29 Ekim 2018 tarihinde yayınlanmıştır.
Var, âlim olmaz olur mu? Dünyâ boş değil ki neler var. Eğr bu dîn yürüyecekse Allah bu dîni tutan âlim göndermesi lâzımdır. Onun için var.
Benim dükkânıma küçük bir çocuk geldi, benden bir kitap istedi. Medresenin âlî kısmını bitiren hocaefendilerden bir çoğu o kitabı okuyamaz. "Oğlum, sen bu kitabı okuyabilecek misin?" dedim. "Okurum amca" dedi. "Peki oku bakayım, eğer okuyabilirsen senden para almayacağım" dedim. Çocuk kitabı aldı, tıkır tıkır okudu. Hayret ettim. Sözümde durdum, kitabı para almadan verdim. Harekesiz marekesiz bir kitap. O kitabı senin tanıdığın âlimlerden ancak Sadreddîn Efendi okuyabilirdi, Naim Bey okuyabilirdi, Zihni Efendi okuyabilirdi. Allah gönderiyor işte. Buyrun bakalım.Efendi Hazretleri bu hususda bir hâtırasını da şöyle lutfetmişlerdi :
Fâtih Câmisinin taşları üzerinde kitap satıyorlar, ben de kitapları karıştırıyorum. O vakit daha bıyıklarım filan çıkmamış, yani bizim Cüneyd kadar bir çocuğum. Beyaz sakallı, kocaman sarıklı bir hocaefendi geldi, kimse o, Allah rahmet eylesin, bana, "Evlâdım sen bu kitapları karıştırıyorsun ama okumasını biliyor musun?" diye sordu. "Biraz bilirim hocaefendi" dedim. "Oku bakayım" dedi. Halbuki kitap benim ezberimde idi. Vahiy bahsinden okumaya başladım. "Câenî cibrîl, fe kâle, ikra' yâ Muhammed, mâ ene bi kâriin..." diye okuyorum. Hocaefendi şaşırdı, kaldı, "Fesübhânallah! Ananın karnında mı okudun sen bu kitabı evlâdım" dedi. Okuduğum da Sahîh-i Buhârî idi. Hocam, Allah rahmet eylesin, Allah makâmını cennet eylesin, bize o yaşda ibâreleri böyle ezberletirdi. Şimdi hep onun ezberlettiği ibâreler aklıma geliyor, sırası geldiği vakit okuyorum. O vakit ben onun ma'nâsını bilmiyordum, yerinde de kullanamazdım ama şimdi ma'nâsını bildiğim için yeri geldiği zaman hop hemen aklıma geliyor ve okuyorum, yerinde de kullanıyorum.
Türkiye'de o eski âlimler kalmadı. Şimdi başka âlimler var ama bunlar eski âlimler gibi değil. Gerçi bunlarda bizim yetiştiğimiz âlimlerde bulunmayan bazı fazîletler de var. Meselâ bunların kalemleri kuvvetli, iyi yazıyorlar. Eskilerin yazmaları yokdu, onlar arasında yazanlar pek azdı. Onlar, tefsîr ederler, tercüme ederler, bırakırlardı, yazmazlardı. Şimdi Allah başka türlü âlimler gönderdi ama o bildiğimiz âlimler gibisi yok. Meselâ bir mes'ele geçtiği zaman, bu mes'ele Kastalânî'de böyle, Askalânî'de böyle, Akkirmânî'de böyle, Aynî'de böyle diyebilecek âlimler yok. Ancak kitapları karışrırıp bakarlarsa öyle söylerler. Halbuki eski ulemâ öyleydi. Yakın zamana kadar vardı. İşte ben de bunun için üzülüyorum ya, maalesef muhâtab yok, fakîr muhâtabsız kaldım.Efendi Hazretleri, kıymeti bilinmeyen âlimlerimizden Siirtli Said Efendi hakkında şöyle buyurmuşlardı :
Meselâ Siirtli bir Said Efendi vardı, allâme-i cihândı. Vaktin İbn Hâcer'i diyorlardı. Böyle bir âlim ama hiç kıymeti bilinmemiş. Bir ayağında bir lastik, bir ayağında bir lastik, başında kasket, başını sarar, tıpkı köylü amca gibi. Halbuki allâme-i cihân. Öyle ki eğer buraya vaktiyle gelseydi, onu şeyhülislâm yaparlardı. Altına altından araba çekerlerdi. Yollarda rahatsız olmasın diye arabasının altına halı sererlerdi. Ama o devirler geçmiş.
Bir gün bizim dükkânda sigara içiyordu, câhilin bir geldi, Said Efendi'ye "Sen ne biçim hocasın, utanmıyorsun sigara içmeye!" diye bir bağırdı. Said Efendi adama hiç kızmadı, "Peki söndürelim" dedi ve sigarayı söndürdü. O adam gittikden sonra, bir sigara daha uzattım, "Hocam yak bir tâne daha" dedim. "Az evvel söndürelim dedik. Şimdi içersek münâfık oluruz" dedi.
Türkiye'de şarkda da çok âlimler vardı. Gerek ekrâddan olsun, gerek Siirt ulemâsından olsun şark ulemâsı çok kavî idi, kuvvetli idi. Onlar hep öldüler, yerlerine kimse gelmedi. Meselâ Kürd âlimlerinden bir Aynıvâhid Abdurrahmân Efendi Hazretleri vardı ki, ona hâlâ yanarım. Son zamanlarda iki gözü de görmez oldu. Vaktiyle fakültede akâid hocasıymış. Sonra inkilab devrinde çıkarmışlar, yani fakülteden atmışlar. Bir gün beni çağırdı, "Evlâdım, artık benim gözlerim görmez oldu, sen bu kitapları al" dedi. O günün parasıyla bütün kitapları otuz liraya aldık. İki çocuk, yalın ayak, başı kabak, evde ekmek yok, kömür yok, odun yok. Otuz liraya bütün kitaplarını sattı. Kitaplarını satınca, "İşte şimdi öldüm ben, ölmeden evvel öldüm ama ne yapayım ki zâten gözlerim görmüyor evlâdım" dedi. Aynıvâhid Abdurrahmân Efendi, meşhûr Urfalı Mahmûd Kâmil Efendi'nin hocasıdır. Süründü! Süründürdüler!Efendi Hazretleri, kıymeti bilinmeyen âlimlerimizden, Reîsülkurrâ Hamdi Efendi hakkında da şöyle buyurdular :
Kur`ân'ın nüshası dünyâdan kalksa, Hamdi Efendi yazdırabilirdi. Arap ulemâsı buraya geldi, Şamlılar geldiler, hocaefendi ile kıraat hakkında konuştulr, "Türklerden böyle kırâat âlimi var mıymış?" diyerek hayretlerini izhâr ettiler. Bu adamın eline yirmi beş lira para geçiyordu. Bu adam köy çocuğu değil, İstanbul Efendisi, iyi yemeye iyi giymeye alışmış. Bu adam dilendi! Dilendi dediysem bir köşeye oturup da mendil açmadı ama meselâ bir cenâzede beni görüyor, "Muzaffercim, akşama Kur`ân okunacak mı? Beni de çağır e mi, sakın unutma" filan diyordu. Bu millet onu böyle süründü. Salah el-Müneccid'ler filan geldiydi de hocaefendi ile görüşdüler de şaşırdılar. "Türk ulmeâsından böyle kıraat bilen hoca var mıydı?" dediler. İşin en acı tarafı, mahalle imamları filan da hep onunla uğraşdılar. Bir tarafdan yokluk var, bir tarafdan da uğraşanlar var.Efendi Hazretleri böyle söyleyince, o meclisde hazır bulunan Hâfız Âsım Şâkir Gören, Efendi Hazretlerini tasdîk ve te'yîd zımnında şu ibretli hâtırasını anlatmışdı :
Hamdi Efendi ile berâber Edirnekapısında bir dostumuzun cenâzesine gitmişdik. Diyânet teşkîlâtındaki efendiler, karşıya dizilmişler, onu görünce, "Bu adam yine geliyor başımıza" filan diye homurdanmaya başladılar. Hamdi Efendi bunu duyunca fenâ halde bozuldu. Cenâze sâhibini tanıyorum, yanına gittim, "Git, şu Efendi'nin elini öp, tut getir şuraya oturt, riyâseti de ona ver, o okutsun" dedim. Cenâzeden sonra dönerken yolda yanıma geldi, "Âsım evlâdım, bu adam bana çok mangır verdi, Allah razı olsun ama ondan daha çok bu adamların yanında bana iltifat etmesi beni çok mütehassis etti" dedi.Efendi Hazretleri Hamdi Efendi ile alâkalı diğer hâtıralarını da şöyle anlatmışlardı :
Bir akşam bana iftara geldi. İftardan sonra dışarı çıkdı, beni çağırdı, "Bana biraz daha tatlı verebilir misin? Azıcık daha veriver, doymadım ben" dedi. Tabii İstanbul çocuğu, boğazlı, iyi yemeye alışmış. Tekrardan verdim.
Bir kavgasına rast geldim. Edebsiz herifin biri onunla kavga ediyor, ağzına geleni söylüyor, her türlü küfürü savuruyor. Hamdi Efendi küfür bilmiyor, "Bitli, ne olacak, bitli adam, aç adam, aç adam, bitli adam böyle olur" diyor. Yani küfür etmesini bilmiyor. Bildiği en ağır laf bu.Ulemâ arasında Varnalı Hamdi Efendi diye bilinen ve aynı zamanda hattat olan Ahmed Hamdi Yavuzvarnalı Hocaefendi, vaktiyle Yavuz Sultan Selim Câmi-i Şerîfi başimâmı olarak vazîfe yapmışdır. Reîsülkurrâlığı, meşhûr Hünkâr İmâmı Hoca Niyâzî Efendi ile Yeraltı Câmii İmâmı Üsküdarlı Ali Efendi arasındadır.
Hep süründürdük onları biz. Hep süründüler. Kitaplarını sattılar. İşin kötüsü kitaplar da para etmiyor. Kitaplar para etse haydi neyse. Rezâletin büyüğü. Koca kitap, en fazla 2,5 lira ediyor. Alan yok ki kime satacaksın. Hep hamura verdik kitapları. Okuyanı yok edeni yok.Efendi Hazretleri Bayezid Cami-i Şerîfine müezzin olarak tayin olduğunda, bu câmi-i şerîfin imâmı Hâlid Bey ile ilk görüşmesini şöyle anlatmışlardı :
Bir Mart gecesiydi. Soğuk bir hava, yerde kar vardı. Elimde kağıtla Bayezid Camisine gittim. Akşam namazına yakın bir vakitdi. Bayezid Câmisine müezzin tayin olmuşdum, vazifeye başladığıma dâir kağıdı imzâlattıracağım. Bakdım, mangalı açmış, oturmuş, meşhûr Hâlid Beyefendi. Mihrâbiyeci Hâlid Bey diyorlardı. Piyano çalar, keman çalar, mûsıkîşinâs bir adam. Her tarafı dolu bir adamdı. Götürdüm kağıdı verdim. Gözüne gözlüğünü takıp şöyle bir bakdı, "Otur bakayım Molla Efendi. Ne kadar da güzel bir delikanlısın" dedi. "Şu câminin sağ kapısından bak, karşıda Hasan Basri Efendi Bakkâliyesi var, biliyor musun?" dedi. "Biliyorum Efendim" dedim.
Ben bu câmiye gelmeden evvel, Soğanağa Camiinde müezzindim. Bu Hasan Basri Efendi de bana kızını verecekdi. Bir Balıkesir milletvekîli vardı, beni çağırdı, "Bunların kızını almayacaksın!" dedi. O vakit meb'uslar, Atatürk meb'ûsları, şimdiki gibi değil. "Almayacaksın. Neden biliyor musun?. Seni bakkal çırağı yapacaklar. Sana kızı verirler, bakkal çırağı olursun, bakkalda gaz doldurursun, pirinç tartarsın. Senin istikbâlin var. Bakkal çırağı olmak istiyorsan, git al, bakkal çırağı ol, gaz doldurursun, pirinç tartarsın, fasulye taşırsın" dedi. Yani Hasan Basri Bakkâliyesini bunun için tanıyorum.
Hocaefendi dedi ki "Sakın ha, aklına bir şey gelmesin, hocaefendi hasedlik ediyor filan diye. Onlar bakkal dükkanı açtılar, iki okka fasulye koydular, bir okka pirinç koydular, iki okka şeker koydular. Benim de Boğaziçinde babadan kalma iki yalım vardı, Şehzâdebaşında iki konağım vardı, şurada şu dükkânım, burada bu dükkânım vardı. Onlar zamanla işi büyüttüler, Hasan Basri Şirketi hâline geldiler. Biz ise sattık yedik, sattık yedik, sattık yedik, şimdi bir tek Şehdâzebaşındaki evimle bir küçük dükkanım kaldı. Onları da satınca ne yaparım bilmiyorum" dedi.