Kuşadalı Velî'nin İrşâd Düstûrları

7 Aralık 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Zikrullah

Kuşadalı Velî'nin bir târihde, "Tekkelerde artık eski feyz kalmamışdır" diyerek tekke usûlünü terk etmesi o zaman değilse de sonradan pek çok kıyl u kâle sebeb olmuş, bu işlerden anlamayanlar, Hazret'in maksadını bilmeyenler, kendilerine göre ileri geri konuşmuşlar, yalan yanlış değerlendirmeler yapmışlardır. 

Her şeyden önce şunu iyi bilmek lâzımdır ki Kuşadalı Velî'nin karşı olduğu şey, vaktiyle evliyâullahın icma ile kabûl etdikleri tekke usûlü ve âdâbı değildir. Onun karşı çıkdığı şey, tekkelerin bozularak birer fesad yuvasına dönüşmüş olması ve eski usûlün bir şekilden ibâret kalmış olmasıdır. Mektûbâtında bunu pek çok defa dile getirmiş, "Artık tekkeler meyhâne, kerhâne oldu" buyurmuşdur. Nitekim zaman içinde fesada uğrayan Bektâşî tarîkatının, Yeniçeri Ocağının ilgâsıyla berâber yasaklanması tam da o devirde olmuşdur. Yine o devirde şeyhlik için liyâkat gözetilmez olmuş, pek çok tekkede şeyhlik babadan oğula geçen bir mevki hâline gelmiş ve tekkeler birileri için geçim kaynağı, birileri için tembelhâne, birileri için zevk ü safâ mahalli hâline gelmişdir. Vaktiyle her biri zikrullah mahalli, ibâdet ve tâat mekânı, hizmet ve muhabbet merkezi, irşâd ve hidâyet sarayı, mücâhede ve gazâ-yı ekber meydanı olan o nûrlu evler, bambaşka bir hâle dönmüş, ne halvetden, riyâzatdan bir eser kalmış, ne ibâdetden, tâatdan, ne hizmetden ve muhabbetden bir şemme duyulur olmuş, ne de irşâddan ve hidâyetden bir işâret görülür olmuşdur. Yapılan işler tamâmen âdet yerini bulsun kabîlinden yapılır hâle gelmiş, kala kala bir tek merâsim, kıyâfet, şekil ve sûret kalmışdır. Kısacası öz gitmiş, kabuk kalmış, rûh gitmiş, cesed kalmışdır.  Nasıl ki rûhu çıkan insanın cesedi bir müddet sonra kokuşuyorsa, tekkelerin de rûhu, özü, ma'nâsı ortadan kalkınca, fecî bir kokuşma başlamışdır. Ne var ki, tabakhânede çalışanların oradaki kötü kokuyu duymamaları gibi, o kurumların içinde bulunanlar da bu bozulmayı fark edememişlerdir. İstisnâlar kâideyi bozmaz, elbette bozulmayan tekkeler de olmuşdur ama bunların sayısı pek azdır. 

Bu uzunca îzâhdan sonra, şimdi Kuşadalı Velî'nin irşâd düstûrlarına geçebiliriz. Şunu da söylemeden geçmeyelim. Bunlar aslında yeni îcâd edilmiş kâideler filan değil, işin başından beri vâr olan umdelerdir. Yani tasavvufî düstûrlar Hazret-i Peygamber zamânında ne idiyse, o gün de aynı idi, bugün de aynıdır. Ne var ki, şartların değişmesiyle görünüşler değişmişdir. Şimdi bu düstûrları birer birer ele alalım.

RÂBITA

Râbıta bağ demekdir, irtibat demekdir. Aslında bütün tarîkatlarda râbıta esasdır çünkü seyr u sülûk mürşidsiz olmaz. Ashâb-ı Kirâm, Peygamber'e nasıl bağlanmışlarsa, dervîş de şeyhine öyle bağlanmalıdır. Şu var ki, Kuşadalı Velî, râbıtayı tarîkatin en büyük rüknü olarak kabûl etmiş, "Tarîkatin rükn-i azâmı dikkat-i râbıtadır" buyurmuş ve ısrarla râbıta üzerinde durmuşdur. Hazret-i Şeyh, diğer bazı mürşidler gibi râbıtayı muvakkat bir vazîfe olarak değil, her gün, her saat, hattâ her ân icrâ edilmesi îcâb eden bir vazîfe daha doğrusu sâhib olunması gereken bir hâl olarak kabûl etmiş ve "râbıta ale'd-devâm/devamlı râbıta" prensibini vaz etmişdir. Hazret-i Şeyh râbıtayı, "وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي" âyet-i kerîmesiyle îzâh etmişdir. Râbıta sırrı, "min emri rabbî" de gizlidir. Bu da demekdir ki râbıta kul ile Allah arasında bir sırdır. Hazret-i Şeyh bu meseleyi şöyle îzâh buyurmuşdur :
Ol sırrın ismi çokdur. Ez cümle, sırrullah, sırr-ı Resûlullah, sırr-ı beytullah. Ol sır min ledün Âdem aleyhisselâm ilâ nebiyyinâ aleyhisselâm sümme ileynâ sümme ilâ yevmi'l-kıyâm böyle mu'an'an ve müteselsil gelmişdir ve gelecekdir. Ol sır bazı zevâtın misâli ile temsîl buyrulup temessül edegelmişdir ve gelecekdir. Ol sır, râbıta ve nisbet dedikleri.
İşte bu sır, evvelâ insân-ı kâmil vâsıtasıyla zuhûr etdiğinden, mübtedîler için râbıta, mürşidi nazarına getirmek daha doğrusu mürşidi hiç unutmamak dâimâ hatırda tutmak şeklindedir. Bu râbıta belli bir yere kadar devâm eder. Fenâfi'ş-şeyh makâmını geçmiş olan sâlikler, Resûl'e râbıta etmeye başlarlar. Fenâfi'r-Resûl makâmını geçenlerin râbıtası ise doğrudan Allah'a olur. Nitekim Hazret-i Şeyh bir bendesine gönderdiği mektûbunda bu meseleyi şöyle îzah etmişdir : 
Sîmâmızı belleyebildiniz ise, "şimdi hakîkatde râbıta bu mertebedir" diye râbıta edesiz. Ve bunu dahi bilesiz ki râbıta-yı şerîfenin derecâtı mütefâvitedir. Ol vech ile sallallahu aleyhi vesellem Hazretleri tenezzül buyurur. Ve bundan dahi âgâh olanlara, tecellî-i rabbânî ihsân olur.

Tabii Hazret-i Şeyh'in îzâh ve tarîf buyurduğu râbıta, Hakk ile Hakk olmuş bir zâta yapılacak râbıtadır. Yani râbıta sırullaha hâmil olan bir veliyyullaha olursa sâlik ilerler. Yoksa rastgele bir şeyhe râbıta yapmakdan bir fayda hâsıl olmaz. Bu yüzden Hazret-i Şeyh kendi halîfelerine yalnız zikir telkîni, rüyâ tabiri ve diğer husûslarda izin vermiş, râbıta için aslâ izin vermemişdir.

AZÎMET ve MÜCÂHEDE

Malûm ya tarîkat azîmet yoludur, ruhsat yolu değildir. Yani ehl-i tarîkat, nefse muhâlefet ederek, nefs ile cihâd ederek ilerler. Hazret-i Şeyh de hep bunun üzerinde durmuşdur. "Rükn-i tarîkat, azîmetdir" buyurmuşlardır. Yine, "Cemâl terakkîye vesîle olsaydı Âdem aleyhisselâm cennetden çıkarılmazdı" buyurmuşlardır. Yine "Çileyi elden geldikçe artır. Çile tecellî, tecellî tesellî gösterir" buyurmuşlardır. Azîmet meselesi üzerinde çokça duran Hazret-i Şeyh, riyâzat ve mücâhedeyi azar azar arttırmayı tavsiye buyurmuşdur. Neden? Çünkü insan birdenbire ağır yükler yüklenirse, dayanamaz, yolda kalır. Meselâ yemeği birdenbire azaltmak, yâhud uykuyu birdenbire yarıya indirmek doğru değildir. Vücûdu azar azar alıştırmak lâzımdır. Bu da yeni bir usûl değildir. Kur`ân-ı Kerîm yirmi üç senede nâzil olmuşdur. Yani Allah dînini, şerîatın emirlerini tedrîci olarak vaz etmişdir, hepsini birden indirmemişdir. Nefs terbiyesinde mühim olan nefsi yokuşa sürerken dikkatli olmakdır. Zîra mücâhedede mübalağa insanı yolda bırakabilir.

Bir mektûblarında bu husûsda şöyle buyuruyorlar :
İbâdet ve ubûdiyyetinde tertîb eylediği nefsin kolayına gelir iken, nefsinin yokuşuna gelmesi tenezzüldür. Yokuşuna gelir iken kolayına gelmesi, terakkîdir. Velâkin anda eğlenmesi ruhsat veya tezvîrdir. Rükn-i tarîkat azîmetdir, bir mertebe daha azîmete gayret lâzım. Hâkezâ. Pes azîmet ile ruhsat, eşhâsın ihtilâfıyla muhtelefe olduğu gibi bir şahsın evkât ve ahvâlinin ihtilâfıyla da muhtelef olur. Büyüklerin kalben ve kâliben azîmetlerine âşinâ olunup da beş-on merâtib birden acele olunsa bâis-i ye's olup lâûbâlîlik zûhuru derkâr olur, olmasın hâ!

SEYR U SÜLÛK

Hazret-i Şeyh "Sülûk ve irşâd, evkât ve ahvâlin ihtilâfı ile muhtelefdir" buyurur yani sülûkün zamâna ve zemîne göre değişdiğini söyler. Zîrâ her devrin bir îcâbı vardır. Meselâ bidâyetde sülûk gazâ ile olmuşdur. Ashâb-ı kirâmın fazîleti ve hızlıca sülûk etmelerinin hikmeti de budur. Zîrâ Hakk yolunda canını fedâ etmeği göze almak bütün azîmetlerden, amellerden, riyâzat ve mücâhedelerden daha tesirlidir. Zamanla Allah için cihâd ortadan kalkıp da ganîmet için savaşmak sözkonusu olunca evliyâullah seyr u sülûk usûlünü değişdirmişler ve riyâzat ve mücâhede esaslarını vaz etmişlerdir. Zamanla buna da lüzûm kalmamış, çünkü hayât bir çileye dönüşmüş, bu yüzden sülûk usûlü de yine değişmişdir. Bir gün gelir de Allah için gazâ etmek îcâb ederse, yine başa dönülür. İşte Hazret-i Şeyh'in tekke usûlünü terk etmesinin, mücâhededen çok, muhabbet üzerinde durmasının hikmeti budur.

ZİKRULLAH

Hazret-i Şeyh zikir telkîni ve ders husûsunda da çok dikkatlidir. Mübtedîlere hep hafif dersler vermişdir, pek çok kişi için râbıtayı yeterli görmüş, kimilerine de yalnız Kelime-i Tevhîd, İstiğfar ve Salât ü Selâm dersi vermişdir. Zikri muhakkak ehl-i zikirden almak gerekdiğini söyleyen Kuşadalı Velî'nin zikir husûsunda çok dikkat çekici bir îkâzı da şudur. Eğer zikir verilmesi münâsib olmayan bir kimseye zikir verilirse, kişi zikre âşık olur. Bu da onu yarı yolda bırakır. Halîfelerinden birine gönderdiği bir mektûbunda buyuruyorlar ki :
Molla Osmân, vücûd-i hâssı dikkat ile göremediğinden, zikir verilse, evvelemirde zikir safâsı kendisini âşık-ı zikr eder, âşık-ı vücûd-i hâss edemez. Vara vara hâli diğergûn olur. Şimdilik salâha tergîb edesiz.
Hâsılı Hazret-i Şeyh'in düstûru şudur : Sâlik esmâya aşık olmamalı, müsemmâya aşık olmalıdır. 

HİZMET

Kuşadalı Velî, seyr u sülûk usûlünde hizmete ayrı bir önem vermişdir. "Sülûk üns-i ibâd üzerine kurulmuşdur" buyurmuşlar ve bendegânını hizmete teşvîk etmişlerdir. Bir kenara çekilmek, halvete girmek de câizdir ama bu muvakkaten yapılır. Asl olan insanlara berâber olup, onlara faydalı olmak, onlara bâr olmayıp dâimâ yâr olmak, hattâ onlardan gelecek olan eziyet ve cefâya katlanmak ve Allah rızâsı için insanlara hizmetde bulunmakdır. Üstelik bu hizmet bütün insanlara şâmil olmalıdır. 

Hazret-i Şeyh, tarîkatde asıl olanın kesretde vahdet olduğunu yani halk içinde Hakk ile berâber olmak gerekdiğini söylemişdir. Yani sâlikin eli kârda gönlü yârda olmalıdır. Çalışmak, halkla beraber olmak, Hakk'la beraber olmaya mâni değildir. Halkdan uzaklaşmak, inzivâya çekilmek tıpkı bir ruhbân gibi dağ başında yaşamak doğru değildir. Bu husûsda da şöyle buyuruyorlar :
Tarîkatde asıl kesretde vahdet ve üns-billah me'a'l-halvetdir. İnzivâ, vakt-i halvetlerde lâzımdır. Bâkî vakitlerde inzivâ terakkî ifâde etmez, belki istiğrâkınızı artırır.

DERGÂH/TEKKE

İşin başında dergâh diye bir şey yokdu, onun özü vardı. Neydi o öz? Mürşidin bizâtihî kendisiydi. Yani mürşid nerede ise orası dergâhdı. Kuşadalı Velî'nin de ictihâdı bundan başka bir şey değildir. Mâdem ki dergâh mürşidin bulunduğu yerdir, mürşid nerede bulunuyorsa dergâh orasıdır. Mürşid Mekke'ye de gitse, evinde de otursa, kahveye de gitse, dükkanında da bulunsa, seyahat hâlinde de olsa farketmez. 

Kuşadalı Velî, dergâhların iyice bozulduğu bir devirde yaşamışdır. Şeyhliğin babadan oğula geçdiği, câhil hattâ fâsık bir takım adamların şeyh olduğu, pek çoklarının tekkeleri tembelhânelere çevirdiği bir devirdir bu. "Artık tekkelerde o eski feyz kalmadı" ve "Şimdi tekkeleri meyhâne ve kerhâne yapıyorlar" diyerek buna işâret buyurmuşlardır. Hazret'in tekkeyi terketmesinin sebebi budur. Nitekim zamanla onun haklılığı anlaşılmış, tekkeler toptan kapatılmışdır. Bugün gördüğümüz acı manzaralar da yine bu büyük mürşidin haklılığını göstermekdedir. 

HİLÂFET

Kuşadalı Velî hilâfeti bir mevhibe-i ilâhi olarak kabûl eder. Yani hilâfet çalışarak elde edilebilecek bir şey değildir, ancak Allah tarafından verilirse verilir. Hazret-i Şeyh, hilafet sırrı hakkında "Nûr-i Muhammedî" ve "Sırr-ı Râbıta" tabirlerini de kullanmışdır. Meselâ bu hakîkatden bî-haber olan bir bendesini şöyle irşâd buyurmuşdur, "Hilâfet baş mevhibe! Sakın babam ölse de mîras yesem deme!". Hazret-i Şeyh bu yüzden kendi yerine geçecek bir halîfe tayîn etmemişdir, "Benden sonra bakarsınız, bu sır kimde zuhûr ederse, ona tâbi olursunuz" buyurmuşdur.

Cenâb-ı Hakk cümlemizi bu büyük velînin feyzinden feyziyab eyleyüp, şefâatlerine nâil eylesin. Âmîn.

Zevk-i seyrân-ı müsemmâya dalar esmâdan
Şevk-ı tevhîdi cemâlinden alan Kuşadalı
Yükselir döne döne nûr-i fenâfillâha
Mihr-i dîdârına pervâne olan Kuşadalı
Listeye geri dön