1 Şubat 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
Sohbetde daha lâyıkını, tarîkatde daha hassasını, şeyhlerden daha âlim ve fazîletlisini, ihvândan daha samîmî ve kemâl ehli olanını seç. Zîrâ "Kim Allah ile beraber oturmak isterse tasavvuf ehli ile otursun" sözü vârid olmuşdur. Tasavvuf ehli, kalbleri bulanıklıkdan kurtulup saflaşmış kimselerdir. Onların nezdinde altın, taş ve çamur eşitdir. Aksi takdirde Kûfe'li bir köpek bin sôfîden daha hayırlıdır. Allah ile beraber oturmanın manâsı, Allah'ın korunmuş sırrına sâhib olanlarla beraber oturmak demekdir. O, Kur’ân-ı Kerîm'in ahlâkıyla ahlâklanmış bir kimsedir.
Îsâ'ya, "Ey Rûhullah, kiminle arkadaşlık edilir?" diye soruldu. "Konuşması ilminizi arttıran, gördüğünüzde size Allah’ı hatırlatan ve ilmi size âhireti teşvik eden kimse ile" dedi.
Birincisi, yani konuşmasının ilmi arttırıcı olması şeyhin âlim, nutuk ve beyâna kâdir olmasıyla olur; Zîrâ lehçesi fasîh olmayanın kalbindeki pınarlar akmaz. Su, aşağıya çekilip yerin üstünden gitmişse veya sağa sola bir o yana bir bu yana gitmekten bulanık hâle gelmişse ne içmek için ne de abdest almak için elverişli olur. Güzel ve beliğ konuşan bir kimse, Hakk’ı anlattığında durum farklı olur. O, konuşmasıyla dinleyenlerin ilmini arttırır, anlattıklarıyla da muhataplarının kabını doldurur. Burada ilimden murad, âhiret ilmidir; “ilm-i ilâhî” olarak isimlendirilen ilimdir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur: ن ُ َ ْ َ َ ۪ ي ا َّ ِ َ ْ َ ْ ﴿ َ نَۜ﴾ ُ َ ْ َ َ َ ۪ وَا َّ “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”1 Diğer bir âyet-i kerimede ise şöyle buyurmuştur: ﴾ אًْ א ِ َّ ُ َ ْ אهُ ِ َ ْ َّ وَ َ ﴿ “Ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.”2
Şayet, “Bir insanın ilmî ihatası darsa, ilm-i ilâhî hakkında daha fazla bilgi sahibi olması mümkün müdür?” dersen, şöyle derim: Evet, ilâhî bilginin iki mertebesi vardır: Birincisi irşad ve beyân yoluyla öğrenmenin mümkün olduğu3 bilgi iken, ikincisi vicdan ile öğrenmenin mümkün olduğu bilgidir. Bu anlamda söylenen sözler, ifade edilmesi mümkün olmayan [ilâhî bilgi olduğu için] birtakım işaretlerden ibarettir. Bu ilim de ancak dedikoduyu (kıylükâl) terk etmekle hâsıl olur.
İkincisi yani görüldüğünde Allah’ı hatırlatması vasfı ise kişinin farz ve nâfile ibadet leri yerine getirerek kurbiyet makamını gerçekleştirmesiyle
1 ez-Zümer, 39/9 .
2 el-Kehf ,18/65 .
אرة] 3 ا أن כ א א إ] ifadesi, Hâlet Efendi, 244 numaralı nüshada כ א א [إ
אرة] ا şeklinde kaydedilmiştir.
olur. Yüzü, yalancının değil doğrunun yüzüne benzer. Kim nazarında sadık olup şeyhine baktığı anda “el-Vehhâb” olan Allah’ı hatırlarsa, aralarında herhangi bir konuşma ve hitap olmasa dahi şeyhin nazarı ona ulaşır. Şeyh, başkalarının tanıyamayacağı eski bir giysiye bürünmüş sultan gibidir.
Üçüncüsü yani ilmiyle âhireti teşvik edici olması, amelinin uhrevî olmasıyla mümkün olur. Şöyle demişlerdir: “Tâbi durumunda olan kişi için fiil [ve hâl], sözden daha çok tercihe şayandır.” Nitekim şöyle denilmiştir: אل כ ّ ّ و ا ر ّ אل وز ا אل وإذا 1 ا
Sözü, işle karşılaştırdığında sen işi tercih et
Her sözü söylemekten de sakın
Mesnevî ’de şöyle der:
ش و כ א אن در ر כ اب را
İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker
Çünkü bu öğüdü, sağırların bile can kulakları duyar2
Hz. Peygamber’ in (sa) şu sözü de bu kabildendir: “ ِ ُ ُ א رَأَ ْ ا כَ َ ُّ َ ِّ أُ َ / Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de o şekilde kılınız.”3 O (sa), “Benim size söylediğim gibi namaz kılınız.” dememiştir. Sen bu açıklamadan hangi insanın sohbet etmeye lâyık olduğunu anlamış oldun. Helâke uğrayanlarla birlikte helâk olmamak için salt iddia sahiplerinin sohbetinde bulunmaktan sakın. Zira kötü ile beraber olan onun yanında olmasından dolayı aynı hükmü alır. Cüzzam hastalığı, bir kimseye sirayet ettiği zaman tedavisi mümkün değildir. Melik ve Allâm olan Allah’a sığınırım. Şayet, “Bazı şahıslar söylediğin vasıflara sahip şeyhlere gidip gelmesine rağmen sohbetten istifade etmiyor, içerisinde bulundukları hâlleri terk etmeyip yaptıkları işlerden vazgeçmiyorlar.” dersen, şöyle derim: Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: [42a] ﴾ٌ ۪ َ َ وَ ُ َ ْ َّ ا َ اَوْ اَ ْ ٌ ْ َ ُ כَאنَ َ ْ َ ى ِ כْ ٰ ِ כَ َ ذٰ ِ اِنَّ ۪ ﴿ “Aklı olan veya şuurlu olarak söze kulak veren kimse için bunda büyük ibret vardır.”4 Kâf, 50/37 .
İnançlı olsalar da zamanımızdaki insanların sohbetten istifade etmelerine engel olan dünyevî, boş amaçları vardır. En azından onlar, keramete ve hârikulâde hâllere tâliptirler. Bu ancak onların cisimler âlemi olan dünyaya ait kuvvetli bağlarından dolayıdır, çünkü hârikulâde hâller ancak kevnî olaylardandır. Halbuki cisimler âlemi üzerinde ulûhiyyet âlemi vardır.
Kevn âleminin, ulûhiyyet âlemine nisbeti, dünyevî makam ve mansıpların uhrevî mertebelere nisbetleri gibidir. Âbidler ve zâhidler makam ve mevkiye iltifat etmedikleri gibi, ârifler ve Allah’ı bilen âlimler de âlem-i kevne ait olan hârikulâde hâllerin izhârı menzilesindeki şeylere iltifat etmezler. Zira derecelerinin farklılığı ancak ilm-i ilâhîde ortaya çıkar. Bazılarının tasarruf yetkisinin bulunmaması onların değerini eksiltmez. Bilakis bu, onların her türlü kayıttan âzâde olduklarına işarettir. Bunun bir misali de şudur: Vezîriâzam olmadığı hâlde bazıları vezirden daha bilgili, daha akıllı ve daha faziletli olabilirler. Âşikârdır ki bu kimse ister tâcir, sığır çobanı veya boyacı olsun isterse önemli, nüfuzlu bir kişi olsun fark etmez. Keramet tâlibi olan, şeyhten ve onun sohbetinden nasıl istifade eder? Bunu istemek de bir çeşit şehvettir.
Keşif ehli ve hâl sahibi kimselerden biri şöyle demiştir: “Ey çocuğum, kapıyı kapat ve sebepleri kes. el-Vehhâb ile dost ol ki sana perde arkasından konuşsun.” O nedenle zamanımızdaki sûfiyyenin çoğu, şart ve sebepler oluşmadığı için1 şeyhin sohbetinden [42b] istifade etmekten mahrum kalmıştır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ﴾ א َ ا ِ َ اَ ْ ْ تَ ِ ُ ُ ا ا ْ ُ وَأْ ﴿ “Evlere kapılarından gelin…”2 el-Bakara, 2/189 .
Yani “Şeyhin hankâhına ve sohbet dairesine kapılarından gelin.” demektir. Nasıl ki Kâbe’yi tavaf ve ziyaret etmenin bazı âdâb ve şartları varsa, aynı şekilde kalp evini tavaf etmenin, sohbet ehli ve ashabının sohbetine gidip gelmenin de bazı âdâb ve sebepleri vardır ki Hak tâliplerinin bunlara riayet etmesi ve bunlarla amel etmesi gerekir.
Bil ki ârif, mürşid ve kâmil bir şeyh, zâtî hüviyyet sırrının taayyün sûreti olan Kâbe ’nin taayyünü menzilesindedir. Bu nedenle Allah Teâlâ, ona teveccüh etmeyi emretti. Böyle bir şeyhin eli, “Hacerülesved ” menzilesindedir. Sahih bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “ ِ أَرْ ِ ِ ا َِّ ُ ِ دِ َ َ ْ ا َْ ُ َ َ ُ َ وَرَ ُ א َ َ َ ا ََّ َ א َ َ ْ َ َ َ َ َ ا ْ َ َ َ َ لِ ا َِّ رَ ُ َ َ ْ رِكْ َ ُ ْ ْ َ ْ َ َ / Hacerülesved, Allah’ın yeryüzündeki elidir. Kim Rasûlullah’a biate yetişememiş ama Hacerülesved’e mesh etmişse, Allah’a ve Resûlü’ne biat etmiş olur.”1
Bu hadisi, İmam Sehâvî el-Makâsıdü’l-Hasene ’de zikretmiştir. Hacı için Hacerülesved’i öpme işi taayyün edince, o kişi Melîk-i Azam’ın yemini (sağ eli) menzilesine indirilir çünkü o, musâfaha ile ahit veriyor. Hacerülesved’i selâmlayan için de Allah katında bir ahit vardır. O hâlde nasıl zâhirî ahit için kral ve sultanların sûrî saltanat tahtına otururken yaptıkları gibi musâfahaya ihtiyaç varsa, aynı şekilde bâtınî ahitte de emin ve edip halifelerin mânevî saltanat tahtına oturduklarında yaptıkları gibi musâfahaya ihtiyaç vardır. Ne var ki sûfî, ahit almaz veya vermezse zamanın imamını tanımadığı için cahiliye ölümü üzere ölmüş olur çünkü sûfînin kâbesi, [43a] şeyh -i kâmildir. Cennet yakutlarından bir yakut olan Hacerülesved ise onun sağ elidir. Bu, cemâl eli olup makamın sırlarından büyük bir sırdır. Nitekim sol eli de celâl elidir. Allah Teâlâ’nın iki eli mübârek sağ el olmakla birlikte her iki eli ile Âdem’in tıynet hamurunu yoğurmuş ve mâlûma ki o “ayn-ı sâbitedir”, tâbi ilminin hikmeti gereği farklı eserler zuhûr etmiştir. Bu nedenle şeyhin cemâl ve celâl eliyle terbiye etmesi gerekir. Şu kadarı var ki celâlin son noktası cemâl olup rahmet de gazabı geçince, şeyhin sağ elini öpmek gerekli olmuştur. Burada büyük bir sır vardır. Bu icmâlî söz, o sırrı hâvîdir. Çalışırsan tafsiline de vâkıf olabilirsin. Verilmiş olan ahit, bu konuda daha fazla söz söylemeye izin vermiyor.
Bir de kuşkusuz zemzem, şeyhin kalp pınarından çıkıp diline akan hayat suyudur. Sonra ihlâs sahiplerinin kalpleri onu içer. Bununla bâtının sıhhati, hakkânî ve ebedî hayat için tevessül ederler. Bu sırlara vâkıf olan tasavvuf ehlinin şeyhine ve varsa hankâhına gidip gelmesi gerekir. Ayrıca zemmedilmiş tamahlardan ve reddedilmiş fâni maksatlardan tasfiye olmuş bir kalp ile şeyhe yönelmesi gerekir zira o, mânevî ihtiyaçların kıblesi olup hakkânî münâcâtın Tûr dağıdır. Onlar mâna hacılarıdır. Şeyh de onların kıblesi ve kâbesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak ﴾ ا ِّٰ ُ وَ ْ َّ َ ا َ ُّ ُ َ א َ َ אَ ْ َ ﴿ “Nereye dönerseniz Allah’ın zâtı oradadır...”2 el-Bakara, 2/115 buyursa da namaz Kâbe’ye yönelmeden sahih olmaz. [43b] Bâtınî teveccüh de böyledir. O da şeyhin cânibine olduğu zaman sahih olur. Öyle ki şeyhe teveccüh eden, Hz. Peygamber ’in (sa) sırrına teveccüh etmiş gibi olur. Ona (sa) teveccühten pay alan bir kimse, gökleri ve yeri yoktan var eden küllî teveccühten de nasip almış olur. Böylece işi tamam, mârifeti kâmil ve en değerli hilâfeti, en büyük verâseti, en yüce rütbeyi de hak etmiş olur.
Şeyh ve sûfî söylediğimiz ve yazdığımız vasıflara sahip değilse, usûl ve âdâb da bahsettiğimiz gibi değilse, hankâhın ve oraya gidip gelmenin ne mânası vardır? Aynı şekilde şeyhin ve şeyhe itimat etmenin ne anlamı kalır? Bu türden olan gidip gelmelerin, tâbi olup sohbette bulunmanın sonu ise zincire vurulmak, pişman olmak ve yok olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ْ َ َّ َ ابَ وَ َ َ َ ا وَرَاَوُا ا ْ ُ َ ا َّ َ ۪ ا َّ َ ا ِ ُ ِ ا ُّ َ ۪ اَ ا َّ َّ َ ﴿اِذْ َ כَِ אۜ כَ ٰ َّ ؤُ۫ا ِ َّ َ א َ כَ َ ْ ُ ْ اَ ِ َّ َ َ ةً َ א כَ َّ َ اَنَّ َ ْ ا َ ُ َ ا َّ َ ۪ אلَ ا َّ אبُ وَ َ َ َ ْ ا ْ ُ ِ ِ אرِ﴾ َّ ا َ ِ َ אرِ ۪ َ ِ ْ א ُ ۜ وَ َ ْ ِ ْ َ اتٍ َ َ َ َ ْ ُ א َ َ ُ اَ ْ ا ّٰ ُ ِ ُ ۪ “İşte o zaman, izlenenler, kendilerini izleyenlerden hızla uzaklaşmışlardır; artık azabı görmüşler, aralarındaki bağlar kopmuştur. İzleyenler şöyle derler: ‘Ne olurdu, bize ikinci bir fırsat verilseydi de şimdi onlar bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!’ Böylece Allah, onlara yapıp ettiklerini kendileri için pişmanlık sebepleri olarak gösterir. Onlar artık ateşten çıkacak değillerdir.”1 el-Bakara, 2/166-167 .Yani Allah onlara adâleti ve kahrı ile muamele ederse cehennem ateşinin kendilerini sarmasının yanında (Allah’tan) kopma ve ayrılık ateşinden de çıkacak değillerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ﴾ َ ۪ َّ ُ ا ْ وٌّ اِ َّ ُ َ ٍ ْ َ ِ ْ ُ ُ ْ َ ئِ ٍ َ ْ ءُ َ َّٓ َ ِ اَ ْ ﴿ “ Allah’a itaatsizlikten sakınanlar (yani gerçek takvâya ulaşanların) dışında, dostlar bile o gün birbirinin düşmanıdır.”2 ez-Zuhruf, 43/67 .Zira onların her biri, ferd-i kâmildir. O da ancak şeriat ahkâmına ve tarikat âdâbına riayet etmek ve mârifet nûrları ile hakikat sırlarına ulaşmakla olur. Allah Teâlâ hikâye yoluyla şöyle buyurmuştur: ﴾ ُ ۪ َ ا ْ ئْ َ ِ َ ِ ْ َ ِ ْ َ ا ْ َ ُ ْ כَ َ ْ وَ َ ْ۪ َ َ ْ א َ אلَ َ َ ﴿ “Keşke seninle aramız [44a] doğu ile batı kadar uzak olsaydı!’ der. Ne kötü arkadaş!”3 ez-Zuhruf, 43/38 .Yani gayr-i sâlih amel ile fesat ehli sûfî ve yalancı şeyh, ne kötü arkadaştır! Zira yalancı şeyhin sohbetinden pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey elde edilmez. Yine Allah Teâlâ hikâye yoluyla [o gün, (dünyada iken) haktan sapmış kişinin ellerini ısırarak şöyle diyeceğini] haber vermektedir: ً ﴾۪ لِ َ ُ َّ ا َ تُ َ ْ َ ا َّ ِ َ ْ א َ َ ﴿ “Keşke peygamberle (ve peygamber vârisiyle) birlikte aynı yolda olsaydım!”1 Zira Rasûle biat edenler, Allah’a biat etmişlerdir. Rasûlün vârisine biat edenler de bunun gibidir, zira Peygamber vârisinin daveti de basîret üzeredir. Peygamber’in yolu ile vârisinin yolu aynı yoldur; hak yoludur. Ona ulaştırır,2 ona hidâyet eder. Bu yol sırât-ı müstakîmdir. Kim bu yolda yürümez, zındık ve mülhid hevâ ehlinin yoluna sapmak suretiyle Peygamber’in vârisini kendisine rehber edinmezse, köprünün kapısını kilitlemiştir. Ve artık o, kahır ateşinin derinliklerindedir. Bunlar âyetlerin icmâlî olarak işaret ettiği mânalardır. “Bunlar Kur’an’ın re’y ile tefsiridir.” demekten de sakın! Çünkü Kur’an’ın yetmiş kadar zâhir ve bâtını vardır. Her harfinin sayılamayacak kadar mânaya gelmesi, ihtimal dâhilindedir. Eğer sen yukarıdaki gibi dersen, işârî mânayı inkâr etmiş olursun. Bunu ancak teyzenin kız kardeşinin oğlu inkâr eder. Sonra Yûsuf (as) şöyle dedi: ﴾ بَ ُ ْ وَ َ َ ٰ وَاِ ْ َ ۪ ٰ ٓאء۪ٓي اِ ْ اٰ َ َ َّ ِ ُ ْ َ ﴿وَا َّ “Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub’un dinine uydum…”3 Kâfirler de şöyle dedi: ﴾ א ٓאءَ َ اٰ َ ِ ْ َ א َ َ ْ َ א اَ ْ َٓ ُ ِ َّ َ ْ َ ﴿ “Hayır, atalarımızdan gördüğümüze uyarız.”4 Bu iki söz arasında ne kadar çok fark vardır, çünkü Yûsuf ’un (as) babalarının -ki onlar sûrette İbrâhim , İshak ve Yâkub ’dur; mânada ise sır, hafî ve ruhtur- dini ancak tevhid ve mârifettir. Bu dine uymak gerekli bir iştir, [44b] zira bu dinde şirk ve Hak Teâlâ’nın dışında bir şeye meyil yoktur. Kâfirlerin babalarının dinine gelince, o küfür, cehâlet, âdet ve bidattır. Bunlardan sakınmak ise vâciptir. Bunlar, doğru yoldan bâtıl bir sapmadır. Bunları din olarak kabul etmek ise hevâ ehlinin ve dünyaya tapanların işidir. Her şeyi terk edip Yüce Hazret’e yönelenin işi değil. Buraya kadar anlatılanları anlamışsan şöyle deriz: Hak ehlinin mânevî babaları vardır. Onlar geçmiş ve hâl-i hazırdaki meşâyihtir. Onların dini; “tevhid”, “mârifet” ve “hidâyet”tir. Onlar, geçmiş ve mütekaddimînin gidi-
1 el-Furkân, 25/27 .
2 [] kelimesi Hâlet Efendi, 244 numaralı nüshada [] şeklinde kaydedilmiştir.
3 Yûsuf, 12/38 .
4 el-Bakara, 2/170 .
şine aykırı bir işle karşılaştıklarında şöyle derler: “Biz bununla amel etmeyiz
çünkü bizden öncekiler bunu yapmamıştır. Onların [reddedip] yapmadıklarını
biz de reddederiz, zira onlar mertebelerinde hitâba ermeleri itibariyle
gerçek kural koyuculardır. Bize düşen ancak onlara tâbi olmaktır, onların
dininde olmayan yeni şeyler ihdas etmek değil.” Bunlar gerçek sünnet ehli
kimselerdir. Bâtıl ehline gelince, onların da mânevî babaları vardır. Onlar
aldanmış, kandırılmış ve hak yoldan sapmışlardır. Onların dini şirk,
cehâlet ve hevâdır. Kendilerine, geçmişlerinin yoluna ve şehvetlerine aykırı
bir iş yapmaları söylendiğinde şöyle derler: “Biz bununla amel etmeyiz.
Biz babalarımızın hevâlarına tâbi oluruz.” Bunlar da gerçek bidat ehlidir.
ً﴾ ۪ وهُ َ ُ ِ َّ َ ِّ َ ا ْ َ ۪ وْا َ َ ًۚ وَاِنْ َ ۪ وهُ َ ُ ِ َّ َ َ ِ ْ ُّ ا َ ۪ وْا َ َ ﴿وَاِنْ َ
“Onlar, doğruluk yolunu görseler onu izlemezler. Fakat eğrilik yolunu görürlerse
hemen ona saparlar.”1 Günümüz sûfîlerinin çoğu, putlara tapmakta
ve hevâya uymakta büyük pay sahibidirler. İstesem onların ayıplarını
sayıp dökebilirim ama az çoğa delâlet eder.2 Setretmek ise daha evlâdır.
Allah en iyi bilen ve en yüce olandır.