İnnâ a'teynâke'l-kevser. Fe salli li rabbike venhar. İnne şânieke hüve'l-ebter.
Sadakallahü'l-Azîm.
Hepimiz bu sûreyi biliriz. Bilmeyenler de öğrenmeleri lâzım. Kur`ân-ı Kerîm'in 114 sûresinden en kısa sûre. Üç âyet. Fakat manâ bakımından gâyetle dolgun ve olgundur. Yani Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme ihsân olunan nimet-i ilâhiyye. Manâ bakımından Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinin ihsânı, inâyeti ve Peygamberimizi taltîf ve mahzûn olan kalblerini tatyîb-i hâtır etmesidir. Çünkü Cenâb-ı Allah, yani yerin göğün sâhibi, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin mâliki olan Allah, habîbi Muhammedine yani bizim Peygamberimiz, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâma tazîm eder. Ve bu kâinâtı semâvâtı, ardı, bilinen ve bilinmeyen âlemleri, görünen ve görünmeyen mahlûkâtı Resûlullah için halk etmişdir. Onun için, Bismillâhirrahmânirrahîm, "Levlâke levlâk lemâ halaktü'l-eflâk, habîbim Muhammed, sallallahu aleyhi vesellem, eğer seni ben yaratmasaydım, bu mevcûdâtı, gördüğün bu mükevvenâtı, ne semâyı, ne ardı, ne yıldızları, ne ayları, ne güneşleri, ne deryaları, ne denizleri, ne cenneti, ne cehennemi, bunların hiçbirini halk etmeyecekdim".
Bir gördüğümüz nimetler var, bir de görmediğimiz nimetler var bizim. Dünyâda gördüklerimiz, işte gök, yer, güneş, ay, yıldız, insanlar, deryalar, denizler, ağaçlar filan. Bir de görmediklerimiz var, bunun alt tarafı var. Yani insanın vücûdunun bir zâhiri var, görüyoruz, bir de görmediğimiz kısımlar var, içimizi, kalbimizi, ciğerimizi, midemizi, barsağımızı görüyor muyuz, görmüyoruz. Dünyânın da böyle zâhiri olduğu gibi bâtını var. Bâtını, âhiret âlemi. Bir vücûdun dışarısı dünyâ, öyle farzet, iç tarafı âhiret âlemi. Onun için cennet, cehennem, mîzân, terâzî, sırât, azâb, rahmet, şu bu filan, bunları göremiyoruz. Gördüğümüz zâhir kısmı. Hani vücûdun zâhirini gördüğümüz gibi. Zâhirini görüyoruz, bâtınını göremiyoruz. Ama mâdem ki bu kâinâtın zâhiri var, bâtını var. İnsanın nasıl zâhiri var, dış tarafı var, iç tarafı da var. Bu kâinâtın dış tarafı var, iç tarafı var. Acaba anlatabildik mi?
İşte bu kâinât, gördüğümüz bu kâinât ve görmediklerimiz, yani görmediğimiz âlem, yani âhiret âlemi, bunların hepsinin sebeb-i hilkati Hazret-i Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâm hürmetine, O'nun izzetine, O'nun şerefine, halk olunmuşdur. Cennet O'nun için bezenmiş, cehennem O'nun için kurulmuş. Niye? Peygamber'i sevenler cennât-ı âliyâta, bu âlemden sonraki âlemde. Ki muhakkak bu olacak. "Efendim, giden gelen var mı?" diye bazıları söylüyorlar. Giden gelen vardır. Sen bile gidip geldin ama farkında değilsin. Sarhoşsun çünkü uykudasın. Gidip geliyorsun ama farkında değilsin. Nasıl? Uyuyorsun sonra kalkıyorsun. Bak işte gidiyorsun ve geliyorsun. Uyuduğun esnâda neler oluyor haberin bile olmuyor, değil mi? Bu sana aynı ölümün ve dirimin misâlidir yani. Bir de gene öldükden sonra dirilmeye misâl, ilkbaharda görmüyor musun, ölen toprak diriliyor, sana meyvalar veriyor, mezrûât veriyor. İşte aynı onun gibi sen de böyle. "Giden gelen var mı?". Giden gelen var. Muhbir-i sâdık olan yani sözünde sâdık doğru konuşan Hazret-i Muhammed gitdi geldi. Mirâca gitdi ya! Mirâcda o vakit Cenâb-ı Allah O'na hem cennetin derecâtını hem cehennemin derekâtını gösterdi. Bize gelip haber verdi. Hiç şimdiye kadar Peygamber'in yalanı işitilmedi. Peygamberler yalan söylemezler. Hele Resûlullah Efendimizin hiç yalanı işitilmemiş, öyle bir şey olmaz, imkânı yok. Onun için böyle dar görüşle, az bilgiyle Allah'ın kuvvet ve kudretini ölçmeye kalkanların terazisi kırılır. Anlayamazlar yani.
Şimdi, Bismillahirrahmânirrahîm, bu sûre-i celîle Peygamber'e tazîm, Allah tazîm ediyor peygamberine ve taltîf ediyor Peygamber'i ve tatyib-i hâtır yani gönlünü hoş ediyor. Sebebi ne biliyor musun? Peygamberimizin yedi tâne çocuğu oldu, yedi tâne evlâdı. Dört tânesi kız, üç tânesi erkek. Bunların altı tânesi aleyhimüsselâm, Cenâb-ı Hatîcete'l-Kübrâ, Hatîce Annemizden oldu. Bir tânesi, İbrâhim, Mâriyeden. Yani Mısır pâdişahının Peygamberimize gönderdiği bir câriyeden dünyâya geldi. Fakat li hikmetillahi teâlâ Peygamberimizin çocukları yaşamadı. Yani kendisinden evvel, Peygamberimiz âhirete intikâl etmeden, irtihâl etmeden, altı tânesi Peygamber'in hayâtındayken öldüler. Bir tânesi Cenâb-ı Peygamber'den altı ay sonra. Bu altı tâne çocuk şunlar. Ümmü Gülsüm, Rukıyye, Zeyneb, Kâsım, Tâhir, Abdullah. Bir de Fâtımetü'z-Zehrâ. Üç erkek, dört kız. O altı tâne çocuk, hepsi ne yapdılar, Cenâb-ı Peygamber âhirete intikâl etmeden, onlar öldüler. Bir Fâtımetü'z-Zehrâ, Efendimizden altı ya sonra. Fâtıme, Hazret-i Haseneyn'in annesi, Hayder-i Kerrâr, Hazret-i Ali'nin âilesi ve Resûlullah Efendimizin parçası Fâtımetü'z-Zehrâ. Peygamberimiz Fâtımetü'z-Zehrâ'ya o kadar muhabbet ederdi ki, kaç defa Huzûr-ı Nebî'ye girse yani Peygamber'in huzûruna girse Fâtımetü'z-Zehrâ, Resûlullah Efendimiz ona ayağa kalkarlardı. O kadar severdi. Ve bağrına basar, mübârek ellerini öperdi. O da Resûlullah'ın âşıkıydı. Ve netekim de Cenâb-ı Peygamber'in âhirete intikalinden sonra, Peygamber âhirete gidince, Hazret-i Fâtıme dayanamadı. Kendisine bir ev yapdı, ismini Beytü'l-Hazen yani Mahzûniyyet Evi, Ağlama Evi ismi Türkçede, Ağlama Evi koydu ismini. Ve orada ne yapdı, orada ağlaya ağlaya "Vâh ebetâ vâh ebetâ, vâh babam vâh babam" diye ağlaya ağlaya altı ay sonra o da Resûlullah'ın yanına gitdi.
Şimdi, Cenâb-ı Peygamber'in evladları böyle ölünce, bunda iki ma'nâ var. Birisi, Cenâb-ı Peygamber'in sulb-i pâkinden gelen çocuklar fâsık olsalar, Resûlullah'ın şerefine yakışmayacak. İki. Peygamber'in çocukları peygamber olması lâzım gelir. Halbuki Resûlullah hâteme'n-nebîdir, peygamberlerin sonudur. Onun için bunun esrârını ulemâ, evliyâullah, bu şekilde beyân etmişlerdir.
"Ene ve Aliyyün min nûrin vâhid","Ali'yle ben", yani Ali, Hayder-i Kerrar, Esdeullahi'l-Gâlib, Allah'ın Arslanı Ali, "Onunla biz nûr-ı vâhidiz" diyor Peygamber, "Ene ve Aliyyün min nûrin vâhid, Ali'yle ben bir nûr-ı vâhidiz", binâenalâ zâlik, bu nûr birleşdi. Merace'l-bahreyn oldu yani. Resûlullah ile, Resûlullah'ın kerîmesi Hazret-i Fâtıme ile Hazret-i Ali tarafından birleşdi ve zürriyet-i Muhammediyye Hazret-i Fâtıme'nin sülâlesinden geldi, Hazret-i Fâtıme'nin tarlasından geldi. Acaba anlatabildik mi? Velâyetle nübüvvet birleşdi. Resûlullah'ın nübüvveti zâhir, velâyeti Hazret-i Ali'yle görünmüşdür, insanların gözünde, Esedullahi'l-Gâlib'in varlığıyla görünmüşdür Peygamber'in velâyet-i peygamberiyye. Nübüvveti, risâleti, zâhir. Velâyeti Hazret-i Ali'yle tezâhür etmişdir. Allah'ın rahmet sıfatı Peygamber'in vücûduyla zâhir olmuşdur. Nasıl anlatayım size bilmiyorum, çünkü gençler var içinizde. İnşâallah kavrıyorsunuz konuşduğum sözleri.
Şimdi, Peygamber'in sülâlesi Hazret-i Fâtıme'den geldi. Tarla, Resûlullah'ın parçasından, tohum, Hazret-i Ali'den. İki nûr birleşdiler ve oradan Hazret-i Hasen ve İmâm-ı Hüseyin ve Muhammed Hanefî, üç tâne, anne baba bir olarak Fâtımetü'z-Zehrâ'dan geldi. İmâm-ı Ali'nin on yedi çocuğu oldu. Hazret-i Fâtıme'nin sağlığında İmâm-ı Ali evlenmedi, yalnız Fâtımetü'z-Zehrâ ile. Fâtımetü'z-Zehrâ âhirete gidince, âlem-i bâkîye, evlendi İmâm-ı Ali. On yedi evlâdı oldu. On dört daha evlâdı var. Birinin ismi Ebûbekir, birinin ismi Ömer, birinin ismi Osman, bir tânesinin ismi Ümmü Gülsüm'dür. Çocuklarının isimleri böyle. Şimdi hepsini saysam, hatırınızda kalmayacak sizin. Kâfî.
Bu çocuklar böyle ölünce, kâfirler başladılar Peygamber'e ebter demeye. Araplar arasında erkek evlâdı olmayana ebter derlerdi. Ebterin manâsı, kökü kurudu manâsına. Kökü kurudu, erkek evlâdı yok, tohumu yok. O manâya konuşurlardı Araplar. Ebter. Şimdi bu sûre-i celîlenin sebeb-i nüzûlünü vereceğim size, neden nâzil oldu. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Mescid-i Haram'dan yani Kabe'den dışarı çıkıyordu, daha o vakit Kabe putlardan tathîr olmamışdı, Kabe'nin içinde, sanâdid-i Kureyş, Kureyş kâfiri oturuyordu, ileri gelenleri yani. Sanâdîd-i Kureyş demek, Kureyş'in ileri gelen kâfirleri, sözü geçen adamları. Bir ayak takımı var, bir ekâbiri var. Bu ekâbir kısmı. Oturmuşlar, konuşuyorlardı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Mescid'den dışarı çıkıyor, Mescid-i Haram'dan, içeriye de Âs ibn Vâil yani Amr ibn Âs'ın babası içeri giriyordu. Kapıda konuşdular, Efendimizler karşılaşdılar, konuşdular. Sonra o içeri girdi, Resûlullah Efendimiz Harem'den dışarı çıkdı. Küffâr-ı Kureyş, Âs ibn Vâil'e sordular, "Kiminle konuşdun, biriyle konuşuyordun kapıda kimdi o?". Dedi "Ebter'le konuşuyordum". Yani kökü kurumuşla. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem hakkında konuşuyor. "Kökü kurumuşla konuşuyordum" dedi. Efendimiz bunu duyunca müdhiş sûretde mütessir oldu ve kalbi yaralandı.
Evladsız baba ne demek. Evladsız anne ne demek. Meyvasız ağaç gibi yani. Çok mahzûndur. Evlad acı tatlıdır yani. İnsan evladsız kalırsa felâketdir. Yani meyvasız ağaç gibi olur.
Resûlullah Efendimiz, çok müteessir oldu bundan. Erkek evlâdı olmayana ebter diyorlar. Var, Fâtımetü'z-Zehrâ hayatda ama erkek evlâdı meselesi var o zaman. Geldi Hazret-i Ali'nin evine, yani Hazret-i Ali'nin babasının evine, Ebû Tâlib Hazretlerinin evine geldi. Ümmühânî de oradaydı. O üzüntüyle yatdılar. Mirâc da oradan vukû bulmuşdur, Mirâc-ı Peygamberî. Gene Ebû Tâlib'in evinde, radıyallahu anh.
Ebû Tâlib, Hazret-i Ali'nin peder-i âlîleri, îmânlıdır. Öyle bazı beyinsizlerin, ahmakların konuşduğu gibi değil. Resûlullah'ın pek sevdiği ve Resûlullah'ın müdâfii. Ve İmâm-ı Ali kerremallahu veche'yi Peygamber'in yanına vermiş ve Peygamber'i kendi yanında büyütmüş, evlâdı gibi, Peygamber'i evlâdından üstün tutmuşdur. Ebû Tâlib Hazretleri, Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi, kendi evladlarından üstün tutmuş, İmâm-ı Ali'yi de onun yanına vermiş, büyütmüşdür. Hattâ diyor ki Cafer-i Tayyâr Hazretleri, "Biz gidiyorduk, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem nübüvvetini ilân etmişdi, Hazret-i Ali'yi arkasına almış namaz kılıyordu, babam bana dedi ki, Ebû Tâlib, 'Cafer haydi git Hazret-i Muhammed'in peşine dur da, namaz kıl' dedi babam bana" diyor. Hiç îmân etmese Peygamber'in peşine gönderir mi? Küffâr-ı Kureyş ile temâs etdiği için siyâseten îmânını ketm ederdi. Ama Peygamber'i malıyla, canıyla, her şeyiyle, müdafaa ederdi. hattâ ölümü esnâsında, evladlarını topladı, "Sakın hâ! Hazret-i Muhammed'den ayrılmayınız, O sizi nûra götürecekdir" dedi. "Ebû Tâlib îmân etmemiş de filan". Sakın hâ, öyle şeyler konuşmayın. Peygamber'in anası, babası, amcası hakkında böyle konuşulmaz.
Hattâ Cenâb-ı Allah Celle ve Tekaddes Hazretleri, Sûre-i Tebbet'de Ebî Leheb'i kötülüyor. Ebî Leheb Peygamber'in ammisidir. İnsan fazla konuşmamalı, Allah onu nasıl hicvetdiyse sûresinde, nasıl kötülediyse o kadar, fazla ileri gitmek doğru değildir. Acaba anlatabildim mi? Îmânını kurtarmak isteyen, Peygamber'i kırmamalıdır. Kim Resûlullah'ı böyle diliyle incitirse, eliyle incitirse, onun âkıbeti hayırlı olmaz. Şimdi söyleyeceğim zâten âyet-i kerîme ile. Bir adam, Allah muhâfaza buyursun, ağzından bir kötü söz çıksa Cenâb-ı Hakk'a karşı, yani sebbetse Allah'a, küfür etmek yani senin anlayacağın, tövbesi müstecâbdır, tövbesi kabûl olur. Resûlullah'a bir adam sebbederse, Allah muhâfaza buyursun, tövbesi kabûl değildir. Cenâb-ı hakk böyle şeyden berîdir. Allah cisim değildir, araz değildir. Ama Resûlullah sallallahu aleyhiv esellem, Allah'ın nâmusu gibidir. Sana bir adam hakâret etse, affedebilirsin. Ama karına ya mukaddesâtına tecâvüz ederse, affeder misin! Allah'ın da mukaddesâtı Hazret-i Muhammed'dir. Allah'a karşı yapmış olduğumuz isyanlar misyanlar, bir takım hareketleri Cenâb-ı Hakk affeder, rahmân ve rahîmdir. Fakat nâmus-ı ilâhî, Allah'ın nâmusu olan, Allah'ın mukaddesâtı olan Hazret-i Muhammed'ê buğz edenler, ya O'nun hakkında konuşanlar, ya O'nun evladları hakkında konuşanlar, onlar, iflâh olmaz. Kim olursa olsun. Anlayana çok şeyler söyledik.
Geldi Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, yatdılar. Bu sûre-i celîle nâzil oldu. O mahzûniyyetle yatdı Peygamberimiz orada, bu sûreyi Allah indirdi Cebrâil vâsıtasıyla ve Peygamber'e okudu. Şimdi manâ vereceğim ben. Kur`ân-ı Kerîm'den bu sûre-i celîleye manâ vereceğiz, benim vermiş olduğum manâ ile bunun manâsı bitmiş demek değil.
"اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَۜ innâ a'taynâke'l-kevser". Şimdi, Cenâb-ı Peygamber uyandı tebessüm ederek. Çünkü Cebrâil geldi, bu sûreyi getirdi. Peygamber mahzûn yatdı orada. Çünkü neden? Ebter demişlerdi kendisine. Şimdi vereceğim manâ da böyle denizden bir katre, güneşden bir zerre olarak manâ vereceğim bu "innâ a'taynâ" sûresine. Hem kısa sûre, hem Mim'siz sûredir. İçinde hiç Mim yokdur onun. Mim'siz sûre derler buna.
Vereceğimiz manâ böyle denizden bir katre, yerden bir zerre. Yoksa bunun manâsını bütün kürre-i ard ve semâvât defter olsa, zî-rûh yani rûh sâhibi bütün mahlûkât da kâtip olsa, ağaçlar kalem olsa, yazsalar yazsalar bunun manâsını, mürekkepler tükenir, kalemler kırılır, yazanlar yorulur, sûrenin manâsı bitmez. En kısa sûre bu. Kur`ân'ın her sûresi böyledir, anlayan için. Anlamayana bir şey yok. "Ben okudum tercümeyi, sana biz kevseri verdik filan". O senin bildiğin gibi değil. Gökde güneşi bu kadar görüyorsun değil mi? Aslında yedi milyon dünyadan büyük, ama bu kadar görüyorsun. Kur`ân da bunun gibidir. Uzakdan görüyorsun sen Kur`ân'ı, içine girdiğin vakitde, işin rengi değişiverir. Bitdi.
Bir de bunun havâssını söyleyeyim size. Hâssasını yani. Unutma. Bir adam sabahleyin namaza kalkamıyorsa, yâhud bir işi var, erken kalkmak istiyor, bu sûre-i celîleyi üç defa okusun ve desin ki, "Ey bu sûreye müvekkel olan melâike! Beni kaldırmazsan namaza, yarın âhiretde senden davâcıyım" desin, gelip kaldırırlar. Uyanırsın yani dediğin saatde. Hâssalarından bir tânesi. Acaba anlatabildim mi? Namaza kalkmak istiyorsun, yanında saatin filan yok, bu manevî bir saatdir, bu şekilde kalkarsın. "Ey bu sûreye müvekkel olan melâike! Eğer beni sabah namaza kaldırmazsan şu saatde, âhiretde senden davâcıyım" desin, gelip kaldırırlar. Bitdi o kadar. Fazla da konuşmaya gelmez. Ben bunu birisine söyledim, onu karyoladan atmışlar. İsmâil, Allah rahmet eylesin, bizim ihvândan. Tenbîh etmişdim. İsmâil kalkmamış, kalkmayınca, tutup atmışlar karyolasından aşağı. Bu da olabilir yani. Onun için hemen kalkmalı.
Haydi bir Kelime-i Şehâdet getirelim. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh. Bir dahi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh. Bir dahi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh. Allah cümlemize bu kelime-i tayyibe ile çene kapamak nasîb ü müyesser eylesin. Bir de salavât getirelim. Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin mahtelefe'l-melevân ve teâkabe'l-aserân ve kerrere'l-cedîdân ve'stakbele'l-ferkadân ve belliğ rûhâhû ve ervâha ehli beytihî minne't-tahiyyete ve's-selâm ve bârik ve sellim aleyhi kesîrân kesîrân kesîrâ. Ve sallallahu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ cemîi'l-enbiyâi ve'l-mürselîn ve'l-evliyâi ve's-sâlihîn ve alâ melâiketike ve'l-mukarrabîn ve alâ ehli tâatike ecmaîne min ehli's-semâvâti ve ehli'l-aradîn ve rıdvânullâhi teâlâ alâ âli resûlillahi ve ashâbihî ecmaîn. Bi rahmetike yâ erhame'r-râhimîn. Âmîn. Ve'l-hamdülillahi rabbi'l-âlemîn.
Cebrâil geldi bu sûreyi Peygamber'e getirdi. Kısa sûre. İşte vereceğimiz manâ deryâdan bir katre yani denizlerden bir katre farzedin. Yedi bahırdan. Beş büyük deniz var ya, yedi büyük deniz vardır. Beş tâne değil, yedi tânedir o. Senin bildiğin beş tâne denizdir, beizim bildiğimiz yedi tânedir. Seb'ate ebhur, yedi tâne deniz. Ondan bir katredir yani vereceğimiz manâ.
"İnnâ", biz azîmü'şşân, "a'taynâke", sana verdik, "el-kevser", Kevser'i. Kevser'i verdik sana Kevser'i. Bu Kevser'in manâsı nelerdir? Onlardan bir kaç manâ vereceğim. Vakit de zâten dar.
Bu Kevser'den murâd, "ismimle ismini berâber andırdım". Nerede "Lâilâheillallah" denirse, orada "Muhammedü'r-Resûlullah" denir. Hattâ bir adam Peygamber'in ismini işitse, "Lâilâheillallah"dese de Peygamber'i tasdîk etmese, yani "Muhammedü'r-Resûlullah" demese, tevhîdi reddolunur. Bir daha söylüyorum. Peygamber'i işitti, peygamber olduğunu bildiği hâlde, inkâr etdi ama "Lâilâheillallah" diyor. Yapdığı tevhîd reddolunur. "اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَۜ innâ a'taynâ ke'l-kevser". Kevser'den murâdımız, bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin ismini işitse, o adam "Lâilâheillallah" dese ama "Muhammedü'r-Resûlullah" demese, "Ben Allah'a inanırım, şerîki nazîri yokdur, birdir" dese, bu adamın tevhîdi reddolunur. Her "Lâilâheillallah" deyişde, her seferinde izhâr etmesen dahi, "Muhammedü'r-Resûlullah"ı düşünmekle mükellefsin kalbinde. Kalbinden öyle söyleyeceksin. "Lâilâheillallah" dedin mi, "Muhammedü'r-Resûlullah"ı düşüneceksin. Onun için ezanda Peygamber'in ismi Allah'ın ismiyle zikrolunur. Her yerde. "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah". "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh". "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah".
Oku benimle beraber, zarar etmezsin. Tevhîd bu be!
Nerede "Lâilâheillallah" var, orada "Muhammedü'r-Resûlullah" var. Haa Peygamber'i işitmemiş, "Lâilâheillallah" demiş, îmânı makbûldür, müstecâbdır. Çünkü Cenâb-ı Peygamber'e itâat, Allah'a itâatdır. Allah'a îmân, Peygamber'e îmândır. Ama işitip de kasden terketse olmaz. Acaba anlatabildim mi? Çok mühim. Çünkü Allah'a Muhammed kapısından gidilir. Resûlullah'ın kapısı olmazsa, Allah'a gidilmez. Kim ki Bâb-ı Muhammed'den girerse, Allah ile buluşur. Bâb-ı Muhammed'den girmeyenler, Allah ile buluşmazlar. Onların ne îmânında zevk vardır, ne amelinde zevk vardır. Amelinde ihlâs yokdur onların, hep riyâdır. Hazret-i Peygamber'e inanmayıp, Allah'a inananlar, hepsi, yapdıkları amelleri riyâdır başdan aşağı, ihlâsları yokdur. Hüviyyet-i ilâhî Muhammed Mustafâ'dır, sallallahu aleyhi vesellem.
"اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَۜ innâ a'taynâ ke'l-kevser". "Habîbim Muhammed, senin isminle benim ismimi beraber andırdım. Kur`ân'ı sana verdim". Kur`ân-ı Kerîm'i. Dünyâ yüzündeki bütün kitapların zübdesi Kur`ân-ı Kerîm. Yani Tevrat'ın, İncil'in, Zebûr'un, yüz suhufun zübdesi, süzülmüşü, esâsı, Kur`ân'da hepsi. Bir adam Kur`ân-ı Kerîm'i okudu mu, dört kitâbı, yüz suhufu okumuş gibi ecir alır. Bir harfine en ekall, abdestsiz olarak okursa, on sevâb. Bir harfine! Elif-Lâm-Mîm. Elif dedi değil mi, on sevâb, abdestsiz olarak. Abdestli olarak namazda okursa, yüz sevâbdır. Elif'e yüz sevâb, Lâm'a yüz sevâb, Mîm'e yüz sevâbdır. Abdestli okursa, namazdan hâriç olarak, elli sevâbdır. Namazda okursa, yüz sevâbdır. Abdestsiz olarak okursa, cünüb değil, namaz abdestsiz okursa, cünübken Kur`ân-ı Kerîm okunmaz, elle tutulmaz, ne okunur, ne tutulur, namaz abdestsiz okursa, bir harfine Cenâb-ı Hakk en ekall on sevâb verir, abdestsiz olarak okursa. Abdestli olarak okursa, elli sevâb. Namazda okursa, yüz sevâb. Onun için namazı îmâm uzattığı vakitde, sakın kızma imama, namazı uzatıyor diye. Her harfine, dinleyene, okuyana, her harfine, yüz sevâb vardır. En ekall. Allah dilerse bir sevâbına yedi yüz, yedi bin de verebilir. Ölçüler bu şekildedir.
Efendi Hazretleri Kevser'in diğer manâsına temâs ederek, Havz-ı Kevser'den, Kevser Suyundan bahsederken vaazın bir kısmı maalesef kayda alınamamış.
Bir bardak suyun ne olduğunu sen biliyor musun? Bilmezsin değil mi bilemezsin. Bilmezsin. Ne vakit mahrûm olursan, o suyun kıymetini o vakit bilirsin. Dişinin kıymetini dişin çıkdığı gün, çürüdüğü gün bilirsin. Gençliğinin kıymetini gençliğinin bittiği gün bilirsin. Hayâtın kıymetini ölüm gününde bilirsin. Zenginliğin kıymetini fukarâ olduğun zaman bilirsin. Sıhhatin kıymetini hasta olduğun vakitde bilirsin. O Kevser, yarın yevm-i kıyâmetde nâsı Allah ihyâ edecek, kaldıracak, nasıl ilkbaharda yerden mezrûâtı bitirdiği gibi, semâdan güneş insanların beynine yedi mızrak boyu indirilecek. Yalnız enbiyâ ve evliyâullah müstesnâ. Onların âileleri, onlar giyimlidir. Yetîm giydirenler, giyimlidir. Yetîm doyuranlar, aç doyuranlar, fukarâya yardım edenler, o gün arşın gölgesinde gölgelenecek, onlar susuz değildir. Ondan gayrısı herkes susuz başdan aşağı. Ancak Âb-ı Kevser var. Bütün halk oraya hücûm edecekler. Yalnız Âl-i Muhammed'e ihânet edenler hakkında Cenâb-ı Hakk'dan hitâb gelecek, min kıbeli'l-Rahmân, "Onları tard edin Havz-ı Muhammed'den, gelmesinler! Hazret-i Muhammed'in çocuklarına eziyet cefâ edenler, Ehl-i Beyt-i Mustafâ'ya eziyet edenler, onlar gelmesinler havzın kanarına!". Onları reddedecekler. Ondan gayrisi, bütün ibâdullah, bu Havz-ı Kevser'den nasîbdâr olacakdır. Ehl-i îmânın kâffesi. Âl-i Muhammed'e ihânet eden zâlimler, onlar müstesnâdır. Bir de ibâdullaha zulmeden zâlimler. İnsanlara fenâlık yapan kişiler yani.
Müslümanlardan bahsediyorum ben, îmânlı göçdüyse. Çünkü müslümana ihânet, hâinlik yapmak, Resûlullah'a ihânetdir. Resûlullah'a hâinlik yapmak, Allah'a ihânetdir. Hep birbirine bağlı başdan aşağı. Bir mü'mini tatyîb-i hâtır edersen, bir müslümanın gönlünü hoş edersen, Peygamber senden hoşnûd olur. Peygamber hoşnûd olunca, Allah hoşnûd olur. Bir mü'minin hakkına tecâvüz eder, onu kırarsan, ona eziyet cefâ edersen, Allah Resûlü sana darılır. Peygamber'e yapmış olursun aynı şeyi. Peygamber'e yapılan da Allah'a yapılmış demekdir. Acaba anlatabildim mi?
"اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَۜ innâ a'taynâ ke'l-kevser". "Sana Kevser'i verdik. Şefâat-i Kübrâ'yı" verdik. hepsini birer birer, her bir konuşduğum sözü anlatmak için en aşağı iki saat konuşmam lâzım size. "Şefâat-i Kübrâ'yı verdik". "Kur`ân'ı verdik". "Ashâb-ı Kirâm'ı verdim sana". Ashâb da öyle. Her peygamberin ashâbı vardır, fakat Resûlullah'ın ashâbı gibi hiç bir peygamberin ashâbı yokdur. Evet. "Kumandanlar verdim, kahraman kumandanlar". Denizleri geçdiler, havalarda uçdular, ardı geçdiler, kıtlar aşdılar, i'lâ-yı kelimetullahı götürdüler.
Âbâ u ecdâdından öyle gâzîler, öyle kahramanlar gelmişdir ki, biliyor musun sen, Hazret-i Muhammed uğruna kanını dökmüşdür. Sen hâlâ bir kurbanı kesmekden kaçınıyorsun, senin âbâ u ecdâdın Allah Muhammed uğruna kendini kurbân etmişdir. Evladlarını göndermişlerdir, "Haydi oğlum, git şehîd ol" diyor. "Bana şehîd babası desinler". Kadın diyor ki, "Ben gazâya gidemiyorum evlâdım", saçını kesiyor, "Atının özengisine benim saçımı tak, muhârebede benim de bir cüz'üm bulunsun" diyor annesi. Bizim annelerimiz böyleydi. Sonra korkak, sünepe olduk. Dînden bizi çekdiler. Dîn bizi ihrâc etdi yani biz dînden çekilmedik. Cîfe olduk ortada. Her türlü fenâlık bizde her türlü kötülük, ihânet, her şey. Birbirimize düşmanız evveliemirde. Böyle şey olur mu hiç! Müslümanlar bir vücûd gibidir. Bir adamın iğneyi soksan parmağına, bütün vücûdu sızlar. Neden? Çünkü bu vücûdun parçasıdır o. Öyle hâle geldik ki birbirimize düşmanız. Sağ kol, sol kola, sol kol, sağ kola düşman. Sağ göz, sol göze, sol göz, sağ göze. Bir vücûdun içerisinde birbirlerini kırmaya başladılar. Müslümanlar bunlar. Koca imparatorluk parçalandı gitdi, şimdi bir avuç toprağımız kaldı, Edirne'den Erzurum'a kadar, onu da düşmana vereceğiz, bu kafayla gidersek eğer. Vallahi billahi o medenî olan küffâr-ı hâkisârın sen şeyine bakma, senin yüzüne güldüğüne, medeniyetine. Gelsin seni öldürür, kemiklerini yakar toprağın içinde. İşte gidin Yunanistan'a. İşte Rumeli'ye gidin bakın, görün. Kabirleri canavarlar gibi, sırtlanlar gibi kazmışlar, âbâ u ecdâdının kemiklerini yok etmişlerdir, yakmışlardır. Ne câmi kalmış, ne medrese, ne tekke, ne türbe. Evvelâ sana hoş görünür, sonra gelir evvelâ senin kafanı koparır. Sana kendine yardım etdirir, sonra der ki, "Kendi milletine, kendi dînine hayrı olmayanın bana hayrı olmaz" der, senin de kafanı kopartır sonra. Acaba anlatabildim mi?
"Öyle kahraman kumandanlar verdim sana habîbim Muhammed".
Yaaa! Âbâ u ecdâdımızı buraya gelip burayı zabt etmeseydi sen şimdi burada oturup vaaz dinlemezdin, ben de sana vaaz edemezdim. Hazret-i Peygamber buyurdu burası hakkında, "İstanbul mutlakâ feth olunacakdır" dedi, emir verdi. Bütün kumandanlar, Resûlullah'ın bu sözüne ittibâen, bu şerefi biz alalım diye, gelip burayı yirmi altı defa muhasara etdiler İstanbul'u. Gazâ yapıldı İstanbul üzerine yirmi altı sefer. En sonunda Hazret-i Fâtih'e nasîb oldu. "ve le ni'me'l-emîr", Türk kumandanına nasîb oldu. Bizim milletimize nasîb oldu, elhamdülillah. Araplar kaç defa geldiler buraya, kaç defa sardılar İstanbul'u. Nasîb olmadı. Bizim kavmimize Allah burayı nasîb etdi. Böyle kahraman kumandanlar geldiler.
Anlatsam neler var ama hangi birini anlatayım. Paşa kahramanlık yapmış, harb meydanıdna bir avuç askerle, yedi düşmanı durdurmuş, yedi kıralın askerini mağlûb etmiş, sultan tarafından kendisine vezîrlik pâyesi veriliyor, vezîr oluyor yani. Aldığı vakitde beratı, pâdişahın irâdesini, "Seni vezîr etdim" diye, ağlıyor paşa. Ne diye biliyor musun? "Ben rütbe-i vezâret beklemiyordum, rütbe-i şehâdet bekliyordum" diyor. "Şehîd olmayı bekliyorduk, vezîr olduk" diyor. "Benim için en büyük şeref oydu" diyor. Çünkü dünyanın vezâreti, musallâya kadardır. Pâdişahlığı, paşalığı, hepsi, oraya kadar. Ondan sonra iş bitdi demekdir. Yirmi tâne fakülteden diploma alsan, kabrin içine faydası yokdur. Oraya kadar o iş, bitdi. Geçiyoruz.
"Sana Kevser'i verdik". "Sana Fâtımetü'z-Zehrâ'yı verdim Yâ Muhammed". Sallallahu aleyhi vesellem. Cenâb-ı Fâtıme'nin bir ismi de Kevser'dir. "Sana Fâtımetü'z-Zehrâ'yı verdim. Senin zürriyyetin ondan olacak.
Öyleyse, "فَصَلِّ fe salli". Sen bana ne yap, namaz kıl, salât et.
Düşün bak, görmüyor musun, bir adam bir adama bir sigara verse, teşekkür etmesi lâzım. Etmezse kaba herifdir o. Yâhud sana yardım etdi adam, sen ona mukâbilinde teşekkür etmezsen kaba bir insansın sen. Mutlaka insan gördüğü bir iyiliğe karşı teşekkür etmesi lâzımdır. Onun için şimdi konuşalım biraz. Meselâ sigarayı sana verene teşekkür var. İnce adamsın sen, çok incesin, sana birisi bir sigara verdi, teşekkür ederim diyorsun. Pekala, o sigarayı içmek için sana ağzı veren Allah'a, çekmek için nefesi veren Allah'a teşekkürün yok mu? Hani secde? Sana birisi bir pantolon veriyor, ona secde bile ediyorsun gördüğün vakitde her sefer ayağa kalkıyorsun. İnsansın çünkü. Peki o pantolonu giymek için Allah sana kıç verdi, o kıçı verene teşekkür yok mu hiç? Haa soruyoruz. Gözüne gözlük verene teşekkür var, ya gözü verene teşekkür yok mu hiç? Onun için, "فَصَلِّ fe salli", Allah'a teşekkür edeceksin, namaz kılacaksın. Namaz kıl. Vücûdan Allah'a teşekkür etmekdir namaz kılmak. Mâlen teşekkür Allah'a, zekât, sadakât, yardımdır, hayır hasenât yapmakdır.
Kim Resûlullah'a buğz ederse onun kökü kurur. Resûlullah'ın zürriyeti yani süadâ yani saîdler, seyyidler ve şürefâ, dünyâ yüzünde her nüfusdan ziyâdedir. Her tarafda seyyid vardır, Âl-i Muhammed'den yani. Onun için Peygamber'e ebter diyenlerin nesli kurumuş, fakat Resûlullah'ın sülâlesi kurumayacakdır. Ümmeti de kurumayacakdır. İlâ yevmi'l-haşrı ve'l-karâr.
Şimdi, kurban buradan Cenâb-ı Peygamber'e emr olunuyor, farz oluyor Peygamber'e, bize vâcib oluyor. Hazret-i Peygamber'i sevenler, Allah'a kulum diyenler, bugün kurban kesmeleri lâzım gelir. Ama tabii zengin olması şerâitden. Allah'ın hiç bir zorluğu yokdur. Dîn-i İslâm'da zorluk yok, zorluğu çıkaran bizleriz. Bak bir daha söylüyorum. Dîn-i İslâm'da zorluk yokdur. Zorluğu çıkaran, ulemâ şeklindeki adamlar, ulemâ değil. Benim gibi başına sarık sarmış, ulemâ gibi görünmüş, onlar zorluk çıkarırlar. Peygamberimizi, "yessirû velâ tuassirû beşşirû velâ tüneffirû, siz tebşîr ediniz, halkı müjdeleyiniz, onlara nefret getirmeyiniz, nefret vermeyin. İşleri kolaylaştırınız dîn husûsâtında, zorlaştırmayınız" diyor Cenâb-ı Peygamber. Emr-i Peygamberî bu. Ama biz inâdına zorluk çıkarıyoruz, yani yokuşa sürüyoruz işi. Geçiyoruz.
Zengin olan kimse, kurban kesecek. Hattâ Resûlullah Efendimiz bir de tehdid ediyor, çok ağır bir söz Efendimiz'den. Tehdid ediyor bizi yani. "Hâli vakti yerinde olup da kurban kesmeyen bizden değildir, bizim mescidimize gelmesin" diyor. Acı, acı bir şey. Senin âbâ u ecdâdın bırak kurban kesmeyi kendi canını kurban vermişdir. Sen de öyle yapacaksın, evlâdıysan eğer. Meşrû evlâdıysan âbâ u ecdâdının, yolunda bulunacaksın. Meşrû evlâdı değilsen, istediğini yap, serbestsin o vakit.
Uyuma! Ne uyuyorsun! Çok uyuyacaksın. Ulan senede iki defa bayram namazına geliyorsun, gelip burada uyuyorsun gene. Hep bu millet böyle uyuyacak mı yani. Ne vakit uyanacaksın yani! Geçiyoruz.
Gene bir hadîs-i şerîflerinde, hâli vakti yerinde olup kurban kesmeyen, ister nasârâ, hıristiyan dîni üzerine ölsün, ister yahûdi dîni üzerine ölsün". Büyük tehdid var. Onun için kurban kesmek bizim için ne oluyor, Peygamber'e ittibâen, hâli vakti yerinde olan mü'minlerin kesmesi vâcib oluyor. Bu vücûbu, Allah'ı, Peygamber'i sevenler, yerine getirirler.
Şimdi, bak, İmâm-ı Ali ne diyor? Bir ufak hadîs okuyacağım size, İmâm-ı Ali'den. "Bir kimse evinden kurban almak üzere yola çıksa...". Niyet etdi, kurban almaya gidiyor, mangırı cebine koydu. İyi sakla, çaldırma, düşürme de. "Gitdiği yol kadar her adımına on hasene verilir. On sevâb verilir adımına. On seyyiesi kaldırılır. Günahı kaldırılır". O kadar mühim. Söyleyen kim? Sâkî-i Kevser, Fâtih-i Hayber, Vâris-i Ulûm-i Nebî, Ali ibn Tâlib kerremallahu vecheh. Hazret-i Peygamber'den rivâyet ediyor. Her adımına on sevâb verilir, on seyyiesi kaldırılır, on derecât ile yücelir, yükselir. O kadar mühim. Pazarlık için sorduğu vakitde, tesbîhâtdan sayılır, ibâdet ve tâat sayılır.
Hayvanını aldığı vakitde şerîatın tayîn etdiği hayvanı almalıdır. Meselâ bir sığır hayvanı yedi müslüman iştirâk eder, bir sığır hayvanını kesebilir. Yedi müslüman biraraya gelir. Bir müslüman bir sığır hayvanını kesebilir. Dün akşam sordular, gene onu da söyleyeceğim. Üç müslüman bir sığır hayvanını kesebilir. Sekiz müslüman bir sığır hayvanını kesemez. Yediye kadar müsaadesi var. İster bir kişi, ister üç kişi keser, ister iki kişi keser, ister yedi kişi keser ama sekiz kişi kesemez.
Kurban neden olur? Kebiş yani koyun hayvanından, koç, koyun yani dişisi erkeği. Boynuzu kırık olmayacak, gözü kör olmayacak, sakat olmayacak yani hayvan. Bir takım şartları var. Sonra efendim keçiden olur. Tekesi ve dişisi. Koyunun erkeği ve dişisi, koçu ve koyunu, ondan olur. Deveden, sığırdan olur. Balıkdan olmaz. Koca bir hamsi tutmuş Karadenizli, olmaz, kurban edilmez. Hamsiden kurban olmaz. Yâhud bir tâne torik yakalamış, "Efendi bir tânesi iki bin lira, üç bin lira, on bin lira yapıyor" diyor, olmaz. Torikden olmaz. Hindi, olmaz. Tavuk, olmaz. E peki kesiyorlar, tavuk adıyorlar. O nezirdir, hindi kesmek, tavuk kesmek. "Şu işim olursa Cenâb-ı Hakk'a bir tavuk keseceğim, fukarâya vereceğim". Filancaya vereceğim diye değil, Allah'a tavuğu keseceksin. Kurbanını Allah'a keseceksin, sevâbını ona bağışlayacaksın. "Yâ Rabbi, şu işim olursa, bir tavuk keserim". O nezirdir o. Beş kuruş, yirmi kuruş verir gibi yani. On lira sadaka verir gibi. Kurban olmaz. Acaba anlatabildik mi? Yahudilerde kurban olur tavukdan. Ama bizde olmaz. Müslümanlarda öyle şey yok. Ama tavuk, hindi, kaz, ördek gibi bunlar, nezir olur. Kesilir, fukarâya verilir, yesin diye. Sadakadır. Acaba anlatabildim mi?
İkincisi. Kurban etinden herkese verilebilir. Komşun dinsizmiş. Verirsin. Sen bakma verilmez dediklerine. Sadakadır çünkü. "Aman sakın hâ, kedilere köpeklere yedirmeyin parçasını". Hayır! Yedireceksin. Kedi de yiyecek, ciğerinden, barsağından, köpek de yiyecek kemiğinden. Hani bazı ahmaklar var böyle, hayvanları kovuyorlar, toprağa gömüp çürütüyor, vermiyor kimseye.
Kurban üç parçaya taksîm edilir. Keserken "Bismillah" demesi şartdır. "Bismillahi Allahuekber". Keserken, "Bismillahi Allahuekber" demesi şartdır. Kesdikden sonra üçe taksîm edilir. Artık senin mürüvvetine kalmış, servetine göre, iki kesersin, üç kesersin, birden aşağı olmaz. "İki kişi bir olalım, bir kurban keselim". Olmaz. Bir kimse, bir kurban keser. Sığır, deve müstesnâ. Onlar yedi kişi. Ondan gayrisi olmaz. "İkimiz bir araya gelelim, bir koç alalım, kurban keselim". Olmaz. Bir kişiye bir kurban olur.
Hayvanı aç bırakmamalı. Bıçağı göstermemeli. Eziyet cefâ etmemeli, kör bıçakla kesmemeli. Gözü bir şeyle bağlanır hayvanın, iltifâten getirirsin yatırırsın kıbleye karşı, "Bismillahi Allahuekber" diyerek kesersin. Keskin bıçak olacak. Ve kesmesini bilmeyen mundar eder hayvanı. "Bismillahi Allahuekber". Sonra soydukdan sonra üçe ayırırsın. Kemikleriyle derisini fukarâya, et kısmını kendin alır, kavurur koyarsın küpe!
Cenâb-ı Hakk demiş ki Hazret-i Mûsâ'ya, "Yâ Mûsâ, sana hazîne-i ilâhiyyemi göstereyim mi?" demiş. "Göster Yâ Rabbi" demiş. Bir de hazîne-i ilâhî açılmış ki ne görsün! İçerisinde kıçı delik bir pantolon, altı patlak bir kundura, kuru bir ekmek, ekşimiş bir yoğurt, kokmuş bir et. "Yâ Rabbi, bu ne bu?". "Kullarıma ben tâzesini iyisini veririm, onlar bana bunu verirler" demiş. Çünkü fukarâya verilen sadaka, Allah'ın eline veriliyor demekdir. Acaba anlatabildim mi? En iyisini vereceksin. Seve seve vereceksin, sevdiğini vereceksin. Seve seve. "Ben bunu yiyemiyorum, fukarâya vereyim". Olmaz öyle şey! Yani böyle canının çekdiği şeyi fukarâya vereceksin. "لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَۜ len tenâlü'l-birre hattâ tünfikû mimmâ tuhibbûn". Sevdiğini vermedikçe sevdiğine nâil olamazsın.
Üçe bölünecek kurban. Bir kısmını çoluğuna çocuğuna. Bir kısmını konu komşuna. Bir kısmını fukarâya. Üçe ayrılacak, üç parçaya. Her parçası yedi parça olmalıdır. Üçe ayrılıp, yedi parça edilir. Verdiğin bir şeye yarasın yani. Verdiğin şey doyursun. Vurdu mu öldürmeli adam. Verdi mi doyurmalı.
Ben küçük mollaydım. Bir hocaefendi hazretleri çağırdı beni kurban kesmeye, "Gel et vereyim sana molla" dedi. Gitdim. Bekledik böyle kedi bekler gibi etin karşısında. Hocaefendi kurban kesildikden sonra bize şöyle şu kadar bir et verdi. (Efendi Hazretleri mübârek eliyle etin ne kadar küçük olduğunu göstermişlerdi). "فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُۜ fe men ya'mel miskâle zerretin hayran yerah" ama nasıl doyar insan onunla. Şu kadar bir şey verdi bana. Neyse, bir şey demedik. Allah indinde makbûl olsun inşâallah. Allah ona daha çoğunu versin âhiret âleminde. Yani insan verdiği vakitde, doyurmalı.
Bir yetîme bir elbise alıyor, güzel. Ayakkabıyı almıyor. Alsana ayakkabı da altına. İçine bir frenk gömleği al. Orada bin lirayı sarfeder, beş kuruşu hesâb eder. Li hikmetillahi teâlâ böyle.
Kaç tâne yetîm giydirdin? Sordum. Kaç yetîm giydirdin? Parası olanlara söylüyorum, paran senin paran değil. Kalacak yakında. Sevmediğine kalır hem de. İşin felâketi orada. Sevdiğin yese mesele yok. Sevmediğine kalır. Kaç tâne yetîm giydirdin? Soruyorum. Kaç tâne ağlayanın gözyaşını sildin? Bayram sabahı bu sabah. Bir çok evlerde çocuklar ağlıyorlar. Elbise alamadı babası, annesi. Fukarâ çünkü. "Baba ben de isterim" diyor. "Anne ben de isterim" diyor. Alamayınca ne yapsın anne baba, ciğerleri kan oluyor. Sen yetîm olarak büyüdün mü? Bilmezsin sen yetîm olmayınca. Damdan düşmeyen hâlden bilmez. Fakîr olmayan, fakîrin hâlinden anlamaz. Allah onun için orucu farz etmişdir bize. Aç duralım ki açın hâlinden bilelim. Susuz kalalım ki susuzun hâlini bilelim. Pâdişah da oruç tutacak, sultân da. Diyecek ki, "Haaa demek ki açlık buymuş. benim milletim böyle açmış". Kış gününde pencereleri açacaksın. Oturacaksın böyle o cereyanda. Hemen nezle olursun değil mi? Öyle fukarâ var ki, evinin camının penceresi yok, öyle oturuyor. Bir gün paltosuz soğuk havada çık sokağa, karlı havada. Niye? Paltosuz gezen Ümmet-i Muhammed'in soğuk acısını tat bakalım, gör haydi. Yoksa sobanın başında, "Allah bizi doyurdu, fukarâyı da doyursun". Olmaz. Allah kul elinden verir. Allahu Teâlâ gökden sofra indirmez. Hazret-i Îsâ'ya bir defa indirmiş nasıl olduysa. Dervîşlere iner, dervîşler Fâtiha memleketinde yaşarlar, Allah verir. Âmnennâ ve saddaknâ. Neyse geçiyoruz.
Üçe ayıracaksın.
Cemaatden namaz vaktinin geldiğini ihtâr eden birileri çıkınca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Ne oldu, neymiş? Ben sizi her gün bulamıyorum böyle burada. Ben bugün öğlene kadar anlatacağım bunu, niyeti bozdum. Vakit geldi demene lüzûm yok, ben vakti bilirim. Sen bana vakti öğretme. Benim saatim daha doğru, ayarlı. Her gün ben sizi burada bulamıyorum, bugün yakaladım ben sizi, öğlene kadar konuşacağım. Bakdık öğlen vakti geldi, bayram namazını kılamadık, yarın gelirsiniz, yarın kılarız. Câiz. Dört gün kılınır. Ramazan Bayramı üç gün, Kurban Bayramı dört gün.
Üçe ayıracaksın. Bir kısmını fukarâya, bir kısmını kendi evine, çoluğuna çocuğuna. Bir kısmını da konu komşuya vereceksin. Şunu da söyleyeyim size, bir adam kesse kurbanını da kavurma yapsa, câiz olur ama lezzetli olmaz. Ecirsiz olur, sevâbsız olur.
İnsanın çoluğunu çocuğunu doyurması da sadakadır. Babalar! İskele babalarına söylemiyorum, babalara söylüyoruz. Bir de baba var, iskele babası. Kazandığın para senin hakkın değil hepsi, sana onun üçde biridir. Üç yüz lira kazandınsa günde, yüz lirası senin, iki yüz lirası çoluğun çocuğun hakkıdır. Başka yere sarfedemezsin yani dışarıda. "Ben kazanıyorum, ben harcarım". Öyle şey yok. Senin boynunda olan evladlarının hakkıdır. Onun için meselâ bir adam malının hepsini tasadduk edecek, olmaz. Resûlullah râzı olmadı. Bir sahabe geldi Peygamber'e, dedi, "Yâ Resûlallah, ben malımın hepsini vermek istiyorum". "Olmaz" dedi. Yarısını vermek istiyorum". "Olmaz" dedi Peygamber. "Üçde birini?". "Ver" dedi, "hakkın senin çünkü o". Bitdi o kadar.
Kurban kanı da yere döküldüğü vakitde, düşdüğü anda, kurbanı kestirenin bütün günahları affolur. Kul hakkı müstesnâdır, hayvan hakkı müstesnâdır. Allah'a olan borçların, günahların vardır, onlar affolur. Ondan gayrı, kimin malını aldınsa vereceksin, kime vurdunsa gidip diyeceksin ki, "Ben sana vurdum, senin malını çaldım, aldım, bana hakkını helâl et. İster ödeyeyim, ister çalışayım". Söyleyeceksin hem de böyle. Bir de yutturma yapıyorlar. Senin malını çalıyor, geliyor, "Efendi bana hakkını helâl et", "Peki helâl olsun". Gitdi. Olmaz öyle şey. Söyleyeceksin. Yutturma yok, yutturmaca. Ben yutarım ama Allah yutmaz, senin anlayacağın. Bir yutturmaca var, "Hakkını bana helâl et" filan. Benim malımı götürmüş, vermiyor, "Helâl olsun" dedim, gitdi. Kendi kendini kandırırsın sen. Söyleyeceksin, "Senin ben paranı almışdım, ya çalmışdım. Şimdi bu para bende yok, ben yedim bunu. Ya bana hakkını helâl et, ya ben sana çalışayım. Yâhud ne dersen onu yapalım". Böyle. "Senin aleyhinde konuşmuş idim". "Senin iffetin hakkında konuşmuşdum". "Kalabalıkda seni zemmetdim, olmadık şeyleri söyledim, bana hakkını helâl et". Hattâ iftirâ etdinse cemaate söyleyeceksin, "Ben filanca hakkında böyle konuşmuşdum, ben yalancıyım, o adamda böyle sıfat yokdur, edebsizliği ben yapdım, ben iftirâ etdim ona" diye. O müfterîlerin yüzleri hepsi mahv olacak kıyâmet gününde. Allah domuz sıfatında kaldıracak kabirlerinden. Hem bu dünyâda da sen bunu görebilirsin, görsen.
Mûtû kable en temûtu sırrını fehm eyleyen
Haşrı neşri gördü bunda nefha-i sûr olmadan
Ahmaklığa lüzûm yok.
Yâ Rabbi, bizi bugün buradan mahrûm gönderme. Bütün huccâc-ı müslimîn şimdi, hepsi Mine'ye indiler Arafat'dan. Allah'ı zikrederek, tevhîd ederek Mine'ye indiler sabahleyin. Kurbanlar kesilecek şimdi Mine'de. Bütün hacıların da Allah'ın farzı olan hac ibâdetinin ikmâl olduğu gün bugün. İnşâllah biz de bu mescidlerde toplanarak Allah'ın beytinde, oraya iştirâk ediyoruz, Allah aynı sevâbı bize ihsân edecek. Meselâ bugün kalbleri yanan ibâdullah var, "Âh hacca gidemedim, varamdım, hiç gidemedim, gidenler gitdi, biz gidemedik, fakîriz" diye söyleyenlere müjde olsun, böyle âh ediyorlarsa vallâhi billâhi haccı yapmış gibi Allah defterlerine haccı kaydedecekdir. Onun için âh u vâh etmeli insan, "keşke gitseydim" diye. Yok, fukarâ, gidememiş, ama âh ediyor. Çünkü kâle'n-nebiyyü aleyhi's-salâtü ve's-selâm, "niyyetü'l-mü'minü hayrun min amelihî, mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır". Münâfıkın ameli, niyetinden hayırlıdır. Onun için böyle âh edenler, yani "Bu sene gidemedim hacca" diyenler, gözyaşı dökenler, bilsinler ki hac sevâbını alırlar.
Hem de Ümmet-i Muhammed'in fukarâsının haccı, Cuma namazıdır, Bayram namazıdır, Cuma namazıdır. Cuma namazını kılan mü'minler, parası olmayanlar yani, her Cuma hac yaparlar. Sen gönül haccı yap, gönül Kabesini tavâf eyle. Tabii oralara pek dişiniz geçmeyeceği için konuşmuyorum sizle. Gönül Kabesini tavâf eyleyin. Gönül yap yani, gönül! Kalb kırma! Kalb, sırçadan incedir, hemem kırılır. Kalb kırma, gönül Kabesi yap, gönül tavâf eyle. Gönül yap, ağlayanın gözyaşını sil. Kaç kişinin gözünün yaşını sildin? Kaç tâne kırık kalbi tatmin etdin? Soruyorum sana. Kalb kırdın mütemâdiyen. Anneni kırdın, babanı kırdın, akrabanı kırdın, konunu komşunu kırdın, kırdın, kırdın. Onun için hemen bugün kırgınlıkları terk edeceksin, barışacaksın, ölmüşlerini hatırlayacaksın, onlara Kur`ân okuyacaksın, fukarâ-i müslimîni kapından mahrûm göndermeyeceksin. Ve dargınlar barışsınlar. Barışma günleri bu günler.
Yâ Rabbi, bizi buradan dağılmadan huccâc-ı müslimînin ecirlerine dâhil eyle. Arafat'ında vakfeye duran, Müzdelife'nde vakfede bulunan, Mine'nde kurban kesen, Kabetullah'ı tavâf eyleyen ibâdullahın ibâdet ve tâatına bizi idhâl eyle. Huzûr-ı Muhammedî'ye vararak, "Es-salâtü ve's-selâmü aleyke Yâ Resûlallah, es-salâtü ve's-selâmu aleyhke yâ habîballah, es-salâtü ve's-selâmu aleyke yâ seyyide'l-evvelîne ve'l-âhirîn" diyerek, Resûlullah'dan şefâat bekleyen ve Resûlullah'ın şefâatine nâil olan zümreye dâhil eyle. Hazret-i Peygamber'i bir adam ziyâret etdiği vakitde, Resûlullah diyor ki, "Beni kim ziyâret ederse, ona şefâatim vâcib oldu" diyor. "Şefâat Yâ Nebiyyallah" dedin mi Türbe-i Saâdet'in önünde, "Şefâatim sana müstehakdır, sana şefâat etdim ey benim ümmetim" diye Cenâb-ı Peygamber selâm verir. Allah bunu bize nasîb etsin. Ve giden huccâc-ı müslimîni ve ziyâret-i Muhammed'de bulunan hacıların ecriyle Allah bizi me'cûr etsin, buradan dağılmadan da mağfûrîn zümresine dâhil eylesin.
Bak kardeşlerim, düşününüz. Bu kabristanda yatan ölüler, onlar da bizim gibi insanlardı. Onlar da bayram günleri gördüler, acı günler gördüler filan. En nihayetde oraya varıp karâr eylediler. Hepimizin gideceği o tarafdır. Aklı başında olanlar bundan ibret alırlar ve Rabbü'l-âlemîn'e kullukda tembellik etmezler. Hemen tövbe istiğfâr ederek Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ve tâata sarıl, insanlığa hizmet et, mahlûkât-ı ilâhiyyeye merhametli bulun. Devletine, milletine, mutî ol, itâatkâr ol. Büyüklerine hürmetkâr, küçüklerine şefkatli ol. Allah seni iki cihânda azîz eylesin. Lillahi Teâle'l-Fâtiha!