Kulluk Şerefi

19 Eylül 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

İbrahim Edhem
Büyük mürşidlerimizden Azîz Mahmûd Hüdâyî Kaddesallahu Sırrahu'l-Fettâhî Efendimiz Hazretlerinin sohbetlerindendir :

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ مَوْلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَأَنَّ الْكَافِرِينَ لَا مَوْلَى لَهُمْ

Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Kitâb-ı Kerîminde buyurur, "Tahkîk, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ'nın evliyâsına nasr ve yardımı mevlâsı olmak sebebiyledir. Dahi muhakkakdır ki, kâfirlerin mevlâsı yokdur". Yani ne demek olur? Bu suâl akla gelmez mi ki, cümlesinin hâlıkı, eğer müslim ve eğer kâfir ve eğer âsî ve eğer mutî' ve eğer fâsık ve eğer fâcir ve eğer insan ve eğer hayvan ve eğer ahcâr ve eğer eşcâr ve yerler ve gökler, muhassal on sekiz bin âlemin hâlıkı Allah olunca, kâfirlerin mevlâsı yok demek ne ola? Yani nâsırı yokdur demek oldu. Mevlâ, nâsır ma'nâsına olmuş oldu. Zîrâ onlar bir takım evsâne tapıcı müşriklerdir. Ol tapageldikleri putların kendilerine hiç nef'i yok iken yokdan îcâd eden Hâlık'ı birlemezler. Gece ve gündüz şirk ve dalâlde ve nefsleri hevâsında oldular. Rabb dahi onlara nusret ve yardım eylemez. Râzıkdır, rızıkların verir, kesmez. Beyt :

Ey Kerîm Allah sen ki gayb hazînenden kâfirleri bile doyurursun
Düşmanlarına ihsân etdiğin hâlde dostlarını hiç mahrûm bırakır mısın

Şeyh Sadî merhûm anın içün böyle buyurmuş.

Nebî aleyhisselâm bir gazvede ashâbdan ayrıldı, bir ağaç gölgesinde yalnız başına dinlenmek istedi, bir mağrûr gavur kendi bahadırlığına itimad edüben, "İyi, fırsat elime girdi" diye gözetdi, Nebî aleyhisselâma kılıç sıyırdı, üzerine geldi. Hâşâ, "Seni benim elimden kim kurtarır, tîz deyiver bana" diye suâl edince, buyurdular ki, "Allah'dır benim nâsırım" dedikleri gibi, ol hînde kılıç elinden düşer, mübârek ellerine kılıcı alır, der ki, "Şimdi benim elimden seni kim kurtarır?" diye buyurdukları gibi emân taleb eder, bu mucizeyi görünce İslâm'a gelir. Bir rivâyetde derler ki ahd eyledi, ayrık kılıç çekmeye. Öyle, Hakk'ın nusreti enbiyâ ve evliyâsına mukarrer bir emirdir. 

Nihâyet söz bundaki Hakk'a muhabbet, emrine imtisâl ve nehy etdiklerinden ictinâb üzere olup, yalnız diliyle ikrâr edüp "Allah mevcûddur ve Peygamber hakdır, ne buyurursa gerçekdir" demek mertebesinden geçüp, fiil ile ol akvâlini tasdîk edebile. Mü'mine lâzım olan budur. Yoksa herkese sorsalar, "Allah'ı severiz" derler. Lâkin havf ve haşyet üzere olup, ol akvâle, ef'âle dahi uymak gerekdir. Cümlenin rücû'u en son Hakk'a olsa gerekdir. 

Hazret-i İbrâhim Edhem fakr u fenâ ihtiyâr edüp, terk-i diyâr etdikde, bir şekle girdi ki, bir kimse görüp suâl edüp, "Kul musun yâhud hür müsün?" deyince, "Kulum" demeye havf ve haşyetden yıkıldı ve aklı başından gitdi. Yine kendine gelince, "Rabbın kuluyum" dediler ve bu âyet-i kerîmeyi tilâvet etdiler, "اِنْ كُلُّ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ اِلَّٓا اٰتِي الرَّحْمٰنِ عَبْدًاۜ". Yerlerde ve göklerde olanların küllîsi huzûr-i Hakk'da kulluk ile gelse gerekdir". Cümle enbiyâ ve rusül ve melâike-i mukarrabîn, Rabbın kullarıdır. Yahûdîler, "عُزَيْرٌࣙ ابْنُ اللّٰهِ" dediler, Üzeyr Allah'ın oğludur dediler. Hakk Sübhânehû ve Teâlâ bunun üzerine yahûdî ve nasârâ tâifesini ilzâm içün buyurur, "لَنْ يَسْتَنْكِفَ الْمَس۪يحُ اَنْ يَكُونَ عَبْدًا لِلّٰهِ وَلَا الْمَلٰٓئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَۜ", "Siz ne kethüdâlık edersiniz, eğer Mesîh eğer melâike-i mukarrabîn, kullarımdır, onlar kulluğumdan istinkâf etmezler, ne demek istersiniz!" diye kavl-i bâtıllarını reddeder. 

Yine İbrâhim Edhem Horasan'dan geçüp, karşısında olan Berûz dedikleri şehre geldi. Ol diyârın halkı duâya ve arz-ı hâcete çıkmışlardı, yağmûr taleb içün. Bir ay idi, tazarrû ve niyâz üzere oldular, duâları kabûl olmadı. Âciz kaldılar. İbrâhim'e karşı geldiler, suâl eylediler ki, "Hazret-i Hakk kelâmında, ادْعُون۪ٓي اَسْتَجِبْ لَكُمْۜ buyurup-durur, va'dinde sâdık değil midir?" derler. "Bir aydır biz hâcet dileriz, kabûl etmez" deyince, İbrâhim Edhem Hazretleri bunlara cevâb verir buyururlar ki, "Hakk'ın kelâmı yerindedir, lâkin kuluz Hakk'a dersiniz ammâ kulluğunda sâbit değilsiniz, efendinize muhâlefetdesiniz. Allah'ı severiz dersiniz, emrine imtisâl üzere olup, nehy etdiklerinden ictinâb üzere değilsiniz. Rızâullahı taleb ederiz dersiniz, saht yolun tutarsınız. Cennet isteriz ve kurbetin murâd ederiz dersiniz, esbâb-ı cennete mübâşeret ermezsiniz, a'mâlde kusûr üzeresiniz. Cehennemden havf edüp, Hakk'ın azâb-ı ikâbından korkarız dersiniz, lâkin durmayıp cehennem amelin işlersiniz. Şeytanı sevmeyiz dersiniz, yine onun sözün tutarsınız, iğvâsına uyarsınız, onun gösterdiği şehevât ve lezzâta aldanırsınız ve onunla dostluk edersiniz. Duânız nice kabûl olsun?" buyurdular.

Yine bu makâmdandır ki, İbrâhim Edhem ıslâh-ı tabîatden ötürü kesb-i helâl, lokma-i tayyibe talebinde oldu. Bir refîki var idi, onunla ortakçılık işlerdi. Bir nice gün sıcak günlerde sâim olup, nice mücâhede üzere riyâzat işlediler. Yirmi altınları vardı. Lâkin şiddet-i hârdan bedenlerine bazı avârız hâsıl oldu, hacamat lâzım oldu. Şehre geldiler. Kan alıcı bir kimse var idi, dükkânına geldiler, oturdular. Berber bunları başdan ayağa yalın libâs ile görünce ikrâh ederek, "Bunlar ne ister ki?" diye sokranmağa başladı. Âhir izhâr etdi, "Siz ne istersiz, ne durursuz" dedi. Tıraşları dahi uzamış idi. "Tıraş olmak isteriz, hem bizden birer kan da alıverin, olmaz mı?" dediler. Hiç iltifat etmeyüp, birinci kimseyi savdıkdan sorna, "Ya siz ne oturdunuz kaldınız?" diye kerh ile yanlarına geldi. Bunlar dahi ne belâydı, akçesiz , pulsuz bunları tıraş etmek ne kaydolsun diye. Ne hâl ise, savayım diye me'al-kerâhe tıraş eyledi. İbrâhim Edhem Hazretleri der ki, "Şu sende olan yirmi altını berberin eline teslim eyle" dedi. "Ey sultânım, bunca günden beri helâlce kesbimizdir, getirip cümlesin vermek nedendir? Onun hakkı bir iki akçedir" deyince buyurdular ki, "Bir daha fukarâya hakâretle nazar etmesin, dervîş tâifesine sû-i itikâd üzere olup, bunlar her nereye varırsa, işleri güçleri akçesiz-pulsuz halkın yüzün kızartmakdır, diye bu nazar ile nazar etmekden kurtarıla. Geçdik şol akçeden ver gitsin, bülend-i himmet ol, ta'zîz bi'l-ihsân eyle" diye buyurunca, berberin eline yirmi altını teslîm edüp, yürüyüverdiler. Kan alıcı taaccübde kaldı. Ömründe göre geldiği nesne değildi. 

Bunlar aç susuz yine bir ağaç gölgesine gelip eğlendiler. İbrâhim Edhem Hazretleri refîkine der ki, "Var bir nesnecik yiyecek tedârik eyle, getir" dedi. Giderken karşısından bir hayl-i haşem ve dârât ile ve emvâl ve esbâb ki altmış bin florinlik metâı yüklenmiş bir kimse geldi kondu. Ol dervîşe suâl eyledi ki, "Yâ fülân! İbrâhim bin Edhem ki Belh pâdişahı idi, gördün mü?" dedi. "Neylersin?" dedi. "Buluşmak isterim" dedi. "Buluşturayım lâkin yalnızca gelmek gereksin, böyle dârâtdan hazzeylemez" dedi. Badehû buluşdu, gördüğü gibi der ki, "Yâ İbrâhim, ne hâldir bu hâl? Diyâr-ı Horasan'da şâh iken, bu zillet ve efkâr nedir? Ol zaman ki tâc u tahtı terk etdin, cemî kulların her birisi emvâl-i milki üleşdiler. Ben dahi bu mikdar cem edüp getirdim. Cümle senin mülkün ve ben dahi seni abd-i memlûkünüm, dilersen âzâd eyle. Her nice murâd edersen emrine râm olmuşum. Mâdem ki âzâd etmeyesin, bu mal-mülk bana haramdır" deyince, teslÎm ve inkıyâdı sebebiyle, kul iken âzâd oldu. "Yürü var bu cümle mal senin olsun, götür git, âzâd oldun" diye buyurdu.

İmdi mevlâ-yı mecâz ile abd-i mecâzî beyninde hâl böyle olunca, mevlâ-yı hakîkî ile abd-i hakîkînin ahvâli dahi böyledir. Şöyle ki, kul efendisine gele, ikbâl ede, inkıyâd ve istislâmda ola, mevlâsı olan Rabbi dahi i'tâk eder. Kul iken hür olur. İmdi kul olagör ki olasın âzâd. Bildin, anladın mı? Kullukda ne kadar şeref var idüğü malûm oldu. Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Nebî aleyhisselâm hakkında, "سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ sübhânellezî esrâ bi abdihî" der, "bi resûlihî", "bi nebiyyihî" demez. Anın içündür ki ubûdiyyet bir iksîrdir. Cenâb-ı Saâdet'den mercûdur ki, nefsimizi ıslâh edivere. Âmîn.

Ger kadîmî Dost gerekse ol kadîmi iste bul
Andan özgesinden arın var anın derdiyle dol
Andan ayrı hep fenâdır bâkî oldur lâ-yezâl
Dün ü gün sen hizmet eyle var ana gerçek kul ol
Kim ana gerçek kul olsa tâ ebed âzâd olur
Hiç zevâl vermez ana çün Dost anı kıldı kabûl
Listeye geri dön