11 Temmuz 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Konuşma ve konuşulanı anlama kâbiliyyeti, Cenâb-ı Hakk'ın insana bahşetmiş olduğu en büyük nimetlerdendir. Bir düşünün, bunca mahlûkât-ı ilâhî arasında, söz söyleme kâbiliyyetine sâhip olan, merâmını kelâmla ifâde edebilen ve kendisine söyleneni anlayabilen insandan başka kim vardır? Hangi mahlûk öğrendiklerini kitap hâline getirebilir, hangisi hissettiklerini şiirle ifâde edebilir? Yalnızca lisân ve beyân kâbiliyyeti bile, insanın bütün mahlûkâtdan üstün olduğunu isbâta kâfîdir. Nitekim beyân-ı ilâhî olan kelâmullah yani Kur`ân-ı Kerîm de insana hitâb etmekdedir.
İnsan, Cenâb-ı Hakk'ın bu büyük lutfu sâyesinde, hem Allah'ın muhâtabı, hem de O'nun kelâm sıfatının mazharı olmuşdur. Nitekim Sûre-i Rahmân'ın başındaki âyetlerde "Kur`ân" ile "Beyân" peşpeşe zikredilmiş ve önce "اَلرَّحْمٰنُۙ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَۜ Allah, Kur`ân'ı öğretti" buyruldukdan sonra hemen arkasından, "خَلَقَ الْاِنْسَانَۙ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ İnsanı halk etti ve ona beyânı öğretti" buyrulmuşdur ki böylelikle "Rahmân" ile "İnsân" ve "Kur`ân" ile "Beyân" arasındaki münâsebete işâret edilmişdir. Buradaki "Beyân"dan maksad, söz söyleme ve söylenen sözü anlama kâbiliyyetidir ki buna lisâna hâkim olmak da diyebiliriz.
Bütün bilgiler gibi lisân da, evvelâ duyarak öğrenilir. Sûre-i Mülk'deki, "قُلْ هُوَ الَّذِي أَنشَأَكُمْ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ" âyet-i kerîmesinde buna da işâret vardır. Bu âyet-i kerîmede önce işitme, sonra görme kâbiliyeti, sonra da akıl zikredilmişdir. Demek ki dinlemek her ilmin anahtarıdır. Dikkat ederseniz dilsizler, dillerinde bir rahatsızlık olduğu için değil, sağır oldukları için konuşamazlar. Yeni doğan çocuk konuşamaz ama duyar, her şeyi duya duya öğrenir. İnsan ana dilini böyle öğrendiği gibi yabancı bir dili de en kolay böyle öğrenir.
Lisân ve beyân, istisnâsız her insâna lâzımdır zîrâ insanı hayvanlardan ayıran bunlardır. İnsan, düşündüğünü ifâde edebildiği, merâmını muhâtabına anlatabildiği ve kendisine söylenenleri anlayabildiği için insandır. Bunların da kökü tefekkürdür ki, o da akla taaluk eder. Akıl yoksa tefekkür yokdur, tefekkür yoksa lisân ve beyân yokdur.
İnsanın kemâli de bunlara bağlıdır. Kimin lisânı daha fasîh, kimin beyânı daha vazıh, kimin kelâmı daha belîğ ise o daha kâmildir. İmâm-ı Ali Efendimize izâfe edilen, "Kemâlike tahte kelâmik/Kişinin kemâli kelâmından anlaşılır" sözü de bu maksadla söylenmişdir. Lisâna hâkim olmayan kişi, nasıl kemâle erebilsin ki, dünyevî ilimler de uhrevî ilimler de ancak lisân ile öğrenilebilir. Görmüyor musunuz, Cenâb-ı Hakk'ın insana hitâbı olan Kurân-ı Kerîm'i anlamak için de lisâna hâkim olmak lâzımdır. Yalnız Arapçaya mı? Hayır. Çünkü kendi lisânını iyi bilmeyen, başka bir lisânı da doğru dürüst anlayamaz.
Sûre-i Bakara'daki "وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ve allemel âdeme esmâe küllehâ" âyet-i kerîmesinde geçen esmâ yani isimler lisâna da işâret etmekdedir. İsimleri ve kelimeleri bilmek bir hüner, isimlerin ve kelimelerin işâret ettiği ma'nâları bilmek başka bir hüner, bu ma'nâları beyân ve îzâh edebilmek ise bambaşka bir hünerdir. Kişinin kemâli, bu üç hünerden ne kadar nasîbdâr olduğuna bağlıdır.
Hamdülillah çok şükür kim bizi insân eyledin
Lutfunu kıldın 'inâyet zâtın ihsân eyledin
"Kâf" ile "Nûn"dan yaratdın cismimi ey pâk-i zât
Tevhîdin ma'nâsını sînemde îmân eyledin
On sekiz bin 'âlemi levhimde yazmışsın benim
Ma'nâsın fehm etmeğe tevhîdi bürhân eyledin
İnşâallah gam yemen kıldın 'inâyet cânıma
Katre iken gönlümü deryâ-yı 'ummân eyledin