biliyorlar nerden geldiğini.
Namazda vurdu, huzûr-i Rabbü'l-âlemîn'de. Zâten İmâm-ı Ali huzûrdaydı ya. Getirdiler, döndü çocuklarına karşı, yani, İmâm-ı Hasan'a ve İmâm-ı Hüseyin'e ve Muhammed Hanefî ordaydı. Dedi ki, "Evladlarım, bana kılıç vuran adamı, getirin benim huzûruma". Getirdiler. Dedi ki Cenâb-ı İmâm-ı Ali, "Ben senin canına mı, malına mı, iffetine mi iliştim? Niye bana bu kılıcı vurdun?" dedi. Bunu söylemekten gâye, Ümmet-i Muhammed indinde Hazret-i Ali'nin, böyle bir şey yapmadığını beyân içindir. Belki düşmanlarının kafasına bir şey gelebilirdi, ona ilişti, canına, malına diye. "Hâşâ Yâ İmâm, ne malıma, ne canıma, ne nâmûsuma iliştin benim. Ben senden kerem gördüm" dedi. "Peki niye bunu bana revâ gördün?" diye sordu. "El-hükmü lillah, hüküm Allah'ındır" dedi. İmâm-ı Ali, "Sözün hak niyetin bâtıl" dedi. "Götürün bunu hapishâneye" dedi. Götürdüler hapishâneye. Döndü çocuklarına karşı, dedi ki, "Evladlarım, bu zâtın vurduğu kılıçla Allah bana şehâdeti müyesser kılarsa, siz ahkâm-ı ilâhînin yerine gelmesi için, o bana bir kılıç vurdu, siz de ona bir kılıç vurun, iki kılıç vurmayın" dedi. İki kılıç vurduğun vakit zâlim olursun çünkü. Sana fiske vurana sen tokat vurursan zâlimsin. Sana yumruğu arkana vurana sen yüzüne vurursan zâlimsin. İslâm'da böyle. Binâenalâzâlik, "O bana bir kılıç vurdu, ben bunun kılıcıyla şehîd olursam, ahkâm-ı ilâhî yerine gelsin, Allah'ın emri, buna bir kılıç vurun, bir kılıçtan fazla vurmayınız. Ama ben iyi olursam, onun hakkındaki muamele benim şahsıma aittir" dedi. Öteki umûma. Hukûk-i âmme o. Hakk yerini bulacak. "Ama iyi olursam, onun hakkındaki muamele benimdir. Sakın ha! Ben ceddiniz Muhammed aleyhi's-salâtü vesselâmdan işittim, 'Bir köpek dahi kudursa, onu ezâ ve cefâ ile öldürmeyiniz' buyurdu. Öldürün, çünkü muzır katlolunur ama ezâ cefâ edilmez".
İmâm-ı Ali'ye süt getirdiler. Zehirli kılıçtı çünkü. Süt getirildi. Hazret-i İmâm sütü içmedi. İyi dinle İmâm-ı Ali'yi! "Zindanda bir garip var" dedi. Zindanda bir garip var, zindan garîbi var, kimsesiz". "Kim o yâ imâm?" diye sordular. "Benim kâtilim, beni katletmek isteyen zât. Şimdi ona herkes düşman, emîrü'lmü'minîni vurdu diye. Var mı dostu? Hiç kimse kalmadı. Ama onun dostu benim, götürün bu sütü ona verin, o karnını doyursun" dedi. İmâm-ı Ali bu! Bekçi Ali Ağa değil, tokata karşı yumruk vursun, küfretsin, sebbe karşı sebbetsin. Kömürcü Ali Ağa değil, Esedullah bu! Binâenalâzâlik, götürdüler sütü, o zâlim içmedi. "Bunun içine siz zehir koymuşsunuz, beni zehirlemek istiyorsunuz" dedi. İçmeyince getirdiler İmâm-ı Ali'ye dediler ki, iyi dinle!, "Yâ İmâm, o zâlim sütü içmiyor", "Neden?", "İçine zehir koymuşunuz" diyor. "Yaa! Vah vah vah!" dedi. Benim gibi "vah vah" değil, yüreğinden söyledi ve mübârek gözlerinden yaş döktü. "Vah vah vah! Bana niye sû-i zan etti? Biz Ehl-i Beyt-i Muhammed değil miyiz? Bize sû-i zan olur mu hiç? O âdîliği, o denâati biz hiç icrâ eder miyiz, yapar mıyız? Eğer hüsn-i niyet edip de, gönderdiğim o sütü içseydi, yarın yevm-i kıyâmette, ayağımı cennetin kapısına koyar, evvelâ kâtilim İbn Mülcem'i cennete sokar, sonra kendim girerdim" dedi.
Ali bu! Ali bu! Esedullah bu! İlim şehrinin kapısı bu! Senin tahayyülünde değil. Aklının mâverâsında İmâm-ı Ali'nin büyüklüğü, aklın mâverâsında. Fatîn akıl sâhipleri bir araya toplansalar, akıllarını bir araya cem etseler, İmâm-ı Ali'nin fazîletini ölçemezler. Kıymetini bilmeyenler helâk oldular, kıymetini bilenler de âlî ve sultân oldular.
Gene Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemden haber vereyim mi? "Buyurdular ki, "Bizim âdetimiz budur. Allah bana bu sıfatı giydirmiştir". Resûlullah'ın sözü, "Beni terk edeni ben terk etmem. Beni mahrûm edeni ben mahrûm etmem. Bana zulm edeni ben affederim" buyurdu Fahr-ı Risâlet sallallahu aleyhi vesellem. Mü'min bu sıfatta olacak. Sıfat-ı Muhammediyye ile muttasıf olmadıkça insan, insan olmaz. İnsan gelir, âhirete hayvan gider. İlle sıfat-ı Muhammediyye ile muttasıf olacak. Ahlâk-ı Resûlullah ile mütehallik bulunmazsa, sûretâ insan gelir, hakîkatte hayvan gider.
Yâ Rabbi bizi buradan boş çevirme. Bizi, Resûl-i Hâşimî hürmetine, Habîbine ve Ehl-i Beyt-i Mustafâ'na bağışla. Lisânımızdan, düşünmeyerek söylediğimiz sözlerden dolayı bizi yevm-i kıyâmette muâheze etme. Hüsn-i niyetimize bağışla yâ Rabbi.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde bir Muharrem ayında îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.