3 Mart 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Bizim evin damından Yeşil Kubbe görünmez fakat Harem-i
Şerîf'in minâreleri gözükür. Baktım ki minâreler yanmış. Bu hilkat
mabedinin sînesinde yanan, parlayan minâreleri, buhurdanlara
benzettim. Gâliba melekler, hediye olmak üzere cennetlerden öd
ağacı ve daha insanların bilmedikleri bin bir çeşit kokular getirmişler,
o buhurdanlara atıyorlar, onun için uhrevî, baygın bir koku her tarafa
yayılmıştı.
Meğerse o minâreler birer buhurdan da değil, bir nûrdan
mabedin ortasına konmuş yâkuttan birer kürsü imiş. O kürsülerde
Peygamber Efendimiz'e ait menkıbeler okunacak, Hakîkat-i Muhammedî'ye
dâir hutbeler, kasîde ve ilâhiler söylenecekmiş.
Derken ilâhi bir ses, alevler gibi bir feryâd yükseldi :
"Allahu Ekber Allahu Ekber"
Bu ulvî nidâ derin bir murâkabeye dalmış olan kâinatı, inleterek
uyandırdı. Ben de vecd içinde ürpererek kendime geldim. Anladım ki sabah
ezânı okunuyor. Müstesnâ bir tesâdüf olarak Reisiyye nöbeti Mahmud Numan'da imiş. Reisiyye, Mescid-i Nebevî'de Kubbe-i Saâdet'e en yakın olan minârenin adıdır. Medîne-i
Münevvere'de âdet, bu minâredeki müezzinin ezâna ilk önce başlamasıdır. Öteki minârelerde bulunan
müezzinler onu takip ederler. Bu minâreye Reisiyye denmesine sebeb budur. Bu tesâdüfe o kadar sevindim ki tarif edemem.
Hazret ezâna devam ediyor, ezânın arasında konuşmamak için
nasıl okuduğunu ezândan sonraya bırakalım...
****
"Lâilahe illallah"
Ezân bitti. Belki mûısıkîye âşina olan okuyucularımız, "Mâdem
ki her ses, bir makâma tâbidir, binâenaleyh acaba Numan'ın takib ettiği
makâm sabah ezânlarında meşhûr olan Sabâ mı idi?" diye bir suâl
sorarlar. Evvelâ bunu kısaca arz edeyim :
Ne hikmetse Sabâ'dan değil, Uşşak'ın ikinci oktavından başladı, sonra Uşşak-Nevâ yaptı. Çıkışlarda tiz Nevâ'dan yükseliyor, derken,
bir Bayati ve Hüseyni çeşnisi yapar gibi oluyor sonra yine
mûsıkînin o engin, dolgun ve nâmütenâhî semâlarında uçtuktan
sonra, meyân içinde meyân yapmak, zaman ve mekan kâide ve
hududlarını aşmak hârikalarını göstererek yine Nevâ'nın o alevler saçan
şâhikalarına yükseliyor, yine o aşk kaynağı olan tılsımlı âlemlerde karar
kılıyordu. Evet, görünüşte sezilen makamlar bunlardı, fakat nağmeler! Âhh o kıvılcımdan, gülden, çiçekten, renkten, histen, aşktan, vecdden
ve bilmem daha ne gibi bedîalardan yaratılmış nağmeler, ne ilâhî idi. Âdetâ her nağme bir makâm yerini tutuyordu. Her halde topyekun makâmların, nağme ve akislerin ruhları, manâ ve tesirleri, Efendimizin
huzûrunda bir geçit resmi yapıyorlar, hürmet ve tazîm ile salât ü selâm
vererek şefâat diliyorlardı. Bu mukaddes makâmda ezân okumak şerefine
nâil olan bahtiyar müezzinin bahtiyar sesine,
Yürü kim meydân senindir bu gece
Sohbet-i sultân senindir bu gece
denmişti.
Ses yükseliyorken, gönlüm, rûhum öyle heyecanlarla doluyordu ki
sanki bir melek, o renginde fecirler, mehtaplar görünen kanadına bizleri
takıyor, yıldızlar, güneşler muhitinden, renk ve ziya ufuklarından
geçirerek lahût âlemlerine, ruhların, meleklerin karar ve ibâdetgâhı olan
cennetlere çıkarıyor. Artık orda onların tesbih ve tehlillerini, Cemâl-i Kibriyâ'ya âit olan güftelerini, ilâhî aşkın mahrem sırlarını ifâde eden en ağır ve en vecd-âlud besteleri dinliyordum.
Artık o zaman maddenin fânî, hayâtın süflî emellerini ihtiyaç ve ihtiraslarını, bedbaht maddileri aldatıp avutan topraklarda bırakarak, o nurdan mihraplara serilen tavus tüyü rengindeki yeşil çimenlerden örülen kadife seccadelerin üzerinde secdelere kapanıyorum. Nurdan ses, bu vasfettiğim ilâhi âlemlerden zeminlere akisler halinde inerken, hilkatin her zerresini yeniden inletiyor, ağlatıyor, sızlatıyordu. Sanki her şey dile gelmişti. Yeryüzündeki bütün bülbüller, gülşenlerini bırakarak Medîne'nin ufuklarına gelmişler, bu müstesnâ âyine iştirak ediyorlar, bir sene zarfında söyleyecekleri kasîdeleri, güfteleri ezberliyorlardı.
Merhûm Mehmed Akif Bey'in,
Kanar yanar gibi yüzlerce bülbülün kalbi
O perde perde tüten nevha neydi yâ Rabbi
dediği gibi, hep bir ağızdan en yanık besteleri meşk ediyorlardı. Ve merhûmun diğer beyti de,
Kayalardan kıyılardan bir ateşdir çağlar
Lahn-ı Dâvûd ile inler yine gûyâ dağlar
dediği gibi, sanki Dâvûd aleyhisselam da Efendimiz'in şerefine verilen bu nâdide ihtifalde, mezâmirini inşâd buyurmağa gelmiş, kemâl-i vecd ile terennüm ve inşâd ediyor. Bütün çevreler ve onun bağrı yanık âşıkları olan dağlar, kuşlar, âteşîn akislerini tekrar ederek inliyorlardı!
Numan'ın, nûrdan sesinin billur semâsında uçan neşeli nağmeler, gözümde şöyle bir levhayı canlandırıyordu :
Sanki Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Hazretleri, Mekke-i Mükerreme'den hicretlerinde, Medîne-i Münevvere'ye teşrîf buyurmuşlar...Medîne'liler kadın, erkek, çoluk, çocuk şimdiye kadar eşi görülmemiş bir sevinç içinde bu kıymetli misafirlerini karşılıyorlar, masum kız çocukları o duyulmadık neşîdeleri terennüm ederek, Medîne'nin değil, kâinatın ömründe bir kere gördüğü "ilk ve son bayramı" kutluyorlardı. Sanki Efendimiz sefer ve muharebelerinden muzaffer olarak dönüyorlar da, günlerden beri sevgilisinin hicrânı ile yanan Medîne'nin mübârek yüzü gülüyordu.
Hazret-i Bilâl, Cenâb-ı Peygamberimizin vusûlünü ilân ediyordu. Sanki yarın, İslâm târihinde feth olunacak bahtiyar ülkelerde, milyonlara sığmayan minârelerde okunacak ezanları, bilhassa koca Fatih'in Ayasofya'da okutacağı ilk ezanı ve cihad meydanlarında o şehid ordularının temiz kalbinden asırlarca taşacak olan tekbirleri, süngü hücumlarındaki "Allah Allah" sadâlarını, ta o günden ilân ediyordu.
Her şey her taraf bu muhteşem destanı, sevinç ve heyecanlar içinde dinliyor ve sevgili Peygamberimiz de ümmetinin bu parlak müstakbelini tebessümlerle karşılayıp selâmlıyordu...
Bu manzara, o coşkun, neş'eli nağmelerin ilhâmı idi. Fakat hazîn nağmelerin açtığı safha da şundan ibaretti :
On senedir eşsiz bir saadete, ilâhî bir sevince eren Medîne, ömründe en acıklı saatlerini yaşıyordu. Fahr-i kâinat, refîk-i a'lâyı arzu ve ihtiyar buyurmuşdu. Mübârek hayâtı, rûhânî hayâta intikal etti. O lahûtî güneş, fânî ufuklardan ebedî ülkelere aksetti. Fânî gözlere perdeler indi. Aman yâ Rabbi! Ne büyük felaket! Herkes müdhiş bir mâtem içinde. Her şeyin rengi yasa bürünmüş. Ağıt, figan, seller gibi gözyaşları...
Kalbleri yerinden söken hıçkırıklar. Hattâ hayatta hiçbir şeye üzülmeyen, koskoca dehre meydan okuyan Hazret-i Ömer kendinden geçmiş, kılıcını sıyırmış, "Kim peygamber öldü derse kellesini uçururum" diye haykırıp yerinden fırlıyor.
Fakat bu mâtemli saatler geçerken namaz vakti geliyor, ezân okunacak. Lâkin ezânı kim okuyacak? Bilâl mi? Âh, keşke Bilâl sevgili Peygamberine canını feda etseydi de bu acıklı günü görmeseydi. Çünkü Bilâl ezâna başlayıp da "Eşhedü enne Muhammede'r-Resûlullah" derken, hislerine nasıl mâlik olacaktı? Senelerdir aşk, vecd, safâ bahçelerinde neş'elerle öten bülbül, bu yaslı günde nasıl şakıyacaktı? Şayet o şakıyabilse bile, sahabeler bu feryadı nasıl dinleyeceklerdi?
Nitekim bundan sonra ne Bilâl ezân okuyabiliyor ve ne de Medîne halkında o hârikulade sese tahammül edebilecek güç bulunuyordu. Bu halden sıkılan Bilâl, Hazret-i Ebûbekir'den izin alarak Şam'a gitti. Fakat aylar geçtikten sonra yaslı bülbül gülşenine dönmek, Ravza'sına kavuşmak için yanmaya başlamıştı.
Hazret-i i BilâI, bir gece rüyâsında sevgili Peygamberimizi görüyor ve Efendimiz kendisine hüsn-i şefkatle çağlayan şu iltifatta bulunuyor : "Bilâl, bizi ziyaret etmez oldun!". Artık Bilal heyecan ve iştiyâkından o geceyi uyanık, hattâ ayakta geçiriyor. Sabah olur olmaz, devesine binip doğru Medîne'ye geliyor, Bilâl'in geldiğini duyan Medîne halkı, hemen başına toplanıyorlar, hepsi birden - belki hal ve hatırını sormadan - "Kuzum Bilâl, ne olur bir ezan okusan da Efendimizle geçirdiğimiz o mes'ud hayat, gözümüzün önünde bir kere daha canlansa" diye ricada bulunuyorlar. Her ne kadar Bilal "Okumam, okuyamam, o nûrlu hayatın gözümde tekrar canlanmasına sizden evvel ben dayanamam" dediyse de, Peygamberimiz'in en kıymetli hatıraları olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin Efendilerimizin gözyaşları dökerek ısrar etmelerine dayanamayarak "PekaIa" demek zorunda kaldı. Ezan okumaya çıktı, fakat gönüllerdeki heyecan, denizler gibi dalgalanıyor, kalbler bir yaralı kuş gibi çırpınıyor, herkes sabırsızlıkla bekleşiyordu. Yanık BilâI, ezâna başladı :
"Allahu Ekber Allahu Ekber"
Artık Medîne çalkalanıyordu. Kalbler, ruhlar, binbir çeşit neş'elerle doluyor, Mescid-i Şerif bambaşka bir şekil alıyordu. Fakat bu huzur ve sükûnet çok sürmüyor. Bilâl "Eşhedü enne Muhammede'r-Resûlullah" derken, sanki Peygamber Efendimiz, böyle âh ü figân içinde çırpınan, pervâneler gibi yanıp tutuşan, seller gibi iştiyak gözyaşları döken ümmetinin acıklı haline dayanamayarak, kendisini gözlerden saklayan perdeleri kaldırıp, bütün nûraniyet ve ihtişâmı ile meydana çıkıyor. Bu esnâda kalbinin derinliklerinden lavlar halinde çağlayan binbir heyecan, Bilâl'in nefesini boğuyor, sesini tıkıyor. Bu hazîn ezânı, sesin değil, âh ü feryâdın, hıçkırık ve gözyaşlarının bitirmesi mukaddermiş ki, Bilâl ezânı sonuna kadar okuyamıyor, bitiremeden yarısında bayılıyor. Bu müdhiş manzarayı temâşâ eden halk bütün bütün kendinden geçmişti. Bu gün Efendimiz'in ebedi hayata irtihalleri günü gibi acıklı bir gün olmuştu. Medine, bir kere daha ömründe en hazin ve en matemli gününü yaşamıştı.
Bu makâle, uzun yıllar Medîne-i Münevvere'de yaşamış ve nihâyet orada vefât etmiş olan olan merhûm Ali Ulvi Kurucu tarafından 1952 senesinde yazılmışdır. Yazar, kendisine ilhâm kaynağı olan ezânı okuyan Mescid-i Nebî müezzini Mahmûd Numan hakkında şu îzâhatı yapıyor :
Mahmûd Numan, Harem-i Şerîf müezzinlerinin en meşhûrudur. Nâdiren ve çok nazlı okur.
Fakat coştuğu zamanlarda, çok yanık, çok ilâhî bir şekilde, insanları değil, bütün bu mübârek çevreyi
yakarcasına okur. Bilhassa bu mübarek gecede okuduğu sabah ezânı bana bu makâleyi ilhâm etti. Gönül
isterdi ki, bu ezân, büyük şâirimiz Mehmed Akif Bey'in Medîne-i Münevvere'yi ziyâretlerinde okunsaydı
da "Necid Çöllerinden Medîne'ye" unvânlı ölmez manzûmesinde en güzel şekilde tasvîr edilip yaşasaydı. Meraklı okuyucular Akif Bey'in "Necid Çöllerinden Medîne'ye" ve "Ezânlar" şiirlerini de okumalıdırlar.
Seher vaktinde mevcûdât nûşîn hâb içindeyken
Bu rûhânî nevâ âfâkı mevcâ-mevc edip birden
Muhîtin kalb-i hâmûşunda başlar bir hazîn şîven
Bakarsın her taraf zulme, fakat bir zulmet-i rûşen
Semâ bîdâr her yıldız Cemâlullâh'a bir revzen