20 Kasım 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Muzaffer Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Kur`ân-ı Kerîm, yüce Allah'ın semâvât ve ardın ve onun içerisinden bulunan bütün mahlûkâtın, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin sâhibinin kelâmıdır. Bu kelâm-ı azîzi Allahu Sübhânehû ve Te âlâ Hazretleri, Ümmü'l-Kitâb'dan Levh-i Mahfûz'a, Levh-i Mahfûz'dan da Cibrîl-i Emîn, Nâmûs-i Ekber vâsıtasıyla peygamberlerin seyyidi olan ve nihâyeti bulunan, nûru evvel ba'sı sonra olan Muhammed aleyhissaklâtü vesselâma Cebrâil nâmındaki melek ile yirmi üç senede âyet âyet inzâl etmişdir.
Kur`ân-ı Kerîm sarf, nahiv, lugat bakımından, fesâhat, belâgat yönünden Arabîdir fakat ma'nâ bakımından Allahçadır. Allah'dan korkanların ve Allah'ı sevenlerin kalbine Allah Kur`ân'ı hidâyet eder yani öğretir ve indirir ve Kur`ân'dan ancak Allah'ı sevenler ve Allah'dan korkanlar anlayabilirler.
Kur`ân-ı Kerîm'i elimizdeki kadar görmek ve "Kur`ân bu kadardır" diyerek iddiâ etmek, gökyüzündeki güneşi baklava tepsisiyle ifâde etmek gibidir.
Kur`ân-ı Kerîm'in kelimâtını ifâde etmek için insanların lisânı kâfî gelmez. Zîrâ insan, fânî ve hâdisdir, Allah ve kelâmı bâkîdir. Denizler mürekkep, ağaçlar kalem, rûh sâhibi olan mahlûkât kâtib olsa, semâ ve ardda kağıt olsa, bidâyetden nihâyet ve kıyâmet gününe kadar bütün bu zî-rûh olan mahlûkât bu kitâbı yazsa, bu kitâbın ma'nâsını, kalemler tükenir, mürekkepler biter, kağıtlar nihâyete erer, yazan zî-rûh melekler, insanlar, bütün mahlûkât, onlar yorulur, biter, fenâ bulurlar, fakat Kur`ân'ın kelimâtına nihâyet olmaz.
Yüz suhuf, üç kitâb yani üç büyük kitâb, İncil, Tevrat, Zebûr, hepsi Kur`ân'ın içerisinde mevcûddur. Evvel ve âhir, zâhir ve bâtın, yaş ve kuru ne varsa, Kur`ân'da mevcûddur. Yalnız görmeye göz, işitmeye kulak, anlamaya beyin, tatmaya da aşk ve muhabbet gerekdir.
İbn Abbas ki Peygamber'in ammisi oğludur, "Devem kaybolsa, Kur`ân-ı Kerîm'den bulurum" diyor. Bu, fal kitâbı değil, fal bakmayacak. Kur`ân'ı anlamak bakımından söylüyoruz. Kişinin Allah'a kurbiyyeti yani yakınlığı ne kadar olursa, Kur`ân'dan o kadar anlayabilir. Gene İbn Arabî yani Muhyiddîn İbn Arabî, Şeyh-i Ekber kaddesallahu sırrahu'l-ekber Efendimiz Hazretleri, bindiği binekden yere düşdü. O'nu kaldırmak için koşan talebeleri "Niçin kalkmıyorsunuz, üstâzımız, hocamız, bir şey mi oldu?" deyince, "Hayır, hiç bir şey olmadı. Yalnız bu düşüşüm Kur`ân'da var mıdır diye tefekkür etdim ve buldum, Sûre-i Fâtiha'da buldum" buyurdu.
Gene size bir acîb haber vereyim ki, Tâ-Sîn-Mîm âyet-i celîlesinin ki bu müteşâbihâtdır, bunun tefsîrinde, ki yerlerini de gösterebilirim, birisi İbn Kesîr Tefsîri ve Tefsîr-i Taberî, arzu edenlerin aynı âyetin tefsîrine bakmalarını ricâ ediyorum. Bu tefsîrler Arabiyyü'l-ibâredir, Arapçadır, isteyenler bunları yani bu anlatacağım kıssayı kendi lisânlarına çevirerek anlayabilirler. Yani Arapça bilen bir kimseye mürâcaat ederek. Şurda bir kıssa var, şöylece. Bir zât, İbn Abbâs'a geldi, dedi ki, "Efendim, Kur`ân-ı Kerîm'in bazı sûrelerinin başlarında müteşâbihât var, yani Elif-Lâm-Mîm, Elif-Lâm-Râ, Tâ-Sîn-Mîm, Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sad gibi. Bunların ma'nâlarından bize haber verir misiniz, ezcümle Tâ-Sîn-Mîm ne demekdir?". İbn Abbas ona dedi ki, "Seni alâkadar edecek bir ma'nâ yok orda, senin işin değil o, sen git, Allah'ın kitâbını oku, emirlere ve nehiylere ve duâlara bak, kıssaları oku, ibret al. Senin bu işi anlaman lâzım değil". O adam mahzûn oldu ve İbn Abbâs'ın huzûrundan ayrılırken, İbn Abbâs'ın yanında bulunan Huzeyfetü'l-Yemânî ki Peygamber'in sırdaşı idi, o dedi ki, "Gel, gel, ben sana anlatayım onu, hadi bir parça öğren. Bir şehir olacak, yani bir şehir yapılacak. O şehrin ortasından bir nehir akacak, o şehri ikiye ayıracak, kıyâmete yakın bir zamanda, Peygamber'in sülâlesinden Abdülilâh nâmında bir zât, bu zâtı katledecekler, sonra onu katledenleri de sabaha karşı ateş gelip yakacak yani onları da sabaha karşı silahla katledecekler"
O zâta bu haber verildiği vakit, ne Bağdad şehri vardı, yokdu şehir filan hiç bir şey, Bağdad'ı sonradan imâr etdiler, Abbâsîler bir Bağdad şehri ortaya koydular ve netekim de 1958 senesinde, Peygamber sülâlesinden Abdülilâh katlolundu ve Faysal katlolundu ve onu katleden Kâsım'ı da sabaha karşı aynen ateşle katletdiler. Bu kıssa yukarıda isimlerini saydığım Taberî ve İbn Kesîr tefsîrlerinde mevcûddur ki vaktiyle yazılmış yani bundan bin sene evvel yazılmış tefsîrdir.
Bunun gibi nice esrâr-ı ilâhî, Kur`ân'da mevcûddur, ama anlayana, görene, köre ne!
İstanbul'un fethi, Türkler tarafında İstanbul'un fethi Kur`ân'da mevcûddur ve o âyetden bakarak İstanbul üzerine gitdiler ve İstanbul'u feth etdiler. "Beldetün tayyibe". Sûre-i Sebe'de. Sûre-i Sebe'deki "beldetün tayyibe" âyet-i celîlesinin târihi ile, Arabî hicrî olarak, 857'de İstanbul feth olunmuşdur. Denizlerden bir katre, şemsden bir zerre olarak bazı esrârı fâş etdik.
Kur`ân-ı Mübîn bir tezkiredir. Kendinden gelen enbiyâyı tasdîk eder ve etdirir. Bizden evvel geçen ümmetlerin, Allah'a inanmayanların başına gelen felâketleri göstererek bizleri hakka, doğruluğa, sadâkate davet eder, emirleri ve nehiyleri ile insanlara insanlığı bildirir, muhabbeti arttırır, derdlilerin derdine dermân olur. Bütün hayırlar ondadır. O, Hakk tarafından gelen bir göz gibidir. O gözü kim takarsa, hak ve hakîkati ayırır, hak ve hakîkati kabûl eder ve bâtılı ve hakkı ayırır.
Dağlara nâzil olan Kur`ân dağları eritirdi ve dağları dümdüz ederdi, işte bu âyet-i Kur`âniyye buna nâtıkdır : "لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُّتَصَدِّعًا مِّنْ خَشْيَةِ اللَّهِ lev enzelnâ hâze'l-Kur`âne 'alâ cebelin le raeytehû hâşi'ân mütesaddi'an min haşyetillah". Eğer biz Kur`ân'ı dağlara indirseydik, dağlar haşyetullah ile erirdi. İnsanoğlu dağlardan kavî olduğu için, tecelliyâtı ilâhî dahi insanoğluna olmuşdur. Ashâbın beyân etdiğine göre ve haber verdiğine göre, Cenâb-ı Peygamber'e deve üstünde Kur`ân nâzil olduğu vakit, Kur, ân'ın şiddet ve dehşetiyle deve çökmüşdür.
Kur`ân, peygamberlere muhabbet etdirir ve peygamberleri körü sıfatlardan arıtır. Îsâ Peygamber'i berâat etdirmiş, bir âyet olduğunu haber vermişdir. Babasız dünyâya gelmesinden dolayı. Îsâ aleyhisselâm, babasız geldiği için, onu bir âyet olarak Kur`ân haber vermiş, mukaddes annesi Meryem'i kötülüklerden tathîr etmiş ve sıddîka olduğunu i'lân etmişdir. Mesîh olduğunu haber vermişdir. Ve bi-iznillah ölüleri diriltdiğini ve a'mâların gözünü açdığını ve cüzzamlılara şifâ verdiğini i'lân etmişdir. Ve Îsâ'nın şânını bildirmişdir. Kur`ân, ibret kitâbıdır. Kur`ân, sadâkat kitâbıdır. Kur`ân, aşk ve muhabbet kitâbıdır. Bizlere enbiyâ muhabbetini aşılayan Kur`ân'dır. İnsanın halîfetullah olduğunu Kur`ân haber vermişdir.
Kur`ân, okunmaya doyulmaz. Herhangi bir kitâbı birkaç defa okusak bıkabiliriz ama Kur`ân okundukça okunacağı gelir. Okuyanın iştahı açılır.
Kur`ân'ın mucizâtından bir tânesi de beş yaşında bir çocuk, 114 sûre, 6666 âyet olan Kur`ân'ı hıfz eder. Hiç bir dînin sâliki ve ruhbânı, kendi kitâbını ezberlemesi mümkün değildir, belki bazı pasajları ezberleyebilir, halbuki Kur`ân-ı Kerîm'i beş yaşında bir çocuk ezberler. Her asırda binlerce, yüz binlerce hâfız mevcûddur.
"İnsan hâdis olduğu hâlde, Kur`ân kadîmdir ve Allah'ın kitâbıdır, nasıl hıfz edebilir", diye sorulursa ve "kadîmi hâdis olan insan nasıl okur?" denirse, Hâfız olan Allah Kur`ân'ı hıfz etdirmişdir ve hâfızın ağzından gene Kur`ân'ı okuyan kadîm olan Allah'dır.
Sûre-i Hadîd'de Allah'ın arş üstüne istivâ etdiğini az evvel hâfız efendiler okudular ve tefsîri de yapıldı. Arş, iki kısımdır. Birisi arş-ı sûrî, diğeri arş-ı hakîkîdir. Arş-ı sûrî, Allahu Teâlâ'nın makâmını bildiği bir yerdir, insanlar onu bilemezler ancak elfâz ile bilirler. Arş-ı hakîkî ise Sadr-ı Muhammediyyetdir. İşte Muhammed aleyhisselâma vâris olanlar, bu kitâbı ezberlerler ve o arş-ı hakîkiye istivâ eden Allah, Kur`ân'ı okur, hâfızın ağzından.
Kur`ân-ı Kerîm mücerred Arabî harflerle ifâde edilmez, bütün kâinât Kur`ân'dır. Bu kâinât Kur`ân'dır. Zîrâ okuyabilen için seriyyeden süreyyâya kadar kitâbdır, risâledir. Kur`ân'ı melekler okur, Kur`ân'ı âşıklar okur, Kur`ânın ahkâmına sâdıklar riâyet eder.
Kur`ân bir habldir, ipdir, bir ip gibidir, bir ucu Allah'ın yed-i kudretindedir, diğer ucu beşeriyyete uzatılmışdır. Her kim bu ipe tutunursa, Hakk'ın rızâsına, rıdvânına, cennetine ve cemâline ve zâtına erişir. Kur`ân'ı oku ki her derdine şifâ bulasın.
Kendisine Kur`ân'ın nâzil olduğunu Peygamberimiz şöyle haber vermekdedir. "Yaşım otuza vardıkdan sonra bana yanlızlıklar sevdirildi" diyor Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi vesellem. "Hıra dağına çekilmem bana bildirildi ve sevdirildi". O dağ ve o mağara Mekke-i Mükkereme'nin civârındadır. Orada senelerce riyâzat yaparak Allah'a ibâdet eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın kendi haber verdiğine göre,
Günlerden bir gün Cebrâil bana geldi, Cebrâil nâmındaki melek. Nûrlu, güzel yüzlü bir zât idi. Bana sokuldu, ben onu görünce ayağa kalkdım ve ona doğru yürüdüm. Bana dedi ki, "Oku" dedi. Ben dedim ki, "Ben okumak bilmem" dedim. Beni kucaladı ve sıkdı. Öyle bir sıkdı ki kemiklerim birbirine girdi. Sonra gene bana "Oku" dedi, "Mâ ene bi kâriin, ben okumak bilmem" dedim. Sonra gene beni kucakladı ve sıkıştırdı, sonra gene "Oku" dedi. Gene ben tekrâr etdim, "Ben okumak bilmem dedim". Üçüncü sefer beni gene sıkdı, öyle bir sıkı sıkdı ki, bütün kemiklerim birbirine geçdi ve "İkra' bismi rabbikellezî halak", "Yaradan Allah'ın ismiyle oku", dedi. "Halakal insâne min 'alak", "etden, kan pıhtısından insanı halk eden Allah'ın ismiyle oku" dedi. "İkra' 'alleme bil kalem", "Kalemi insana bildirdi, talîm etdi, okumayı ve yazmayı talîm etdiren Allah'ın ismiyle oku" dedi. "İnsana bilmediğini öğreten Allah'ın simiyle oku" dedi.
İşte buraya kadar, ilk âyet bana böyle nâzil oldu. Korkmuşdum, titriyordum. Süratle dağdan aşağı indim. Semâdan bir ses geldi kulağıma, "Yâ Muhammed" diye. Başımı kaldırıp semâya bakdığım vakit, az evvel bana Kur`ân'ın talîme den zâtın vücûdu şark ile garbı, doğuyla batıyı kaplamışdı. Koşarak Hatîce'nin evine geldim, âilemin evine. Korkuyordum ve titriyordum. "Zemmilûnî zemmilûnî yâ Hatîce, beni ört, ört, beni bastır, ben titriyorum" dedim. "Ben gördüğümü gördüm. Acaba bu benim gördüklerim nedir? Akıl hastalarının gördüğü bir şey midir, cinlerd midir, yoksa Hakk'ın meleği midir?". Hatîce bana dedi ki, "Sana cinler ve hayaller görünmez. Sen insanlara merhametlisin. Sözünde sâdıksın. Ağlayanın gözyaşını silersin. Yetîmleri okşarsın. Senin gibi bir kerîm zâta cin görünür mü? Benim evvelden rüyâ görüp bir peygambere varacağımı haber vermişler idi, sen işte peygambersin, son peygambersin. Îsâ Peygamber'den sonra gelen peygamber sensin"dedi.
Gene melek gelmişdi ve bana diyordu ki, "Yâ eyyühel müddessirü, ey yorganlara bürünmüş, kendini örtmüş olan Muhammed, kum fe enzir, kalk, kavmini Hakk'ın celâliyle, heybetiyle, azametiyle korkut ve insanları Allah'a davet et. Allah'ı tanımayanların istikbalde görecekleri cezâ ile onları korkut ve haber ver onlara. Ve rabbeke fe kebbir, Rabbini tekbîr et, yücelt, O'nu tesbîh et, O'nu takdîs et. Ve siyâbeke fe tahhir, temizliği emreyle, sen temizsin, temizliği emreyle ki bütün beşerin zâhiri ve bâtını temiz olsun, nûr-i îmân ile tezyîn olunsun. Zîrâ insanın kalbi sarây-ı ilâhîdir, sarây-ı lâhûtîdir". İkinci seferde de bu âyet-i celîle nâzil olmuşdu.
İşte 6666 âyet-i kerîmeden en evvel bu âyetler nâzil olmuş, sonu da Haccetü'l-Vedâ'da, "fettekû yevme türce'ûne fîhi ilallah, o günden korkunuz ki, o gün Allah'a döneceksiniz ve bu dünyâ hesâbını Allah'a vereceksiniz, o günden korkunuz" emriyle Kur`ân tamâm olmuşdur.
Kur`ân kâfirleri, münkirleri korkutur. Allah'ın azâbının olduğunu, Allah'ın celâlinin olduğunu haber verir ve tehdîd eder. Tehdîd etmesinin altında da yine rahmet vardır. Bir baba çocuğuna, "Senin gözünü çıkarırım" dese, buna kendisi râzı mıdır? Babanın oğluna olan muhabbeti ve şefkati mahdûddur. Allah'ın rahmetine nihâyet yokdur. Böyle rahmetlerin rahmetine mâlik olan Allah hiç kuluna karşı bu şekilde muamele yapar mı? O bir merhamet-i ilâhîdir ki, bu tehdîdle onları doğru yola getire. Kâinâtda Hakk'dan gayrı bir nesne yokdur. Kur`ân mü'minleri, îmân edenleri, âşık-ı sâdıkları, müjdeler, tebrîk eder, teşvîk eder. Tebşîrât-ı Kur`ân da kula rahmet, tenzir-i Kur`ân da yani Kur`ân'ın korkutması da kullara rahmet ve aynı zamanda tebşîrâtı da rahmetdir. Allah güzeldir ve dâimâ O'ndan güzellik gelir. Kerîmden kerem umulur zîrâ Allah kerîmdir. Allah gafûrdur, kendine rücû edenleri affeder. Allah settârdır, kulların suçlarını örter. Eğer kulların suçlarını örtmeseydi, birbirimizin yüzüne bakabilir miydik? Kulların görmedi yerde gönüllerimizi pas etdik. Halk içinde güzelliklerimizi yani güzel taraflarımızı gösterdik. Eğer halkdan gizli olarak yapdığımız suçları Allah ortaya açsaydı, setretmeseydi kim kimin yüzüne bakabilirdi?
www.muzafferozak.com