8 Ocak 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri buyuruyorlar ki :
Ashâb-ı efkâr yani hukemâ ki bazı fütûhda ehlullah ile müşterek olmuşlardır. Ve halvet ve riyâzat edip tarîk-i nazardan fikr ile vâsıl ve ehlullah dahi riyâzat ve mücâhede edip tarîk-i îmândan keşf ile nâil olmuşlardır. Bunların gerçi tarîkleri muhtelif ve meâlde müdrekleri birdir. Velâkin sûretâ müdrekde iştirâklerinden zevkde dahi iştirâkleri lâzım gelmez. Pes fi'l-hakîka iki müdrek miyânında tefâvüt bulunmuş olur. Yani idrâk-i ehlullah akvâdır ki tegayyür kabûl etmez. İdrâk-i ehl-i nazar ise böyle değildir. Bu iki idrâkin miyânında fark, hayâl ile kalbin farkı gibidir. Zîrâ hayâl ile mülâhaza olunan şey, kalb ile tahkîk olunan gibi değildir. Ve bilcümle riyâzat inde'l-muhakkikîn tahsîl-i ahlâk ve inde'l-hukemâ tasfiye-i mahall içindir. El-hâsıl mahall gayra meşgûl iken, ne teveccüh-i rûhânî kâbil ne hod vârid-i gaybî hâsıldır. Onun için demişlerdir ki, esas olmadıkça binâ kurulmaz.
Malûm ya Hind fakîrleri yâhud Budist râhibleri de riyâzât yapıyorlar. Hem de en ağırlarını yapıyorlar riyâzâtın. Ve bir takım hârikulâdelikler zuhûr ediyor onlardan. Meselâ kimisi ateş üstünde yürüyür, kimisi uzun müddet aç durabiliyor, kimisi da başka türlü hârikulâdelikler gösteriyor. Ne var ki îmânları ve ihlâsları olmadığından, yani yapdıkları riyâzâtı Allah rızâsı için yapmadıklarından, Allah katında hiç bir kıymeti yokdur bunların. Velev ki havada uçsunlar, su üstünde yürüsünler, ateşe girsinler.
Riyâzat yoluyla kerâmete eren ama sonra dînden çıkan, îmânsız ölenler de vardır. En meşhûrlarından biri Benî İsrâîl'den Bel'âm bin Baûrâ'dır. Vaktiyle türlü türlü kerâmetler gösteren hattâ havada uçan bu adam, kibri ve enâniyyeti sebebiyle Hazret-i Mûsâ'nın nübüvvetini kabûl etmemiş, ona tâbi olmamış ve bu yüzden cehennemlik olmuşdur.
Büyük mürşidimiz Muhyiddîn Üftâde Hazretleri bu husûsda şöyle buyuruyorlar :
Bel'am'ın binden ziyâde mürîdi vardı. Önünce ardınca yürürlerdi. Marifetlerinde kâmiller idi. Hattâ murâdını işâretle anlarlar idi. Lâkin bu tâife, bu marifeti, tarîk-i riyâzat ile tahsîl etmişlerdir, sülûk tarîkiyle tahsîl etmemişlerdir. Bir kimse sülûk tarîkiyle ahlâk-ı nefsâniyyesini tezkiye etmezse, ahlâk-ı nefsâniyyesini gidermemekle, sû-i hâtimesiden havf olunur.
Buradan da anlıyoruz ki, riyâzat tek başına insanı maksada eriştirmez, muhakkak nefsi tezkiye etmek de lâzımdır. Yani bir kimse nefsini kötü sıfatlardan arındırmadan yalnız riyâzat yapsa, bir yere varamaz, yolda kalır, emekleri boşa gider. Hattâ maâzallah riyâzat netîcesinde kendisinde meydana gelen bir takım hâllere mağrûr olursa, âkıbeti berbat olur.
Fakîr de, böyle birisini biliyorum. Bu zât, hem âlimdi, hem âbiddi. Yani ilmi de vardı, ibâdeti de vardı. Hadîs okuturdu, talebeleri vardı. Hattâ tarîkat-ı aliyyeye intisâbı bile vardı. Fakat nefsini tezkiye etmediği için, kibirden, riyâdan, ucubdan, hasedden, makâm sevgisinden kendini kurtaramadığı için âhir ömründe sapıttı, dînden çıkdı, o şekilde vefât etdi.