29 Ocak 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mağrib memleketlerinde dolaşırken, altından pınar akan bir meşe ağacının tepesindeki bir kulubede oturan bir adam gördüm. Onun kelâmını işitmek için bir gün bir gece orada durdum. Bir ara bana nazar etdi. Sonra şöyle duâ etdiğini duydum : "Gönlüm sana şâhiddir, olup biten her şeyde. Nasıl şâhid olmasın ki, her iş sana varmakda. Seninle yücelmiş olan kişinin gönlü senden başkasıyla ülfet eder mi hiç? Yazık, yazık! Muhakkak ki hüsrandadır senin hûzurunda kusur işleyenler".
Sonra başını içeri çekdi, onu duyamaz oldum. Fecre kadar ayakda bekledim. Bir ara başını çıkardı, aya bakdı ve şu münâcâtı yapdı : "Gökler senin nûrunla parladı, karanlıklar senin nûrunla aydınlandı. Gözler celâlinle perdelendi, kalbler marifetinle sana vuslat buldu".
Sonra şu duâyı yapdı : "Sana hüzn içinde yapdığım ilticâmı kabûl et de bana hoş bir nazarla nazar et. Yalnız sana nidâ ediyorum ve bana cevâb veren de sensin ancak Efendim. Senin zikrinden daha tatlı ne var. Senin maksadın ümîdini yalnız sana bağlayanlar değil mi? Ki onlar böylece ümîd etdiklerini ulaşdılar. Sen de onlara taleb etdiklerinden daha fazlasını cömertçe verdin".
Bunun üzerine ona dedim ki : "Dostum, bir gün bir gecedir senin yanında duruyorum. Senin sözlerini işitmek istiyorum". Dedi ki, "Ey battal! Geldiğinde seni görmüşdüm fakat hâlâ kalbimden senin korkun gitmedi". Sordum, "Seni benden korkutan nedir?" dedim. "Amel zamanı tembellik etmen ve âhiret azığını ihmâl etmen. Sen zanlar içinde kalmışsın Ey Zünnûn". Ben dedim ki, "Allah kerîmdir, kim O'ndan bir zanda bulunursa, muhakkak ki Allah ona beklediğini verir". Dedi ki, "Elbette öyledir ama o zan ile beraber sâlih amel ve tevfîk de lâzım".
Sonra ona sordum, "Burada senin kendileriyle ünsiyetin olan fütüvvet ehlinden kimseler yok mu?" dedim. "Evet var" dedi, "şu dağların tepelerinde, ayrı ayrı yaşayan fütüvvet ehli zevât var". "Oralarda ne yerler?" diye sordum. "Pelit ağacının meyvesinin tohumlarından pişirilen ekmek" dedi. "Elbiseleri eski püsküdür onların. Onlar dünyâdan ümîd kesmişdir, dünyâ da onlardan. Yeryüzüne yapışmışlar ve yırtık pırtık şeylere bürünmüşlerdir. Onları görsen, gece karanlığında uykusuzluk bıçaklarıyla kendilerini kurban etmiş olduklarını görürsün" dedi.
Yine sordum "Dostum, onların elemlerini giderecek ilaçları yok mu?" dedim. "Elbette var" dedi. "Nedir o ilaç?" dedim. "Onlar yoruldular, yorgunluklarına bir yorgunluk daha katdılar. Ve yolculuk için çok ciddî hazırlıklar yapdılar. Böylece damarlarındaki kan sâkinleşdi ve elemleri yatışdı". "Yani onlar derdsiz mi yaşıyorlar?" deyince, dedi ki, "Ey battal! Sen ne diyorsun. Bu topluluk nefsleriyle büyük bir cihâda girişmişlerdir, rükûdan eklemleri yıpranmış, secdeden alınları yara olmuş, uykusuzlukdan benizleri solmuşdur. Onlar ki âh u enîn ederek Allah'a yönelmişler ve mücâhede yolunu tutmuşlar ve memleketlerine uğramaz olmuşlardır. Hiç bir şey onların alâkasını çekmez, Rahmân'dan gayrısıyla teskîn olmazlar".
"Dostum, bana nasîhatda bulun" deyince, dedi ki, "Nefsin seni bir belâya uğratdığında nefsini azarla, kendine cezâ ver. Nefsin seni gevşekliğe sürüklerse ona uyma. Çünkü nefsde hîle ve hud'a vardır. Bunları yaparsan, mahlûkâta muhtâc olmakdan ve fâsıklarla beraber olmakdan kurtulursun.
Sonra ben bayılmışım, ancak güneşin sıcaklığıyla kendime gelebildim. Başımı kaldırıp bakdığımda ne o zâtı ne de kulubeyi gördüm. Kalkdım ve ona hasret duyarak yürüdüm gitdim.