16 Eylül 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri buyuruyorlar ki :
Suâl olunursa ki, nice enbiya ve hulefâ-i zâbit-i dünyâ ve hâkim-i halk ve ins ü cinn geldiler, bu makûle teshîr zühde mâni' değil midir? Ve Şeddad ve Cemşid ve Firavun ve Buhtunnasr ve bunların emsâli a'dânın kabûl etdikleri dünyâya neden ikbâl gösterdiler? Hattâ nicesi bu ma'nâ için istişhâd olundu, Hazret-i Osman ve Ali ve İmam-ı Hasan ve nezâiri gibi". Cevâb budur ki, bunlar dünyâya tenâfüs tarîkiyle duhûl etmediler. Belki emr-i Hakk'a tâbi' olup, ıslâh-ı 'âlem için ism-i zâhir ile zuhûr etdiler. Bu cihetden bunlar fi'l-hakîka ehl-i tecerrüddür ki âlâyiş-i dünyâdan pâklerdir. Onun için Hazret-i Dâvud ve Süleyman aleyhimüsselâm kesb-i yedleriyle te'ayyüş ederler ve mülk ü devlete iltifât etmezlerdi. Bu sebebden dünyâyı hilâfeten ve niyâbeten zabt etdiler. Ve ma'nâda dervîşlikleri bâkî idi. Şunlar ki zâhirleri dervîşdir ki, dünyâyı gördükde ne vech ile ikbâl edeceklerini bilmezler, onlar, erbâb-ı 'irfân arasında ve ehl-i îmân miyânında münâfık gibidir.
Suâl olunursa ki, "Âhiru mâ yahrucu min ruûsi'-s-sıddîkîn hubbu'l-câh (sıddîkların başından en son çıkan şey makâm sevgisidir)" ne ma'nâyadır? Cevâb budur ki, hubb-i câh eğer nefsânî olursa, ondan halâsın su'ûbetine işâretdir. Zîrâ âhiriyyetle muttasıfdır. Ve eğer rahmânî olur ise, "yahrucu", "yazharu" ile tefsîr olunur. Bu sûretde murâd, ism-i zâhir ile zuhûrdur. Zîrâ insân-ı kâmil cümle-i esmâyı kâbildir. Ve câh, inde'n-nâs makbûl olmakdır. Gerek menâsıb ve merâtibden bir nesne sûretinde olsun, hilâfeten hulefâ gibi, ve gerek olmasın. Zîrâ zuhûr, mansıba menût değildir.
'Ale'l-husûs bu a'sârda ehl-i mansıb olmak tarîkatden 'adv iledir. Meselâ şeyh olan kimse müftî ve kâdî olmaz, dervîşliği münâfîdir. Velâkin bunlar ve sâir erbâb-ı menâsıb, zühd ve tecerrüd ihtiyâr edip, İbrâhim bin Edhem gibi dervîş olurlar. Zîrâ tarîk-i terkin mâni'i yok ve buna dek sâliki çokdur. Fa'rifhu.
Bu lisâna âşinâ olmayanlar için kısaca îzâh edelim :
Sorsalar ki "Nice peygamberler, nice halîfeler gelmişdir, bunlar dünyâya hâkim olmuşlar, insanlara ve cinlere hükmetmişlerdir, bu hâl zühde mâni değil midir? Bunlar Firavun gibi, Nemrud gibi zâlimlerin meyletdikleri dünyâyı niçin reddetmediler? Hattâ bazıları bu yolda öldürüldüler, meselâ Hazret-i Osman gibi". Cevâbı şudur ki, bunlar dünyâya ehl-i dünyânın sarıldığı gibi zevk için sarılmadılar, bilakis dünyâyı ıslâh maksadıyla ve Hakk'ın emriyle yapdılar bu işi. Bu itibarla bunlar zâhirde ne kadar saltanat sâhibi gibi gözükseler de hakîkatde zâhiddirler, dünyânın âlâyişinden berîdirler. Bu yüzden Hazret-i Dâvûd gibi, Hazret-i Süleymân gibi zevât, ellerinin emeği ile geçinmişler, devlet malına el sürmemişlerdir. Onlar dünyâyı hilâfeten ve vekâleten zabt etmişlerdir. Zâhirde sultân olsalar da hakîkatde dervîş idiler. Bir de zâhirleri dervîş olup, dünyâ nimetlerini görünce ona âdetâ hücûm eden bir zümre vardır ki, irfân ehli katında bunlar münâfıklar gibidir.
"Sıddîkların başından çıkan son şey makâm sevgisidir" diye bir söz var, bu ne ma'nâya gelir diye sorulursa eğer, cevâbı şudur ki, makâm sevgisi nefsânî olursa, ondan kurtulmak çok güçdür. Bu söz, bu zorluğu vurgulamak içindir. Makâm sevgisi rahmânî olursa, o zaman makâm ve mevkî, sâhibine zarar vermez, bilakis ism-i zâhire mazhariyyeti gösterir. Zîrâ insân-ı kâmil Cenâb-ı Hakk'ın cümle esmâsına mazhardır. Makâm, halk arasında makbûl olmak demekdir. İster dünyevî bir makâm ve mertebe şeklinde olsun, ister manevî bir makâm ve mertebe şeklinde olsun.
Özellikle bu zamanda makâm sâhibi olmak, tarîkatden çıkmak demekdir. Meselâ şeyh olan kimse müftü olamaz, kâdı yani hâkim olamaz, bu gibi dünyevî makâmlar dervîşliğe aykırıdır. Lâkin bunlar ve diğer makâm sâhibleri isterlerse zühdü tercîh edip İbrâhim Edhem gibi dervîş olabilirler. Zîrâ terk-i dünyâ için bir mâni yokdur ve bu yola giren sâliklerin sayısı çokdur.