Kur`ân-ı Kerim ve Takvâ - Hutbe - 12 Şubat 1982

31 Aralık 2020 tarihinde yayınlanmıştır.

Hutbe

HUTBE

Kâlallahu te'âla fî kitâbihi'l-azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
الٓمٓۚ * ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ * اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ* وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ * اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ 
Elif-Lâm-Mim. Zâlikel kitâbu lâ raybe fîh, hüden lil muttakîn. Ellezîne yü’minûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn. Vellezîne yü'minûne bimâ ünzile ileyke vemâ ünzile min kablik ve bil âhiretihüm yûkinûn. Ülâike 'alâ hüden min rabbihim ve ülâike hümül müflihûn.
Sadakallahü'l-azîm.

Yüzleri îmân nûruyla münevver, gönülleri ve kalbleri aşk-ı Muhammed'le sürûrlanan, Allah'a kul olmak şerefini ihrâz eden ve mü'min sıfatına lâyık olan, kıyâmet gününe inanan, Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olanlar!

Size gül bahçesinden bir gonca sunmuş idik, bundan evvel aynı âyet üzerine. Aynı âyetden bir mikdar daha bahsedeceğiz, nasîbimiz kadar bu âyetden nûrlanacağız. Geçen hafta size söylemişdik, Kur`ân-ı Kerîm, ancak Allah'dan korkanlara söyler. Misâlini vermişdik, Hazret-i Ömer'in îmândan evvelki hâli ve îmândan sonraki hâli. 

Bu korkuların çeşitleri ve nevileri vardır. Kimisi Hakk'ın cehenneminden korkar. Kimi ölümden korkar. Kimi kabirden korkar. Kimi mahşerin şiddet ve dehşetinden çekinir. Kimisi cehenneme girmekden, cehennemin ateşinden, zebânîden korkar. Kimi kul da vardır ki, "Rabbim bana kulum demezse benim hâlim nice olur?" diye korkar.

Çünkü Allah'a kul olan, iki cihâna sultân olur. Kim ki bu şerefi ihrâz eder, Allah'a kulluk eder, abidlik yapar, o iki cihâna sultân olur. Görmüyor musun, Sultân-ı enbiyâ, burhân-ı asfiyâ, habîb-i Hudâ, Cenâb-ı Muhammed Mustafâ, Allah'ın sevgilisinin abdiyyeti risâletinden evveldir. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh"dür. Yani Resûlullah'ın abdiyyeti ile bizim abdiyyetimiz bir değildir. Biri seriyyede biri süreyyâdadır. Yani bütün cihânın cinnisi, melâikesi, insânı, peygamberi, hepsinin abdiyyetini, öyle farz etsek, terâzinin bir gözüne koysak, Resûlullah'ın abdiyyetini terâzinin diğer gözüne koysak, ağır gelir. Sen de Allah dersin, ben de Allah derim, O da Allah der, elfaz birdir ama ma'nâsı, ondaki bulunan esrar ayrı ayrıdır. 

Hani Hayder-i Kerrâr Ali radıyallahu anh Hazretlerine birisi geldi, "Şeyenlillah yâ Ali" dedi. Hazret-i Ali yerden bir avuç kum aldı, üzerine bir şey okudu ve o zâta verdi. Bir avuç altın olmuşdu.

Sakın çok görme, safsata deme sakın ha! Bir veliyyullaha böyle şeyi çok görme. Ali, velîlerin başıdır. Resûlullah, "Benim nûrumla Ali'nin nûru birdir" diyor. "Bir nûrdanız biz" diyor Fahr-i risâlet. Onun için çok görme öyle velîlere. "Efendim aklım almıyor". Senin aklın ve benim aklım, dünkü aklımızı beğenmiyoruz, anla sen vaziyetimizi. "Bugünkü aklım olsaydı" diyorsun. Akıl insanı bir mertebeye kadar götürebilir. Bazı esrâr-ı ilâhî vardır, onu akıl tartmaz. O terâzi durur. Bize verilen akıl mahdûddur yani hudûdludur. Esrâr-ı ilâhî nâ-mahdûddur. 

O zât, o altınları harcadı, geldi İmâm Ali'ye, dedi, "Yâ İmâm, Allah râzı olsun, bundan evvel gelip sana boyun bükmüşdüm, bir şey vermişdin bize, gene ihsân et". Gene yerden bir avuç kum aldı, gene üzerine bir şey okudu, ona verdi, gene altın olmuşdu. 

Çünkü ehlullah hâke bakarsa, yani toprağa bakarsa, onu iksîr eder. Taşa baksa, altın eder. Velîler bunlar yani Allah velîleri. Allah velîlerinin de başı, imâmı Hazret-i Hayder-i Kerrâr'dır yani Hazret-i Ali kerremallahu vecheh.

O zât dedi ki, "Bunu böyle yapacağımıza, siz bir şey okuyorsunuz, bana bunu öğretseniz" dedi. "Bunu öğrensem de gelip sizi ikide bir rahatsız etmesem" dedi. "Öğreteyim" dedi, "Sûre-i Fâtiha okuyorum ben" dedi. Sûre-i Fâtiha yani Elham okuyor.

Bu Elham, biliyorsunuz ki, hepiniz işittiniz, duydunuz, dört kitâbın ma'nâsı bu "اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ elhamdü lillahi rabbi'l-âlemîn" sûresindedir. Anlayan için tabii. Bu Elham'ın ma'nâsı dört kitâbı, yüz suhufu hâmil olduğu gibi, bu Elham'ın ma'nâsı da "بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ bismillahirrahmânirrahîm"in içinde mündemicdir. Besmelenin de esrârı "be"sinde, "be"sinin de esrârı noktasındadır diyorlar. Benim sözüm değil. Tabii bunları anlamak için âşinâ gönül gerekdir, îmân gerekdir, îkân gerekdir yani yakîn. İnsan görmeyince, başına gelmeyince bilmez.

"Yaa! Ben o sûreyi bilirim yâ İmâm", "İşte ben onu okuyorum" dedi. Aldı okudu. Hazret-i İmâm bir nazar edip bir defa ile yapıyordu o işi, o yetmiş defa okudu, yedi yüz defa okudu, yedi bin defa oldu, olmuyor. Gitdi, "Yâ İmâm, okudum ama olmadı" dedi. "Hem de çok okudum, yedi bin defa okudum". "Sûre bir ama ağızlar ayrı ayrı" dedi. "Ali ağzı olması lâzım" dedi. Acaba anlatabildim mi? 
Sûre bir olur, Allah lafzı bir olur da, ağızlar ayrı ayrı olması lâzım. Yani kulun Allah'a kurbiyyeti lâzımdır ki sözü tutula. O ma'nâya. Vüdûdunda haram lokma olan bir kimsenin duâsı müstecâb olmaz, reddolunur. Allah mü'minlerin her duâsını kabûl eder. Hepsine de cevâb verir Allah. Ama bir çok isteklerimiz var, elimize gelmiyor, bunun esrârını bilemiyoruz, neden olduğunu. Fakat gene yevm-i kıyâmetde arzuların ve isteklerin önüne gelecekdir senin. Çünkü mü'miniz, mü'minin duâsı reddolunmaz. Serîan istiyorsan helâl lokma ye. Helâldan kazan, helâla sarf et. Allah'ın emirlerine sıkı sıkı yapış, severek, muhabbetle yap. Yasaklarından da Allah'dan korkarak kaçın. O vakit işin rengi değişir. Hakk sana yakındır sen de Hakk'a yakın olursun. Nereye gidersen git, Hakk seninle beraberdir, bunu unutma sakın ha, seni görmekde.

Elfaz bir olur ama ağızlar ayrı ayrı olur. Onun için insan evvelâ ağzını tathîr etmeli, sonra midesini tathîr etmeli, daha ondan önce de kalbi tathîr etmeli, gözünü tathîr etmeli, kulağını tathîr etmelidir. Yani Allah'ın sevmediği şeylere bakmamalıdır göz. Göz bakdığı vakit, ibret ile bakmalıdır, ihânetle bakmamalıdır. İbretsiz göz, sâhibinin düşmanıdır ve o sâhibi bilmeyerek düşmanını başının üzerinde taşımakdadır. Öğüt almayan kulak da öyle, senin düşmanındır, sen düşmanını başında taşıyorsun, mâdem ki öğüt almıyor kulağın senin.

Gene bir kıssa hatırıma geldi, söyleyelim, vakit dar ama söylemeden geçmiyeceğim. 

Eskiden Türk pâdişahları, kumandanları harbe gitdikleri vakit, Allah'a nezr ederler. "Yâ Rabbi, muzaffer olursam, üç câmi, beş câmi yaptıracağım" diye. Geldiği vakit, o zaferin anıtı olarak bir câmi yaptırırlar idi. O devir öyleymiş. Yıldırım Han da yedi kıralla çarpışacak. Niğbolu üzerine gidiyor. Bilmem kaç câmi adamış, hatırımdan çıkdığı için adedini söyleyemeyeceğim, hatırımdan çıkmış. Ya yirmi, ya kırk câmi adamış. Gitdi, muzaffer oldu. Niğbolu önünde yedi orduyu sırt üstü yere getirdi. Ehl-i salîbi bozdu. Yıldırım Han. Çünkü Allah'lı gönül, az da olsa, çoklara gâlib olurlar. İş îmândadır. Onun için Allah gene Kitâb-ı Kerîminde, "كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللَّهِ ۗ وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ kem min fietin kalîletin galabet fieten kesîraten bi iznillah, vallahu ma'as-sâbirîn" buyuruyor. Az kuvvetler çok kuvvetlere gâlib oldular. Ama îmân, îkân ve  sabır, çünkü sabır îmânın nısfıdır, bunlara riâyet ederek. Yedi kıral mağlûb olmuşdu. Değil yedi kıral yetmiş kıral gelse gene mağlûb olurdu. Çünkü ordunun gönlünde, her bir askerin, her bir islam neferinin gönlünde bir îmân atomu vardı. Onun karşısında kim durabilir. Gönüllere atom koymuşlar, îmân atomu. Gâlib oldu ve geldi. Dediler ki, "Kırk câmi yaptıracağına yâhud yirmi câmi yaptıracağına"...

Bursa'da Câmi-i Kebîr var, gittiniz mi? Bursa'ya gittiğin vakitde, ziyâret et. Ama biz üşeniyoruz, tembeliz. Herif Amerika'dan gelir, Süleymâniye'yi ziyâret eder, bizim Türkler buraya gelip de, yâhud İstanbul'da oturur da bir defa Süleymâniye'ye gitmemişdir, Süleymâniye Câmisine. İnsan merâk eder yâhu, ne var bunun içerisinde diye. Bizde her şey silinmiş böyle, ne olduysa bize, bir tuhaf olmuşuz.

O devrin ulemâsı dediler ki, "Bir câmi yap, kırk kubbeli olsun, yâhud yirmi kubbeli olsun, onun yerine kâim olur". Ve büyük Câmi-i Kebîr'i Yıldırım Han yaptırdı. Niğbolu zaferinin âbidesi olmak üzere yaptırdı, Niğbolu seferinin, zaferinin ve seferinin. Fakat gizli gizli bazı kabahat yapardı yani Âl-i Osmân'dan ilk içki içen adam. Halka göstermez ama gizli gizli içki içermiş kendisi. Zannediyor ki kimse bilmiyor zannediyor. Halbuki bilenler biliyorlar. Allah biliyor, Allah'ın bildirdikleri de biliyorlar, hattâ mü'minler de bilir. Çünkü Resûlullah, sallallahu aleyhi vesellem, şöyle buyurmuşdur : "İttekû firâsete'l-mümini fe innehû yenzuru bi nûrillah, mü'minlerin ferâsetinden korkunuz, onlar Allah nazarıyla nazar ederler ve görürler" diyor Cenâb-ı Peygamber. Onların gözlerinde perde yokdur.
Meselâ huzûr-i Osmân'a sahâbeden birisi geliyormuş, hatırıma geldi, söyleyeceğim. Huzûr-i Osmân ibn Affân'a geliyormuş, yolda bir kadına şehvet nazarıyla bakmış. Huzûra girmiş, İmâmü'l-Mü'minîn Hazret-i Osmân ibn Affân ona döndü, "Git yıkan da gel" dedi. Dedi, "Efendim ben temizim, bir şeyim yok". "Hayır" dedi, "sen harama bakmışsın, göz zinâsı yapmışsın, yıkan, gel huzûruma" dedi. Yani görürler. "İttekû firâsete'l-mümini fe innehû yenzuru bi nûrillah".

Sultan bilmiyor, içki içdiğini kimse bilmiyor diye. Şeyhi, mürşidi olan  Emir Sultan biliyordu. Câmiyi gösterdi şeyhine, mürşidine, "Efendi nasıl?" dedi. "Câmi çok güzel olmuş ama eksiği var" dedi. "Nedir?", "Câminin dört kapısına dört tâne meyhâne yaptır" dedi, onlar eksik" dedi. "Aman" dedi, "Efendi Hazretleri senden böyle söz sâdır olur mu?. Allah'ın beyti yanına meyhâne yapılır mı?" deyince, "Burası" dedi, "sûrî beytdir, asıl beyt kalbdir, Allah'ın beyti kalbdir. Sen hakîkî beytin yanına meyhâne yapıyorsun, içki içiyorsun, dolduruyorsun mideni şarâb ile, şimdi câminin kapısına meyhâne yapmaya korkuyorsun, çekiniyorsun, olur mu diyorsun bana" deyince sultan, tövbe etdi. Söyleyiverdi yüzüne karşına böyle.

Sonra câminin resm-i küşâdı yapılacak, o devirde, Emir Sultan, ona söylediler, dedi, "Benden daha yükseği var bu memleketde" dedi. Kimdir? "Somuncu Baba var" dedi, "Hamîdüddîn Aksarâyî Hazretleri, onu çağırın, o gelsin derse, o yapsın câminin resm-i küşâdını" dedi. Hazret geldi, kürsüye çıkdı. En büyük âlimler de oraya geldiler. Meselâ o devirde en büyük âlimlerden, zâhir âlimlerden bir tânesi, Molla Fenârî idi, diğerin arkasına oturdu, dinleyecek Şeyh'i. Şeyh, Sûre-i Fâtiha'yı yani okuduğumuz Fâtiha Sûresini, Elham'ı, yedi ma'nâ ile ma'nâ verdi. Yedi ma'nâ.

Neden? Çünkü îmânının nûru ne kadar çok olursa, o kadar Kur`ân'ı anlayabilirsin, Kur`ân sana öyle söyler. Bunun başı verâ ve ittikâdır. Yani Allah korkusudur. Bir iş yapacağın vakit, Allah'ın bunda rızâsı var mıdır, yok mudur diye düşünmeye başladığın gün, insan olmuşsundur demekdir. Yani îmâna muhâtab oldun demekdir. Yoksa hayvan gibi, onu aldık yedik, bunu aldık yedik filan, haram-helâl anlamıyoruz, Allah korkusu, Allah mükâfâtı, ne cennet, ne cehennem, ne ahret, ne dünyâ, mücerred iki yere hizmet ediyoruz, bir ağzımızla bir mutfağa, bir mutfak ile bir helâya, o vakit anlayamazsın bir şey. Dinlersin, hâfızın sesini belki duyarsın. Onu bile duyamazsın, zevk vermez sana. Mutlakâ îmân olması lâzım, şart.

Yedi ma'nâ verdi Hazret-i Şeyh. Birinci ma'nâyı herkes anladı. İkinci ma'nâyı biraz ders görenler anladılar. Üçüncü man'âyı dersiâmlar anladı, dördüncü ma'nâyı yüksek âlimler anladılar, beşinci ma'nâyı ruûs olan kişiler bildiler, resiler yani âlimlerin reisleri, altıncı ma'nâyı, dedi ki Hazret-i Şeyh, "Bunu direğin arkasında bir zât duruyor, o bilir bunun ma'nâsını" dedi. Yedinci ma'nâyı verdi, "Onu da karadayı bilir" dedi. "Bunu kimse anlamaz" dedi. Ve Hazret çıkdı câmiden, dört kapıdan dört tâne adam çıkdı. Âmentünün rüknünden değil, ama bil ki Cenâb-ı Hakk evliyâullaha bu kudreti vermişdir. Kırk tâne olurlar yani kırk yerde görünebilirler. Molla Fenârî, başında sarık, müftiyyülenâm olmak münâsebetiyle kendine yediremedi, gizli sokaklardan Hazret-i Şeyh'in somasına gitdi, dervîşleriyle beraber oturdu. Hazret-i Şeyh geldi, "Oooo şeyhülislâm efendi burdasınız, müftiyyülenâm efendi burdasınız, mâşâallah. Sebeb-i ziyâretiniz?". "Efendim, biz de ulûm-i âliyye okuduk ama verdiğiniz ma'nâlara hayrân oldum. Bana talîm etmez misiniz bu ma'nâyı?" dedi. Dedi ki, "Evlâdım, sen bunu yapamazsın" dedi. "Yapacağıma kâilim efendim" dedi. "Peki öyleyse bir deneyelim" dedi. "Bizim eşeğe bin"...
Ekseriyâ evliyâullah ve enbiyâ, merkebe binmişlerdir yani eşeğe. Mütevâzi olur insan. Ata binerse tekebbür eder. Onun için velîler ve nebîler, Peygamberimizin de Yâser nâmında bir merkebi vardır. İnşâallah bir gün yeri gelirse anlatırız. Ve intihar etmişdir, Efendimizin vefâtrından sonra, intihar etdi, o Yâser nâmındaki merkeb. 

"Bizim eşeğe bin, şöyle Bursa'yı bir dolaş, sarayın önünden bir geç bu elbiselerinle beraber. Sonra buraya gel sana talîm edelim" dedi. Bir düşündü Hazret-i Molla Fenârî, dedi Şeyh'e ki, "Valla ben nefsime danışdım Efendi, ben bunu yapamayacağım" dedi. "Haydi sen git şimdi bir Fâtiha tefsîri yaz. Mâdem ki tevâzû etdin, benim dervîşlerimle bir yerde oturdun, bana bende oldun demekdir, haydi git yaz" dedi. Hazret yazdı, Aynü'l-A'yân diye bir Fâtiha tefsîri, tasavvufdan, isteyen dişi sağlamsa gelsin okumaya. Yani Şeyh'in bir nazarıyla Molla Fenârî yazdı. (Efendi Hazretleri bu hutbelerinde Molla Fenârî'nin yazdığı tefsîrin ismini verirken, ne hikmetse Ankaravî Hazretlerinin "Fütûhât-ı Ayniyye" isimli tefsîrini zikretmişlerdir. Halbuki bu kıssayı anlattıkları diğer bütün sohbetlerinde ve hutbelerinde bu eserin adını Aynü'l-A'yân diye zikretmişlerdi, biz de o yüzden böyle yazdık)

Molla Fenâri çıkardı bir mikdar para, dedi ki, "Şunu alın dervîşlere harcayın" dedi. "O parayı biz yiyemeyiz" dedi. "Bizim dervîşler de yemezler". "Neden?", "Yiyemeyiz, paranızı alın siz". Dedi, "Vallahi bu devlet parası değil, aldığım maaşdan vermiyorum size bunu, belki hakkıyla hak edemiyorum memuriyetimi, haram olur, onu düşünüyorsunuz. Bu benim ceddimden ve çiftliğimden gelen paradır" dedi. "Peki öyleyse, bir deneyelim bakalım" dedi Hazret-i Şeyh. O paranın bir mikdarıyla, biraz arpa ve saman aldırdı, sonra eşeğinin önüne koydurdu, eşek geldi samanla arpayı kokladı, yemediği gibi döndü üzerine işedi. "Efendi" dedi, "Sen bize bak nasıl para ikrâm ediyorsun, bizim karakaçan bile bunu yemiyor, bu parayı. Sen paranı al git, başka yerlere taksîm et" dedi. "Bu bizim kazana girmez "dedi. Geçiyoruz.

Şimdi görüyorsun ya bak, Hazret-i Velî de, Kur`ân-ı Kerîm'i yedi ma'nâyla tefsîr eyledi. Bir insanın ittikâsı, verâı ne kadar çoksa, Allah'a ne kadar yakınsa, o kadar hidâyet alırsın ve Kur`ân'ı öyle anlarsın, öyle söyler sana Kur`ân-ı Kerîm. Hem de sessiz, sözsüz, cihetsiz söyler. Hattâ o hâl gelir ki, bir fenâlık yapacağın vakitde sana Kur`ân'dan bir âyet okurlar. Meselâ birini gıybet edeceksin, çekiştireceksin, değil mi, "وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًاۜ velâ yağtab badüküm bağdâ" derler. Bunu melekler yapar. Allah kulunu severse, bizâtihî kendi de ona ilhâm eder. Bu ilhâm, "Yâ Selâm" esmâsıyla gelir. Evvelâ "Yâ Selâm" esmâsı, arkasından emir yâhud nehiy gelir. Olu bu kullara, çünkü biz Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmın ümmetiyiz, Allah'a pek kıymetliyiz. Şerefimiz, Hazret-i Muhammed aleyhisselâma bende olmakdandır. Şerefimiz ondan. 

İşte bu müttakîler, "يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ yü'minûne bi'l-gaybi", gayba îmân ederler. Gayb, bir mertebeye kadardır. Bir zaman gelir gayb perdeleri kaldırılır. Ne vakit ki ölmeden evvel ölünür, Allah'a teslîm olunur, mûtû kable en temûtu sırrını fehm eyleyen, haşr u neşri gördü bunda nefha-i sûr olmadan, her şeyi görürsün. Âhiretin her bir remzi dünyâda bâkîdir ve cârîdir. Ne varsa âhiretde, Allah bir numûnesini dünyâya vermişdir ama görene, köre ne!

Meselâ ölümden sonra dirilmek. İşte rebî geliyor, ilkbahar. Ölü toprak dirilecek, ölmüş nebâtât, yerlerinden fırlayacak, fışkıracak, kalkacak, ortalığı yeşillendirecek, rengârenk. İnsanlar da böyledir, mahşer gününde. Hepimiz birer tohumuz. Bizi toprağa ekecekler, toprağın içerisine. Bu dünyâda ekdiğimiz tohum, altı ay sonra, yedi ay sonra yâhud üç ay sonra verecek, bizim öyle değil. Bizim ne kadar? İşte mâşâallah, kıyâmet gününde, her kabirde ekilen tohumlar ki biz tohumuz, içimizdeki nüvemiz, ma'nâmız meydana çıkacakdır. Ne taşıdık bugüne kadar dünyâ yüzünde? Nasıl dolaşdık? İçimiz başka dışımız başka mı?
Mü'minler, saâdete ereceklerdir, mü'minlere saâdet vardır, selâmet vardır, refah vardır, necât vardır. Îmânının derecesine göre Hakk ona in'âm ve ihsân eder. Zâhidlere cennet, hûri, gılmân vardır. Âşıklara cemâlullah vardır. Hiç kimse mahrûm olmaz. Kâfir de öyle. Herkes yapdığının cezâsını görür, kimseye zulm olunmaz. Hiç kimsenin hakkı kimseye geçirilmez. Dünyâ mahkemesine benzemez. Çünkü o günün Hâkim-i Mutlak'ı Allah Celle Celâluhû Hazretleridir. 

Soruya girildiği vakit, sen dünyâda yalan söyleyip adâleti, mahkemeyi yanıltabilirsin, ama orada bu yalanı söylemeye kâdir değilsin, ya da ben, söyleyip mahkemeyi kandıramayız orda. Neden? Çünkü ağız konuşmayacak. Yani ağzı konuşturan Allah eli konuşturacak. Câiz ya, ağız konuştuğu gibi el de konuşacak. Görmüyor musun, bir sinire işittiriyor, bir kemiğe işittiriyor, bir ete söyletiyor Allah. Onun için biz gene Kur`ân-ı Kerîm'den haber verelim, Kitâb-ı Kerîm'den. Esteîzübillah, "اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰٓى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْد۪يهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ el-yevme nahtimü 'alâ efvâhihim ve tükellimünâ eydîhim ve teşhedü ercülühüm bimâ kânû yeksîbun". Biz kıyâmet gününde, ağızları mühürleriz, elleri konuşutururuz, ayakları şâhid tutarız, yapdıklarından diyor Hazret-i Allah. Hattâ insan şaşacak, kendi a'zâsı kendi aleyhine şehâdet edecekdir. El ayrı şehâdet edecek, göz ayrı şehâdet edecekdir. 

Mü'minler de böyle. Onların da yapdıkları ibâdât ü tâat, zerre kadar hayır zâyi olmayacak, herkes yapdığının mükâfâtına erecekdir. Tabii mü'minlere Cenâb-ı Hakk'ın Rahîm sıfatı tecellî edecek. Dünyâda Rahmân sıfatı tecellî etmiş, bütün mevcûdât, bundan istifâde etmişdir, münkiri, kâfiri, mü'mini, sâdıkı, yalancısı, dolandırıcısı. Ahretde Rahîm sıfatı tecellî edecek ve Ümmet-i Muhammed'e Allah'ın ayırdığı doksan dokuz rahmet, üzerine ilâve olarak tecellî edecekdir. Yani bir kerre "Lâilâheillallah" deyip bu söze sâdık olanlar, onlar cennet-i a'lâya dâhil olacaklardır. Allah'ın affın amazhar olmazlarsa, günahları mukâbili yanarlar, sonra cennete dâhil olurlar. Adâlet yerini bulur. 

Onun için o günler gelmeden evvel sen gel, belimize ibâdet kemerini bağlayalım. Allah korkulu bir kalbe mâlik olalım. Gözümüzde ibret bulunsun. Birine bak şükreyle, birine bak fikreyle. Eline beline diline sâhib ol, edeb sâhibi ol. İffetine, ırzına, nâmûsuna sahib ol, vatanına, milletine sâdık ol, insâniyyete hâdim ol. Hattâ mü'min, o kimsedir ki, onun elinden ve dilinden kimse zarar görmediği gibi, hep menfaat görür. Çiçekleri sula. Çiçekleri sulamak dahi sadakâtdır Ümmet-i Muhammed için. Allah bunu ihsân u inâyet buyurmuşdur. Çünkü her bir yaprak Allah'ı zikreder. Kâinâtda Allah'ı zikretmeyen hiç bir nesne yokdur. Mü'minlerin ellerinden ve dillerinden hayır gelir.

İbâdetini geri koma. "Tekâüd olayım, işte iki sene sonra günümü dolduruyorum, ondan sonra sen benim müslümanlığımı seyret, bak" filan deme. Bırakma o güne sakın ha! Ecelin ne vakit geleceği malûm değildir. Hazret-i Melekü'l-mevt'in nefesi olsaydı, yani nefes alıp verseydi, diyecekdim ki, nefesi omuzumuzda, ensemizde duyulmakda. Ama bil ki kılıcı ensemize sürülmekdedir. Gence ihtiyâra bakmaz, ecel gelir bulur insanı, bir daha onulmaz yaralar açılıp, merhem bulunmayan diyarlara gönderir. Ne yaparsan burada yapacaksın, âhiretin tarlası burasıdır. İbâdet ve tâatını terk etme! Lisânını zikrullah ile süsle. Sevgili Allah'ın ismi dilinde, sevgisi gönlünde olsun. Habîbi Muhammed'e öyle bir muhabbetle bağlan ki, îmânının kemâli ondadır.

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.

www.muzafferozak.com

Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 12 Şubat 1982 (17 Rebîulâhir 1402) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön