Melâmet Nedir Ne Değildir?

22 Aralık 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

İbrahim Edhem
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerine Amerika'daki bir sohbetlerinde melâmet hakkında sorulunca buyurdular ki :
İnsan, insanlardan kabahatini nasıl gizlerse, Allah'la olan münâsebetini de öyle gizlemesidir. Komprime şeklinde vereceğimiz cevâb budur. Ve sôfiyyenin en kibâr kısmıdır. Bugün melâmîler var, Türkiye'de filan var ama bugünküler fesada uğramışdır. Yani sôfiyye tarihinde sôfîliğin en yüksek derecesidir. Ve her tarîkatde melâmet safhası var. Yani melâmet bir tarîkat değildir. Her tarîkatin melâmet safhası vardır. Yani bütün seyr u sülûkde, yani tarîkata çalışanların, bu yolda Hakk'a mülâkat, vuslat isteyenlerin yolunda böyle bir safha vardır, meşreb-i melâmet vardır. Hepsinde. Hepsinde. 
Üç kısma ayrılır. Kassar'dan Ömer-i Sikkînî'ye kadar birinci devre. İkinci devre, Ömer-i Sikkîn'i'den Nûrü'l-Arab'a kadar. Üçüncü devre, Nûrü'l-Arab'dan sonra. Melâmetin böyle üç kısmı var ama melâmet, bir meşrebdir o. Seyr u sülûk esnâsında yani sâlik, o meşrebe uğrar. Allah tarafından giydirilir kendisine. 
Şimdi bir misâlini vereceğim. Târihde bir hâdise. İbrâhim Edhem var, Belh Sultânı. Bu zât pâdişahlığını terk etdi ve dervîş oldu kendisi. Uzun safhaları var ama ben kestirme yoldan anlatacağım. İbrâhim Edhem gelmiş Kûfe'ye, Kûfe şehrine. Gelmiş, pâdişah olduğu hâlde dervîş kendisi, orda bir bostancının yanına bekçi girdi. Ama o bostanın sâhibi olan adam İbrâhim Edhem'in kim olduğunu bilmiyor hiç. Sonra günlerden bir gün arkadaşlarıyla beraber bağa geldiler, bostana geldiler. Dedi ki İbrahim Edhem'e "Bize nar topla" dedi. Bunlar narı biliyorlar mı? O iki kısımdır, birisi ekşi, biri tatlı. Dedi ki bostan sâhibi İbrâhim Edhem'e, "Arkadaşlarım geldi, ziyâfet vereceğim, biraz nar topla getir ama tatlılarından getir" dedi. Getirdi, açdılar narları, ekşi. Dedi "Ben tatlı istedim, bunlar ekşi, bunları niye getirdin" dedi, kızdı İbrâhim Edheme'e mal sâhibi yani bostan sâhibi. İbrâhim Edhem ona dedi ki, "Ben hangisi tatlı hangisi ekşi bilmiyorum" dedi. Mal sâhibi dedi ki, "Yani sen burada bekliyorsun ama bu narlardan hiç yemedin mi?". "Hayır" dedi, "ben burada beklemek için kaldım, nar yemek için kalmadım. Bekliyorum, benim vazifem beklemekdir, yemek değil". Öyle deyince bostancı bir kahkaha atdı, güldü, dedi, "Gâliba sen İbrâhim Edhem oldun" dedi. "Sen kendini İbrâhim Edhem mi zannediyorsun!" dedi. Yani burada hiç nar yememişsin, ne demek yani. Onun üzerine İbrâhim Edhem, "Eyvaaah! Burada da benim sôfîliğim işidildi" dedi ve bırakdı  bahçeyi ve yürüdü. 
Ve bir kervana dâhil oldu. Kervancıya dedi ki "Benim param yok, beni götürür müsünüz beraberinizde?". Kervancı dedi ki, "Mâdem paran yokdur, sen bize hizmet et. Yani develeri filan yedersin, develere su yâhud yem verirsin, bu şekilde hizmet edersen senden para almam, seni yanımda götürürüm ama para vermem". "Peki" dedi İbrâhim Edhem, "Ben para istemem, yeter ki benden para isteme, ben fukarâyım" dedi. Ve böylece Mekke yolunu tutdular. Mekkeliler haber aldılar ki, İbrâhim Edhem Kûfe'ye gelmiş, ama tanımıyorlar, ismini işidiyorlar, Kûfe'ye gelmiş, Mekke'ye gelecekmiş, onun için üç fersah yani üç günlük yola çıkıyorlar. Yani yetmiş beş kilometre yâhud doksan kilometre çıkıyorlar, her gelen kervana soruyorlar, "İçinizde Belh sultânı İbrâhim Edhem var mı?" diye soruyorlar. Ama tanımıyorlar. İşitmişler Mekke'ye doğru geldiğini. En nihâyet İbrâhim Edhem'in bulunduğu kervan oraya geldi, Mekkeliler sordular, "İçinizde İbrâhim Edhem var mı? Bu isimde bir kimse var mı, Belh sultanı". Kervancı dedi, "Valla Belh sultanı bilmiyorum ama bir İbrahim Edhem var. Kûfe'de bizim yanımıza geldi, kervana girdi, bizim hayvanlara bakıyor. Ama sultan mıdır bilmiyoruz, ismi İbrâhim Edhem. Ve çağırtdılar oraya onu Mekkeliler, dediler, "Senin ismin İbrâhim Edhem mi?". "Evet İbrâhim Edhem". "Yani sen Belh sultânısın değil mi?". "Yok, ben Belh sultânı değilim, ben dervîşim. İşte böyle gördüğünüz gibiyim, fakîr bir adamım. "Peki sen hiç İbrâhim Edhem'i gördün mü, tanır mısın? Seni burada alıkoyalım ki gelen kervanlardan bakıp görüp tanıyasın onu". "Evet tanırım" dedi. "Nasıl bir adamdır?". "Kötü adamdır, fenâ adamdır" diye kendisini kötüleyince, Mekkeliler dediler ki, "Seni edebsiz herif seni! Bir evliyâullaha böyle kötü konuşuyorsun". Dövdüler İbrâhim Edhem'i ve bayıltdılar. Onu götüren kervancı da kzıdı ve almadı, bırakdı gitdiler. Sonra kalkdı İbrâhim Edhem, ayıldı. Bakdı her tarafı kan içinde, kafası gözü yarılmış filan. Ve nefsine dedi ki, kendi kendine konuşdu, nefsine, "Senin Belh sultânı olduğunu söyleseydim, sana hürmet edecekler, elini öpecekler, sana ikrâm edeceklerdi. Ama ben öyle yapmadım, seni zemmetdim ve beni dövdüler. Dayak sana hürmetden daha çok yakışır dedi. Ve oradan gizlice Mekke'ye geçdi.

İşte melâmet bu. Kendini göstermedi. Deseydi ki, "Ben Belh sultânıyım, oooo, öpecekler, sevecekler, ona hürmet edecekler filan. Ne yapıyor? Gizliyor kendini. Gizliyor. Dedi "Sen böyle hürmet görmendense böyle hakâret görmen daha hayırlıdır" dedi nefsine. İşte melâmet bu. Nefsine hürmet istemiyor. Dâimâ kendisini halkdan dûn göstererek böyle, buna işte melâmet meşrebi diyorlar ki, her tarîkatda bu var. Ama hemen tarîkata girer girmez zâhir olmaz, bir müddet sonra olur. Sınıf sınıfdır bunlar, derecâtdır. Dervîşliğin bir derecesi bu. Her tarîkatda var melâmet. 
Böyle tarîkat olarak da gösterilen, her tarîkatda melâmet var fakat tarîkat olarak gösterilen târihî hâdise, Hazret-i Kassar'dan başlıyor, tâ Ömer-i Sikkînî'ye kadar. Ömer-i Sikkînî'de ikinci derecesini alıyor tarîkat-ı melâmiyye, Ömer-i Sikkînî'den Nûrü'l-Arab'a kadar. Üçüncü kısım, Nûrü'l-Arab'dan zamânımıza gelinceye kadar. Onun için namaz kılarlar ama götermezler namaz kıldıklarını. 
Bir tâne daha anlatayım, onların daha iyi kavrayacağı, şumullü bir şey. Gene bir melâmî böyle, Eyüp Sultan'da oturuyor. Cuma akşamı olduğu vakitde bakkala uğruyor, İslâm'da, bizde şarâb içmek haram, şarab alıyor ve üç dört tâne de kötü kadın, yani parayla kendi vücûdunu satan kadın getiriyor evine. Her Cuma gecesi. Herkes bunu görüyor, câmiye gelmiyor. Bunun yapdığı iş bu. Herkes bundan nefret ediyor, müslümanlar. Müdhiş sûretde. Bu böyle senelerce devâm ediyor. Sonra bir gün ölüyor. Ölünce mahallesinin imamı gelip bunun cenâzesini kaldırmıyor. "Bu adam, kötü adamdı, fâhişe kadınları getiriyordu, içki içiyordu, bu adam iyi değil, ben bunun cenâzesine gelmem" diyor. Sonra bir de bakıyorlar ki, karşıdan İstanbul'un çok hürmet edilen bir velîsi, evliyâsı, pâdişahın dahi elini öpdüğü bir adam, geliyor. Diyor, "Burada böyle âşık bir adam varmış, ölmüş, nerede onun evi?". Diyorlar, "Âşık filan değil, edebsiz herifin birisiydi, Cuma akşamları evine şarab getiriyordu, fâhişe kadınları götürüyordu, parayla kendilerini satan kadınları". "Yok" diyor, "Öyle değil. Hakk Teâlâ bu akşam bana bildirdi ki, ilhâm etdi, o öldü, kimse onun cenâzesini kaldırmıyor, git onun cenâzesini sen kaldır dedi bana. Onun için geldim buraya". Tabii bütün Eyüp ayaklanıyor. Çünkü Hazret tanınan bir adam. Gösteriyorlar, cenâzeyi kaldırıyor. Sonra gidip karısına soruyorlar, "sorun karısına" diyor o şeyh efendi. Karısı diyor ki "Bazen içki alırdı evine getirirdi ama içmezdi" diyor.  "O içkileri yüznumaraya döküyordu, müslümanların kursağına gitmesin bu diye döküyordu. "E peki o fâhişe kadınlar?". "Onları da, hiç olmazsa Cuma akşamı onlar fenâlık yapmasın diye alır evine götürür, muhâfaza eder, hepsinin yevmiyesini verir, ama onlara ilişmez. Hiç değilse bu akşam, Cuma akşamı günahdan berî olsunlar diye onları evde misâfir eder, yedirir, içirir gönderirdi" diyor karısı. "Ben biliyorum hâdisâtı" diyor. O öldükden sonra meydana çıkıyor. Herkes onu kötü biliyor ama hakîkatde böyle bir veliyyullah. 
Burada en mühim hâdise şu. Bunu yapan zât kendi isteğiyle yapmaz. Tarîaktda bu bir meşrebdir, o meşreb zamânı geldiği vakitde Allah bunu ondan işletir böyle. Onun isteğiyle değil. Hakk Teâlâ böyle onu halka bu şekilde gösterir.

 

İdris-i Muhtefî diye bir zât var, melâmîlerin İstanbul'daki en büyüklerinden. İdrsi-i Muhtefî, yani gizli İdris. İsmini bir kısmı Sütçü Ali biliyor, bir kısmı Terzi İdris biliyor. Terzilik yapıyor bu ve şeyhülislâmın da cübbesini o dikiyor. Şeyhülislâm diyor ki bu Terzi İdris'e, "Burada bir Sütçü Ali diye birisi varmış, bu adam mülhidmiş, zındıkmış, kötü bir adammış, sen bunu tanıyor musun?" diyor. "Ben seni çok dürüst biliyorum, senin sözünle hükmedeceğim, ona göre" diyor. "Evet tanıyorum" diyor. Halbuki kendisini kendisine soruyor. "Nasıl bir adam?". "Dediğinizden daha kötüdür, daha kötüdür, daha fenâdır" diyor. Sonra yakalıyorlar bunu, bir de bakıyor şeyhülislâm, aynı adam karşısında. Duruyor şeyhülislâm. Şeyhülislâmın kulağına gelip diyor ki, "Eğer beni ifşâ edersen, sırrımı söylersen âhiretde sana şefaat etmem ben" diyor. "Hükmün ne ise bana hükmünü ver" diyor ve katlediyorlar onu, öldürüyorlar. Yani ölüme gidiyor. 
İşte bu kendi isteğiyle değildir, Allah ona bu kisveyi giydiriyor. Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hakk" dediği gibi. Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hakk" dedi, kendi demedi onu. Onu Allah dedi onun ağzından. Ama onu bilmeyenler onu Hallâc söyledi zannetdiler ve Hallâc'ı öldürdüler. Hallâc-ı Mansûr, "Ene'l-Hakk" diyor. Hallâc-ı Mansûr'un sözü değil o. Allah onun ağzından söylüyor. Fakat şeyhülislam filan zannediyorlar ki Hallâc bunu kendi isteğiyle söylüyor. Ve öldürdüler kendisini. 
İşte melâmet o. Kendine levme etdirmek, kendini kötü gösterme. Nasıl kendi kabahatini halkdan saklıyorsa, Allah'la olan münâsebetini de böyle saklıyor ve kendini kötü gösteriyor halka. Halbuki hakîkatde öyle değil. Bir defîne, üstünde çöp örtülü. Kur`ân'da bu da var, belki biliyorlardır. Hazret-i Mûsâ ile Hızır aleyhisselâm bir gemiye bindiler, kıral gemiyi gasb etmesin diye, almasın diye, Hızır ne yapdı, tahtalarını kırdı ve gemiyi kurtardı. Bunun gibi kendini kötü göstererek kendini kurtarıyor, yani vücûd gemisini kurtarıyor. İşte onun gibi. Gemiyi kurtarsın diye, gâsıb almasın diye, kırdı. Zâhirde gemi kırık göründü ama hakîkatde gemi kırık değil. Onun için işte kendisini kötü göstererek, Allah'la arayı, münâsebeti iyi yapıyor.

Efendi Hazretlerine sık sık gelip giden ve tasavvufa çok meraklı olan Avusturyalı bir zât vardı. Nereden duyduysa melâmet hakkında bir şeyler duymuş ama ne olduğunu da bir türlü anlayamamış. Bir gün yine sohbete geldiğinde bu meseleyi açarak, "Dediler ki, melâmet ehli olan kişi, aslında çok ârif bir adam, sanki kötü bir şey yapıyormuş gibi davranıyor" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Yok, o demek değil melâmet. Suçunu ve kabahatini halkdan nasıl saklıyorsa, ibâdet ve tâ'atını da öyle saklar. Ama bugün için değil o. O, islâmın bol zamânında olan hâdisât. Bugün için melâmet, sokak ortasında namaz kılmakdır, halkın taarruzuna hedef olmakdır. "Bak pezevenge! Câmi yok mu ulan burda namaz kılıyor deyyûs, dürzü herif, softa!". İşte o melâmet oluyor şimdi bu devirde. Melâmet, kendine levm etdirmek. Kur`ân'da var mı? "Lâimin levminden korkmazlar" diyor. O vakit ne yapıyor, suçunu gizlediği gibi, insan suçunu halkdan nasıl gizliyorsa, yapdığı ibâdet ve tâatını da halkdan gizliyor. Ama irâdesi ile yaparsa mürâî olur. O bir makâmdır, o melâmet makâmı, her tarîkatda vardır, orada onun irâdesi elinden alınır, irâde-i cüziyyesi, Hakk'ın emrine girer o. Hakk Teâla ona işletir o işi. Çünkü kendi isteğiyle yaparsa, o vakit mürâî olur yani gösterişçi olur. Reisleri Kassar'dır, Hazret-i Kassar'dır reisleri, ikincisi Ömer Sikkînî'dir, üçüncüsü Nûrü'l-Arab demişler. Üç müctehid getimiş melâmîler. Nûrü'l-Arab üçüncü müctehiddir, yakın zamandadır, bilgili bir adamdır, melâmiyyenin ileri gelenlerindendir. Böyle.
Melâmet kubbetullahdır velîye
Yakındırlar melâmiyyûn 'Alî'ye
Nüzûl eyler me'ârif esfelîye
Melâmet kâ'besi erkânıyız biz
www.muzafferozak.com

Listeye geri dön