Vel 'asr. İnnel insâne le fî husr. İllellezîne âmenû ve 'amilus sâlihâti ve tevâsav bil hakki ve tevâsav bis sabr.
Sadakallahü'l-azîm.
Okuduğum sûre-i celîle, ahkâmı eskimeyecek olan, dâimâ genç ve dinç bulunan, Allah'ın kelâmı, resûller resûlü olan Muhammed Mustafâ'nın taraf-ı ilâhîden getirdiği ve bize teblîğ etdiği kelâmullahın sûrelerinden bir sûre-i celîledir ki ismine Sûre-i Asır derler. Kur`ân-ı Kerîm'in son taraflarına doğrudur, otuzuncu cüzdedir. Ezberleyiver, gâyetle kısa bir sûre-i celîle.
Ma'nâ bakımınından, Kur`ân'ın her tarafı, her âyeti, ehemm-i mühimmdir. Tabii anlayana! Görene, bilene ve bildirilene. Kimin ki kalbi haşyetullah ile titrer, yani Allah korkusuna mâlikdir, Hakk Teâlâ ona Kitâb-ı Kerîm'in ma'nâlarını tattırır, duyurur, içirir, onu kendisine muhâtab eder. Kur`ân ona hitâb eder, Kur`ân'ı o kimse anlar. Yoksa böyle kamyonlar dolusu kitâb okusa Kur`ân'dan nasîbini alamaz. Kur`ân'ı anlamak için mutlakâ müttakî ve muhabbetli bir gönül gerekdir.
Kur`ân-ı Kerîm'e de böyle yalnız mücerred Kur`ân demek câiz olmaz. Allah, yani semâvatın ve ardın, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin rabbi ve mâliki ve rezzâkı, bizi öldüren, dirilten, bizi bir katre sudan ana karnında yani ana rahminde kudret fırçasıyla hayız kanıyla tersîm eden Allah, Kur`ân-ı Kerîm için, "إِنَّهُ لَقُرْآنٌ كَرِيمٌ innehû le kur`ânün kerîmün" buyurmuşdur. Allah dahi Kur`ân'a kerîm olarak sıfat vermişdir. Kerîmdir Kur`ân-ı Kerîm ama müttakî gönüller için.
"Elif-Lâm-Mîm. Zâlike'l-kitâb". Bu "Elif-Lâm-Mîm", bir şifre. Allah ile Resûlü arasında, Resûl-i Ekrem arasında bir şifre o. Bunlara müteşâbihât denir, herkese bunlar söylemez. İlimde rüsûh bulanlar, ilimde yücelenler, yani Allah ilminde. "İlim ilim bilmekdir ilim Hakk'ı bilmekdir, sen Allah'ı bilmezsin ya nice okumakdır" diyor Yûnus Emre, kaddese sırrah. Hakk'ı bilmek, Hakk'ı bilmek. Hakk da, Allah da, Allah ile bilinir. Hakk kendisini bildirirse kul bilir. Yoksa kulun kisbinde değildir. Îmân eder, bilmez. O kadar büyük bir varlıkdır ki akıllar mefkuddur yani terâzi çekemez o kudreti. Onun için peygamberle rpeygamberi bile duâsında, "sübhâneke mâ 'arafnâke hakka ma'rifetike yâ ma'rûf" buyurmuş. "Ey ma'rûf olan Allah, seni biz hakkıyla bilemedik". Öyle tecelliyât olmuş ki Peygamber'e, Resûl-i Ekrem akl-ı küll olduğu hâlde, O'nun karşısında bize aczi ifâde etmekde, o kudretin karşısında.
"Elif-Lâm-Mîm"e şöyle ma'nâ da vermişler. Elif, lafza-i celâlin elifi. Bu lafza-i celâl yani Allah esmâsıdır. Bu Allah esmâsı, bütün esmâlara yani Allah'ın diğer isimlerine câmidir. Bir kimse, bir kerre Allah derse, bunu lisân ile ikrâr ederse, kalb ile tasdîk ederse, Allah'ın binbir esmâsını okumuş olur. Bütün esmâ bu isim tahtındadır. Meselâ ma'nâlarını veriverelim. "Allahu lâ ilâhe illâ hû", "Lehû mülkü's-semâvâtü ve'l-ard", "lillahi mâ fi's-semâvâti ve'l-ard", "hüvallahüllezî". Bak, ism-i celâli, nerden alırsak, esmâ-yı ilâhîyi, Allah lafzını, hepsi Allah'ı ifâde eder. Dört harfdir, dördü de Allah'ı ifâde eder. Bütün esmâya câmidir. Bir kerre Allah diyen, binbir esmâyı okumuş olur. Ama lisân ile ikrâr, kalb ile tasdîk şartdır. İçin dışın bir olsun, için dışın bir olsun, bir gün içler dışa, dışlar içe geçecek, o vakit aksi düşmesin. "Yevme tüble's-serâir"de, sırların meydana çıkdığı gün.
Elif, lafza-i celâlin işâreti. Lâm, Cibrîl-i Emîn. Mîm, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm. Yani Allah tarafından Cibrîl-i Emîn vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma indirdiğimiz, "zâlike'l-kitâb", şu kitâbda, "lâ raybe fîhi", şekk ve şübheye mahal yokdur. Neden? Bu Allah kitâbıdır, bitdi, işte o kadar.
Dünyâ yüzünde hiç bir dînin sâliki, kendi kitâbını ezberleyememişdir. Yani bir papaz İncil'i ezberleyememişdir. Yokdur ezberleyeni. İncil'in bazı ayetleri ezberindedir, bazı âyetleri. Bir haham da yani bir Yahudi rûhânîsi de Tevrat'ı ezberleyememişdir.
Dört yaşında, dört aylık, on dört günlük iken çocuk ilme başlaması lâzımdır. Bir daha söylüyorum. Çünkü hepiniz babasınız yâhud baba namzedisiniz. Dört yaşında, dört aylık, on dört günlük, çocuk o yaşa vâsıl oldu mu, hemen evvelâ çocuğa ilim tahsîline başlattırılacak, ebeveyn üzerine farzdır. Yani ananın babanın üzerine farzdır. Yani okutmazsa yevm-i kıyâmetde huzûr-i Rabbü'l-âlemînde, evlâd, babadan da'vâcı, anadan da'vâcı olur ve anayı babayı mahkûm ettirir. Yani Allah'In kâdı olduğu gün. Allah'ın hâkim-i mutlak olduğu gün. Allah'ın mâlike'l-mülk olduğu gün. Hepsi Allah'ındır ama o gün, hâssaten hiç kimsenin bir şeyi yokdur ancak Hakk Teâlâ. Hani burda dünyâda mecâzî olarak bu senin, bu benim, şu rütbe senin, bu rütbe benim, şu ev benim, şu ev senin vardır, orda bu da yok.
"Zâlike'l-kitâb", Kur`ân-ı Mübîn. Bu kitâbda, "lâ raybe fîhi", şek ve şübheye meydan yokdur, taraf-ı ilâhîden nâzil olmuşdur.
İşte, dört yaşında, dört aylık, on dört günlük iken tahsîle başlayan çocuk, zekiyse on sekiz ayda Kur`ân'ı hıfz eder. Bir ayda da hâfız olanlar vardır. Hazret-i İmâm-ı A'zam, bizim mezheb sâhibimiz, bir ayda hâfız olmuşdur, bir ayda! Kur`ân'ı bir ayda ezberlemişdir.
Canlı bir hâdise anlatayım, benim hocam kendisi rivâyet etmişdir. Ramazan yakınmış, o devrin sadrazamının huzûruna bir mollayla gitmiş, ufak bir çocukla. Sadrazam, bizim Hocaefendi'ye sormuş, "Hâfız mı bu?" demiş. Hoca'nın ağzından gayr-i irâdî olarak "Evet, hâfız" cevâbı çıkmış. Sadrazam, "Öyleyse bu sene terâvihi bize o kıldırsın" demiş.
Bulûğa ermeyen çocuklar, fıkıh kâideleri bunlar, burası söylenecek yeri değil ama sırası geldi konuşacağım, bulûğa ermeyen çocuk, nâfile namaz kıldırabilir, sünnet kıldırabilir de farz kıldıramaz. Onun için bir çocuk bulûğa ermeden hâfız olsa, dokuz yaşında, on yaşında terâvih kıldırabilir, yatsıyı kıldıramaz. Fıkıh kâidesi.
Hoca şaşırmış. "Hâfız değil, ağzımdan böyle kaçdı" da diyememiş. Dışarı çıkmış, "Gördün ya oğlum, başımıza geleni" demiş. Çocuk, "Hocaefendi, inşâallah yaparız" demiş. Hocam yemîn etdi, "Günde bir cüz ezberliyor, akşama gidip terâvihi bir cüzle kıldırıyor" dedi. Hocam da, Fâtih Câmisinin baş imâmı, lakabı Arap Hoca derler, kendisi Filibe'li, Bulgaristan'lı, lakabı Arap Hoca, Muhammed Râsim Efendi. Ben tashîh-i hurûfâtı ondan yapmış idim. O kendisi anlatdı. Gündüz bir cüz Kur`ân'ı ezberliyor, yirmi sayfayı ezberliyor, akşam da gidip namazı kıldırıyor. Tâ otuzuncu gece Sûre-i Kevser ki Kur`ân-ı Kerîm'in en kısa sûresidir ve mimsiz sûredir, içerisinde mim harfi yokdur. Onda da bir esrâr-ı ilâhî vardır, o mim olmamasında. Oraya gelince orda şaşırmış. "İnnâ a'taynâ kel kevser" diyeceği yerde, "İnnâ a’tednâ lil kâfirîne selâsile ve ağlâlen ve sa'îrâ" diyerek Sûre-i İnsân'a geçmiş. Bir daha tekrarlamış. Üçüncüde çocuk düşmüş bayılmış. Namazdan sonra, sadrazama işi Hocaefendi anlatmış, demiş ki, "Vallâhi, bir ayda hâfız oldu" demiş.
Niçin bunu anlatıyorum biliyor musunuz efendiler? Kur`ân, mu'cizdir, mu'cizesi bu.
Lutfen esmâ-yı şerîfe-i Muhammediyyeyi işittiğiniz vakit salavât-ı şerîfe veriniz. Peygamber'in şânını yükseltmezsin, sen yükselirsin. Allah'ın sevgilisini ne kadar sever, O'na salât okursan Allah seni o kadar yükseltir. Nigâh-ı iltifât-ı Muhammedî'ye nâil olmak isteyen, Resûl-i Ekrem'in ismini işittiği vakit, O'na salât ü selâm, O'nun âline, evlâdına, ehl-i beytine, ashâbına, ensârına salât ü selâm vermelidir. Ulemâ demiş ki, "ömründe bir defa" demiş. Sem bakma öyle şeylere. Îmânının kemâlini görmek istiyorsan, îmânını kâmil ve mükemmel etmek istiyorsan, Peygamberimizi her şeyinden ziyâde sev.
Ve yakın zamanda O'na büyük ihtiyâcın olacak. Pek yakın bir zamanda. Bir gün gene böyle ezanlar okunacak, fakat sen bu ezana iştirak edemeyeceksin. Güneş gene doğacak, fakat hayata iştirak edemeyeceksin. O gün gelecek. O günde de sana ilk sorulacak olan sorgu, Hazret-i Muhammed aleyhisselâm hakkındadır. Unutma bunu. Müslim-i Şerîf'in beyânına göre, ya Resûl-i Ekrem'in kendisini yâhûd resmini gösterecekler, "bu zât-ı muhterem hakkındaki mütalaan nedir, bilgin nedir?" diyecekler. Muhammed aleyhissalâtü vesselâma düşmanlık edenler düşünsünler. Yâhud O'nun sünnetini terkedenler. Yâhud O'na ittiba etmeyenler. Onlar düşünsünler ve ellerini ısırsınlar ve saç ve sakallarını yolsunlar. Çünkü onların imdâdına kabre kimse girmeyecekdir. Herkes kendi ameliyle başbaşa kalır. Tabutlar boş gitmez. İçi yüklüdür onun, gören için, köre değil. Görene, köre ne! Tabutlar yüklü gider. Sen dersin ki bir kişiyi koyduk ama değil, ameliyle beraber gider. Yakın zamanda sen de ben de öyle olacağız. Tab u tuvanımız kesilecek ve Hakk'a teslîm olacağız. "İrci'î" emri, "dön", "geri dön" emri verilecek, o vakit, çok ihtiyâcın var Muhammed Mustafâ'ya. Estağfirullah! İhtiyâcım var diye de sevme. O vakit nefsini sevmiş olursun. Allah seviyor diye sev Peygamber'i. Resûl-i Ekrem'i Allah seviyor diye sev. Onun için sev, Allah için sev.
"Abd-i Hâssım olan, has kulum olan Muhammedime" sallallahu aleyhi vesellem, "indirdiğim kitâbı, siz diyorsanız ki Muhammedim yazdı kitâbı diye, siz de Kur`ân'ın sûrelerinden ufak bir sûrenin mislini getiriniz, yazınız, söyleyiniz".
Çok uğraşdılar kâfirler, kâfir şâirler. Asâsına böyle dayanıp, kırk sekiz saat vezinli kâfiyeli şiir söyleyen şâirler, Kur`ân'ın fesâhat ve belâgati karşısında secde etdiler. Çünkü Allah kelâmıdır, karşılığında söylenmez, bir şey söylenemez. 13:30
"Getirsinler". Şimdi mucize alt tarafında. "فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا fe in lem tef'âlû ve len tef'alû", "getiremediler, kıyâmet gününe kadar da getiremeyecekler". Gelmez, karşılığı yok, yapamıyorlar. Şiir söylüyor fakat karşılığı yok. Olmaz, olamaz. Zâten şiir değil Kur`ân-ı Kerîm. "وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغ۪ي لَهُۜ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُب۪ينٌۙ vemâ allemnâhu'ş-şi're vemâ yenbagî leh in hüve illâ zikrün ve kur`ânün mübîn". "Biz habîbim Muhammed'e şiir talîm etmedik". Kur`ân'a şiir demek de lâyık değildir. Bu, kelâmullahdır. Kim buna sarılırsa, kim buna tutunursa, bu bir ip gibidir, Allah'ın ipi gibidir, Allah bunu sarkıtmış bu âleme. Bbu âlem gurbet âlemidir, vatan-ı aslînden buraya garîb olarak geldin, sonra burdan oraya döneceksin. Allahu Teâlâ bir ip uzatmış, diyor ki, "Tutunun bu ipe". Bu ipin bir ucu Hakk Teâlâ'nın yed-i kudretinde. Bu ipden murâdımız, Kur`ân-ı Mübîn. Kim tutunursa Kur`ân'a, kim ki amellerini ihlâsa çevirirse, kim tutunursa, mutlakâ necâta erer.
Ama bunun ma'nâsı kitâbullahın kağıdına, kabuğuna, yazısına mücerred hürmet değildir, mücerred hürmet değil. Ahkâmına hürmet. Allah'ın yap dediğini yapacaksın, yapma dediğini, yasakladığını yapmayacaksın. Bak, kağıdına dahi hürmet edene Allah ne mükâfât vermiş? Onu da söyleyivereyim sana. Çünkü senin ve benim ceddimizin başına gelmiş bu hâdise. Kağıdına yalnız, mücerred kağıdına, yazısına.
Sultan Osman, Şeyh Edebali Hazretlerinin evinde kalmış, misâfir olarak. İyi dinle! Kulağına benden yana ver. Edebali'nin kabri nerde? Bilenleriniz vardır, bilmeyenlere de biz söyleyelim. Eskişehir'de. O vakit Selçûkîler, Bizans'la gazâ edelim diye, bize Bilecik, Eskişehir havâlisini, Domaniç yaylasını verdiler. Osman Bey, o vakit daha sultan değil. Şeyhi ziyârete gelmişdi, Şeyh Edebali Hazretlerini. O gece sohbet uzadı. Dînî sohbetler.
Dînî sohbetlerden gayrı sohbetler adam çekiştirmekdir, mutlakâ günaha girersin. Dînî sohbet cennet bahçelerinden bir bahçedir. Hattâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem buyurmuş ki, "Siz cennet bahçelerinden bir bahçelerinden geçerken onun yemişlerinden yeyiniz" demiş. Demi,şler, "Yâ Resûlallah, cennet bahçesi neresidir, onun yemişi nedir?", "İlim meclisleri, zikir meclisleri" demiş Cenâb-ı Peygamber. Bir meclis gördün ki orda zikrullah var, oraya otur. Bir meclis gördün ki orda sohbet var, tatlı sohbet, yani Allah'dan Peygamber'den bahseden, insanları yücelten, ulvî zevklere götüren sohbet.
Bir de süflî zevke götüren sohbet var, ondan bahsetmiyoruz, o sohbet değil o, o nikmet o. "Ben vaktiyle şöyle içki içerdim, böyle yapardım" filan. Var ya öyle bazı akıllı kabadayılar. Allah senin suçunu örtmüş, geçmiş o, tekrar söyleyip de tekrarlama günahını. Başkalarına söyleyip de onları şâhid tutma yapdıklarına. Tövbe istiğfâr et. "et-tâibü mine'z-zenbi ke men lâ zenbe leh, tövbe eden günah yapmamış gibidir". Bir daha söyleme öyle. Öldün sen, dirildin. Tövbe etdin, öldün ve dirildin sen artık. Öyle ahmaklar var, vaktiyle yapdığıyla övünüyor, yapdığı kötülüklerle. "Adamı böyle döverdim, dişini kırardım, gözünü patlatırdım" diye.
Sohbet uzamış biraz ve Osman Bey orda kalmak ihtiyâcı olmuş ve Şeyh'in evinde kalmış. Kendisine yatak sermişler. Odaya girmiş, bir de bakmış, duvarda Kur`ân-ı Kerîm asılı. Mal'um-i ihsânınız, Kur`ân-ı Kerîm'i dâimâ göbekden yukarda tutmak lâzım, hürmeten. Yani kağıdını, kabını, yazısını. Duvara asılı. Her müslümanın evinde bir Kur`ân-ı Kerîm olması lâzımdır. Bereketdir.
Bak bir müjde daha vereceğim sana. "Ben okumasını bilmiyorum Efendi". Okumasını bilmesen de evinde bir Kur`ân-ı Kerîm bulundur. Allah'ın kitâbı, mektûb-i rabbânî. Bilmiyorsan, aç sayfalarına bak, Allah ziyâret sevâbı verir. Kur`ân'a bakan gözler yanmaz, yüzler yanmaz. Kur`ân'a bakan yüzler. Sayfalarına bak, gene sevâb alırsın. Cenâb-ı Hakk'dan ziyâret sevâbı alırsın. Tabii okuması lâzım bir adamın. Ayıp, çok ayıp! Çok ihtiyâcımız var okumaya. Yalnız okumaya değil anlamaya da. Okuyan çok, anlayan az. Bakan çok, gören az.
Osman Bey görünce Kur`ân-ı Kerîm'i yatamamış, sabaha kadar Kur`ân'ın karşısında hürmeten ayakda durmuş, kıyâmda. Sabahleyin kapı çalınmış, namaza çağırmışlar.
Tabii mü'minler namaz vakti yatmazlar, sabahleyin seher vaktinde, vakt-i seherde açılır perde, derman erişir derde. Allah ile alışveriş vardır vakt-i seherde. "müstağfirîne bi'l-eshâr" diyor Allah Kur`ân'da medhediyor seher vaktinde Allah'a istiğfâr edenleri, tövbe edenleri, Allah'ı zikredenleri. Mü'min, yatmaz seher vaktinde, kalkması lâzım. Tembelliği bırak, iyi değil tembellik.
Kapıyı vurmuşlar, "geliyorum" demiş, namaza.
Ey âşıkân! Ey Sâdıkân! Ey Resûl-i Ekrem'e peygamberim diyen, Allah'a rabbim diyenlere, size hitâb ediyorum! Kıyâmet gününde, amelden sorulacak ilk soru namazdandır. İlk hesâb namazdandır. Amelden. Îmândan bahsetmiyorum, amelden. Oruç gibi, zekât gibi, namaz gibi. İlk namazdır. Hele bâhusûs sabah namazını sakın fevt etme.
Gelmiş namazı kılmışlar. Hizmet gören dervişlerden birisi odaya girmiş, bakmış ki yatak hiç bozulmamış yani yatağa hiç yatılmamış. Gelmiş Şeyh Edebali Hazretlerine söylemiş, demiş ki, "Osman Bey yatakda hiç yatmamış, yatak hiç bozulmamış" demiş. Şeyh Efendi, sabah sohbetinde sormuş, "Osman Bey, yatakda bir çirkinlik mi gördün, bir kirlilik mi vardı, yatmadın" demiş. "Hâşâ şeyhim" demiş, "Duvarda Allah'ın kelâmı asılıydı, ben Allah'ın kelâmına karşı ayağımı uzatamam" demiş. "Bizim cedlerimiz bize böyle tal'im etdiler, biz böyle biliyoruz hürmeti" demiş. "Peki" demiş, başka bir odaya götürmüşler, biraz yatmış bir rüya görmüş. Senin ceddinden bahsediyorum sana. Rüyâsında göğsünden bir ağaç çıkmış, çınar ağacı, semâya yükselmiş, sonra dallarını şarka ve garba uzatmış, şimâle ve cenûba, yani kuzeye, güneye, doğuya, batıya. O ağacın dalları altına nehirler, şehirler, vilâyetler, renk renk insanlar, türlü türlü dinlere sâlik adamlar girmişler. Öyle bir ma'nâ görmüş. Sonra uyanmış. Uyandıkdan sonra, Şeyh'e demiş ki...
Rüyâlar çok mühimdir müslümanlar. Sahîh rüyâ, vahyin kırk altıda bir cüzüdür. Nübüvvet gitmişdir, mübeşşerâtdır rüyâ, Ümmet-i Muhammed'e. Çok mühimdir. HEr rüyâ değil. Yalnız ehline söylemeli. çünkü gören yokdur, görülen yokdur. Gören nedir, görülen nedir? Ne madde vardır, ne göz vardır. Gösterirlerse görürsün. Hele kim Resûl-i Ekrem'i gördüyse ma'nâsında, ister sakallı, ister sakalsız, ister sarıklı, ister sarıksız, buna müjde veriyoruz, eğer kendisine bağırmadıysa, ya tokatlamadıysa, kızmadıysa, müjde veriyoruz, mutlakâ şefâatine mazhar olur.
Osman Bey, "Bir ma'nâ gördüm Efendi hazretleri" demiş. "Anlat bakalım, rabbi yessir velâ tu'assir rabbi temmim bil hayr, hayrun lenâ, şerrun li a'dâinâ". "Mesele böyle böyle" demiş, "göğsümden bir ağaç çıkdı, şimâli, cenûbu, şarkı, garbı her tarafı kapladı, altına aldı. Renk renk insanlar, kıyâfet kıyâfet insanlar, nehirler, şehirler, vilâyetler, köyler, denizler, deryâlar". Şeyh, tebessüm etmiş demiş ki, "Bu rüyâ bedava tabir olunmaz" demiş. "Benim kerîmemi taht-ı nikâhınıza alırsanız, bu iş tahakkuk eder" demiş. O da demiş ki, "Mâdem bize lâyık gördünüz, biz de kabûl etdik" demiş. "Müjde veriyorum, sen bir devlet kuracaksın, benim dervişlerimi ben sana vereceğim, senin askerin olacak, şarkı, garbı, şimâli, cenûbu taht-ı mahkûmiyyetine alacaksın. Sana müjde veriyoruz, bir pâdişah olacaksın ki, senin pâdişahlığın imparatorluk olacak" demiş Hazret-i Şeyh. Ve öyle olmuşdur. Neden? Kur`ân'a yapdığı hürmetden.
İşte Cenâb-ı Hakk okuduğum âyet-i kerîmede, "ve'l-asri, asra yemîn ederim", asırdan murâd, Resûl-i Ekrem'in doğduğu asırdır, Asr-ı Saâdet. Yâhud ikindi namazı vaktidir, ikindi namazı vakti, ikindi namazı vakti. "İnne'l-insâne lefî husr", bütün insanlar hüsranda ve zulmetdedir, karanlıkdadır. "İllellezîne âmenû", îmân edenler ve güzel ameller işleyenler, onlar müstesnâ ki hak üzerinde bulunup hakkı tavsiye edenler, sabr üzerinde bulunup sabrı tavsiye edenler, onlar müstesnâdır.
Denizden bir katre verdik, inşâalah gerisini haftaya anlatırız, çünkü vakit doldu.
Yâ Rabbi, senin kitâbından, Resûlünün ahvâlinden ve akvâlinden ve ashâbının ve velîlerinin sözlerinden ve efâlinden söylemek cüretini kendimde buldum ve söyledim, beni affet ve işittiğimiz sözlerle âmil olmak, ihlâs ile yapmak ve bizi rızân üzerinde bulundurmayı bize nasîb eyle ve bizi Muhammedinin rızâsından ve O'nun nazar-ı iltifâtından ayırma, şefâatlarıyla bizi şâd eyle.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 4 Şubat 1983 (20 Rebîulâhir 1403) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.