18 Ocak 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
Geliyor, kimin kapısının önüne dökerse o meczûb, ordan cenâze çıkıyor. Bizim Şeyh Efendi Hazretleri de, orda Acıçeşme Kahvesine çıkıyormuş, sabah usûlünden sonra orada kahve içermiş, kahvede sohbet eder, konuşurmuş. Gelmiş oraya kahvecinin dükkanının önüne suyu dökmüş. Dökünce, biliyor, herkes biliyor bunu, herkesin gözü yılmış bu adamdan, yani meczûbdan, mutlakâ biri ölüyor orda, kahveci şeyhin ayağına kapanmış. "Aman Efendim, ben çoluk çocuk sâhibiyim, bu herif netâmelidir, ölü çıkar burdan" demiş, yalvarıp yakarmış. Şeyh Efendi kalkmış "Gel ulan buraya!" demiş meczûba. "Gel ulan!". Elinde de şeftali çekirdeğinden tesbih varmış Şeyh Efendi'nin. Bizde zeytin çekirdeği ve şeftali çekirdeğinden tesbih yaparlar, bizim tarîkımızda. "Gel buraya! Topla o suyu!" demiş. Öyle deyince başlamış kaçmaya meczûb. Şeyh Efendi peşine. Yakalamış, vura vura, bağırta bağırta getirmiş, "topla o suları!" demiş. O suyu yerden toplatmış aldırmış, dökdürmüş o cenâze çöleğinin içerisine doldurmuş. Düşmüş kendi ölmüş orda, millet de kurtulmuş. Yaa! Bazı meczûblar böyle.
Böyle bir tâne daha var, burda Şehzâdebaşında. Yeşildireğin karşısındaki köşede Osman Dede varmış. Pamuklu Osman Dede. O da öyle orada oturuyor, meczûb o da, gelen geçen insanların sırtına pamuk atıyor. Kime atıyorsa ölüyor. Herkes yılmış ondan ama ordan başka da yol yok. En sonunda bizim Yahyâ Şerâfeddin Moravî Efendimize gelmişler, şikâyet etmişler. Demişler, "Orda bir pamuklu meczûb var, kime pamuk atıyorsa, o ölüyor" demişler. Bizim Hazret, bir pamuk çıkarmış, demiş, "Alın bunu götürün, arkasından atıverin kendisine" demiş. Almış getirmişler, haberi yokken onun arkasından atmışlar. Vurunca pamuk, "Eyvâh! Şerâfeddin beni yakdın" demiş, oraya düşmüş ölmüş. Onun için bazı meşâyih vardır, meczûbândan korkmaz.
Ben burada meczûbun birine bir dayak atdım. Öyle îcâb etdi. Bir meczûba ben burda bir dayak atdım. Burda, bu meydanda. Öyle îcâb etdi. Bilek kalınlığında odunu, sırtında kırdım. Bilek kalınlığında odunu, sırtında kırdım. Ertesi gün bakdım, elinde bir odunla buraya geliyor. Bana saldıracak mı, ne yapacak, bilmiyorum. Burda bir sopa vardı, aldım elime hazır duruyorum, kendimi koruyacağım. Geldi buraya, girdi içeriye, dedi, "Efendi, dün sopayı kırdın sırtımda, iyi geldi, şu sopayı al, beni bir daha döv burda" dedi bana. Yaa! "Çok iyi geldi bana, Allah senden râzı olsun, bir daha döv beni. Şu sopayı al bakayım eline. Güzel bir dayak at" dedi. "Yok" dedim, "dün dövdüm ben seni bugün dövmeyeceğim". Yalvarıyor, ayaklarıma kapanıyor, "Allah aşkına, ille döv beni".Buraya gelmiş, senatörler oturuyorlar burda. Geliyor buraya, şuraya oturuyor, küfür ediyor. Nasıl küfürler ama! Ağzına geleni söylüyor. Ayıp oluyor, senatörler var, vekiller var filan. Kalkdım, dışarı çıkıp elinden tutdum, "Yapma böyle, ayıp oluyor, ben bir şey demem ama, içeride büyük adamlar var" dedim. Aldım, götürdüm oraya ağacın dibine. O vakit burda parmaklık yok. Tekrar geldi buraya. Tekrar küfür. Nasıl küfürler ama! Gene çıkdım dışarıya, gene kolundan tutdum, gene götürdüm oraya. Dedim, "İçeride büyük adamlar var, otur, burada küfürünü yap, bizim dükkânın önüne gelme" filan dedim. Sonra gene geldi, buraya oturdu. Bu sefer ben meczûb oldum. O meczûb, ben câzib. Bir yakaldım onu ben, ona güzel bir dayak atdım, aklını başına getirdim, düzeldi. Ertesi gün sopayı getirmiş bana, "Aman Efendi, bir daha döv beni" diye yalvarıyor, "Yok" dedim.
Herkes biliyor. Ona bir adam böyle fiskeyle vurursa, hemen başına belâyı satın alırdı. En büyük külhânbeyler ondan korkarlardı. Yirmi tâne polis onu götüremedi karakola, o meczûbu. Yirmi tâne polis! Kolunu böyle ağaca bir takdı burda, yirmi polis, sökemediler onu, bırakdılar. Senelerden beri burdaydı,bu çarşıdaydı o. Ve öleceği günden bir gün evvel geldi benim elimi öpdü burda, bir fotoğraf verdi bana, bana dedi ki, "Bu fotoğrafı sakla, hâtıra kalsın sende", ertesi gün öldü.
Kendisi dersiâmmış, büyük âlim. İstanbul o vakit büyük İslâm âlimleri ile dolu, bu adam da öyle fakat meczûb, cezbeye gelmiş. Kimse buna ilişemiyor.
O vakit her mahallede beş yüz, altı yüz köpek var, İstanbul'da. Bir mahallenin köpeği diğer bir mahalleye geçmezmiş. Sonra İttihadçılar hürriyet ilân olunduğu vakitde, köpekleri toplamışlar burdan, büyük kayıklara bindirmişler, Sivriada'ya, Yassıada'ya götürmüşler, oraya bırakmışlar. Hayvanlar aç ölmüşler, bağıra bağıra. Ve Avrupalılar onların resimlerini çıkarmışlar o vakit, o resimler benim elime geçdi, köpeklerin. Bir kısımları kendilerini suya atmışlar, yüze yüze gelmişler. Bir kısımları orda birbirlerini parçalamışlar, birbirlerini yemişler orad. Sonra Allah bu milletin başına büyük musîbetler vermiş. O köpekler böyle mahalle mahalle dolu. Bizim halk köpeklere ilişmezmiş, o devirde, saltanat devrinde.
Bu Hasan Baba, buna Köpekçi Hasan Baba diyorlar. Sabahleyin Câmiden çıkdı mı, Fâtih Câmisinde bulunurmuş, çıkd mı, köpekler onun başına toplanıyorlar, geliyorlar. Bağırıyor kendisi, "Safa geeeeel!". Köpekler safa geliyor. Namaz safı gibi saf. Sonra ekmek aldıysa ekmek, etse et, alır onların önüne birer birer götürürmüş böyle. Hiç bir köpek safı bozmazmış, çıkmazmış, yani bekliyor sırasını. Sırayla dağıtıyor, herkes geliyorlar, seyrediyorlar. Köpeğin birisi eğer safı bozarsa, usûlü bozarsa, ona cezâ verirmiş. "Çık ordan! En arkaya gideceksin! Dip tarafa yürü!". Köpek gidiyor, orda oturuyor. Böyle, herkes biliyor bunu.
Ve bu adam öldüğü vakitde, benim eski merhûme karımın dayısının dükkanının bodrumunda ölmüş, Abdülhamid'e görünmüş. "Ben filanca yerde öldüm, benim cenâzemi sen kaldıracaksın" demiş. Pâdişah sabahleyin saraydan araba göndermiş, cenâzeyi kaldırttırmışdır. Pâdişahın rüyâsına girmiş yani Hasan Baba.
Şimdi, bir de bir Molla Efendi varmış, bir türlü Arapça'ya kafası ermiyor adamın, ders almıyor kafası. Zengin çocuğu kendisi, memleketine de gidemiyor, utanıyor. Yani tahsîl-i ulûm etmeyi kendisine bir şiâr addetmiş. adam. Gidersem rezîl olacağım diye. Okuyamıyor. arkadaşları üç sefer icâzet almışlar. Bunu anlatmam biraz zor olur ama böyle söyleyeyim kâfî. Üç defa arkadaşları mezûn olmuşlar, bu olamamış. Dördüncü seferinde, babası da diyormuş ki, "Beni rezîl mi edeceksin, eğer hoca olmadan gelirsen buraya vururum seni" diyormuş. Şarklı adamlar. Üçüncü seferde bu yeise kapılmış, gitmiş Sarayburnu'na, oradan kendisini denize atacak, intihar edecek. Okuyamayacağını anlamış yani katiyyen okuyamayacak, kafası almıyor ders. Ve ölüme gitmiş, intihara. Orada bir zât görmüş, hava soğuk, "Molla Efendi burda ne dolaşıyorsun?" demiş o zât ona. "Hiç, hava alıyorum". "Sen buraya hava almaya filan gelmedin. Ağlamayana süt vermezler, derdini söylemeyen derdine çâre bulamaz" demiş o zât. "Hem de kafandaki o fikri çıkar" demiş. "Allah'ın binâsına kundak koyma" demiş. Yani "intihar etme" diyor. Böyle deyince başlamış Molla ağlamaya. "Ne oldu?" demiş. "Üç defa arkadaşlarım icâzet aldılar, benim kafama hiç ders girmiyor. Yani hiç bilmiyorum ben, okuyamadım" demiş. "Sen yarın sabahleyin Fâtih Camisine git, namazdan sonra köpeklerin arasına gir, otur, derdini Hasan Baba'ya anlat, benim kafam ders almıyor de. "Peki" demiş ertesi günü gitmiş adam. Ama adamın kerâmetini görmüş. Gitmiş, sabahleyin namazdan sonra köpeklerin arasına girmiş, oturmuş oraya. Hasan Baba gelmiş bunun önüne, "Ulan sen ne arıyorsun orada?" demiş, "İşte Hasan Baba..." diyecek olmuş, "Çık dışarı! Sen insan adamsın, köpeklerin içinde ne işin var!" demiş. "Git oraya otur, sonra konuşuruz, şunların karınlarını bir doyurayım" demiş. Ve köpekleri doyurdukdan sonra gelmiş, "Nedir derdin?" demiş Molla Efendi'ye. Demiş ki, "Böyle, böyle. Kafam ders almıyor benim" demiş. "Gel benimle beraber" demiş. "Bir okka ekmek al" demiş. Bir okka ekmek aldırmış, gitmişler, bizim tekke var Otlukçu Yokuşunda Veliyyüddin Hazretlerinin tekkesi var orada, oraya götürmüş onu, tekkenin altına sokmuş mollayı. Bir köpek yatıyor orada, uyuz köpek. Hayvan hasta, yatıyor orda öyle. "Öp köpeğin elini" demiş Molla'ya. Meczûb çünkü. "Gözlerinden de öp". Gözlerinden de öpmüş. "Ekmeği doğra önüne" demiş, doğramışlar. Dışarı çıkmış, afedersin gâyetle galîz bir küfürle Molla'yı kovmuş yanından. Küfür etmiş, ağzına geleni söylemiş ve kovmuş Molla'yı. Molla fenâ hâlde bozulmuş, vursa vuramaz, öldürse öldüremez, filan. Kendi kendine demiş ki, "Ulan sersem herif! Deliye uyup da buraya gelip köpeğin gözünü öpen adam, bu küfrü yemeyi hak etmişdir" demiş kendi kendine. Oradan gitmiş câmiye, Fâtih Câmisine. İçeri girmiş, arkadaşları ders okuyorlar. Bizim için en mühim kitâbdır yani dîn adamlarının felsefede, islâmî felsefede, Şerhi'l-Mevâkıf, onu okuyormuş hoca. Hoca yanlış okumuş kitaba bakarken, Molla ayakda iken söylemiş, "Efendim orası böyle olmayacak mıydı?" demiş. "Kim söylüyor onu?" demiş hoca. Bak o tembel Molla, ezberinde kitâb. Yaaa! Ve hemen icâzet vermişler Molla'ya. Öyle.
Edirnekapı'da bir kilisede orada bir genç zangoç, çan çalan zât, sabahleyin kalkıp bağırıyormuş, müslüman mahallesine. Zaman Sultan Hamid zamânı. "Sabah oldu kalkmaz mısın, sen Allah'dan korkmaz mısın" diye bağırıyormuş, müslüman mahallesine bağırıyormuş. Halk da bunu çok seviyor, müslümanlar seviyorlarmış. Derken bu iş pâdişahın kulağına gitmiş, Abdülhamid'in kulağına. Abdülhâmid Hân, Edirnekapı Câmisine sarayın müezzinlerinden gâyetle sesleri güzel hasnâ müstesnâ müezzinler göndermiş. Gelmişler, salâ vermeye başlamışlar, ezân okuyorlar filan filan. Halk gâyet memnûn ama gene o zangocu seviyor halk. Genç bir çocuk, hıristiyan çocuğu. "Sabah oldu kalkmaz mısın, sen Allah'dan korkmaz mısın" diye bağırırmış kilisenin duvarından filan. O aralık kilise yanmış, ateş çıkmış kilise yanmış. Bir kaç ev yanmış orda, kilise de tutuşmuş, kilise de yanmış. Fakat ne kadar istidâ verirlerse cevâb alamamışlar. Kânûna göre kilise yapılmaz, yanarsa tamir edilmez, kânûnda öyle. Ama kilise yıkılmaz. Osmanlıların verdiği hüküm. İstanbul'da Fâtih'in yapdığı kânûn. İçeriye verilen istidaya cevâb çıkmıyor. Hıristiyanlar mürâcaat ediyorlar, cemaat var orada, hıristiyan cemaati, fakat hiç bir türlü Sultân'dan emir çıkmıyor kilisenin yapılmasına. Papazlara demişler ki, "Siz bunu yapdırmak istiyorsanız Hasan Baba'ya gidin" demişler. "Ona söyleyin, o yapdırır kiliseyi". Gelmişler Hasan Baba'ya papazlar, "Hasan Baba, kilisemiz yandı, yapdırmak istiyoruz, pâdişaha mürâcaat ediyoruz, pâdişah cevâb vermiyor bize. Bunu yapdıracağız, sana ricâ ediyoruz" demişler. "Hay Hay" demiş, "İki tâne koyun getirin, kasapdan alın gelin, parçalatın, köpeklerime vereyim evvelâ". Vermişler, getirmişler, köpeklere dağıtmış Hasan Baba koyunları. Dağıttıkdan sonra, "Bana ordan kasap kağıdını verin" demiş. Kasap kağıdını almış, üzerine yazmış : "Pâdişahım, kızdırırsın Îsâ'yı Mûsâ'yı, yapdırmazsan kilisâyı" diyor. Vezinli, kâfiyeli. "Pâdişahım, kızdırırsın Îsâ'yı Mûsâ'yı, yapdırmazsan kilisâyı". Yazmış, "İstidânın altına koyun" demiş, istidâ yazın bunu altına koyun" demiş. Altına Köpekçi Hasan Baba kaydını atmış. Koymuşlar, vermişler. Hemen ertesi günü pâdişah tarafından irâde çıkmış, pâdişah göndermiş adamlarını ve kiliseyi yapdırmış pâdişah, ceb-i hümâyûndan.
Hasan Baba böyle. Böyle meczûblar da var. Hasan Baba'nın mezarı Edirnekapı'da Itrî merhûm, meşhûr mûsıkîşinas Itrî'nin kabrinin arka tarafında Boşnak Mezarlığının içindedir. Her sene hıristiyanlar, unutmazlar, gelirler, onun kabrinin taşını ve demirlerini boyatırlar. Bir tarafını müslümanlar boyatır, yaparlar, bir tarafını hıristiyanlar boyatırlar. Bunu niye anlatdım, bazı meczûblar var, böyledir.
Bizim burası dolardı meczûbla, dolardı. Kimi Çarşamba, kimi Perşembe, Kim Cuma. Kaçda? Sabahleyin saat sekizde başlıyor, akşam sekize kadar burada oturuyoruz hep beraber, müşteri de giremiyor içeriye. Kimi şarkı okuyor, kimi Kur`ân okuyor, kimi küfür ediyor, kimi târihden bahsediyor, kimi nutuk îrâd ediyor filan.
Günlerden bir gün, hava kış, kapıyı bir albay araladı, bir bahriye albayı, dedi ki, "Küçük Kur`ân var mı sizde?" dedi, eliye böyle işâret etdi. Böyle küçük Kur`ân-ı Kerîm'ler vardır, boyuna asmak için. "Küçük Kur`ân-ı Kerîm var mı?" dedi bana. Oradan bir tânesi kalkdı, "Ulan eşşoğlueşşek! Kur`ân küçük olur mu!" demesin mi! Allah'ın kitâbına küçük diyor diye. Albay fenâ hâlde bozuldu. Ben albaya elimle işâret etdim, deli o dedim. "Haaa" dedi, gitdi.
Sonra şeyhim buraya geldi. Dedi ki bana, "Bizim tarîkatımız, akıllı tarîkatıdır, deli tarîkatı değildir" dedi. Şeyhim kızdı, "Bunları buraya sokma!" dedi. Ben dedim ki, "Efendim, bende bir kudret yok, siz bir nazar edin de bunlar gelmesin buraya" dedim. "Peki" dedi. Ondan sonra gelirler ama çok oturmazlar. On-on beş dakîka oturur, çıkar giderler. Vaktiyle, ben dükkana geliyorum, onlar, kapının önünde beni bekliyorlar.
Bir de bir kâdı gitmiş, Medîne'ye, Medîne-i Münevvere'ye, orda bir meczûb varmış, çırılçıplak soyunup namaz kılıyor, Peygamber'in mescidinde. Anadan doğma, ne don ne bir şey yani. Kimse çıkaramıyor, korkuyorlar. O giden kâdı efendi, kamçı varmış elinde, birkaç tâne vurmuş meczûba, kapı dışarı etmiş. O gece Efendimizi görmüş, Hazret-i Peygamber'i. Demiş ki, "Bir meczûbu bana çok mu gördün! Niye vurdun benim meczûbuma!" demiş. Yaa! Kâdı demiş ki, "Yâ Resûlallah, biz hepimiz senin meczûbunuz, ya meczûbunu giydir, ya şerîatını kaldır" demiş. "Şerîatında örtünmek var namazda" demiş. Ertesi gün bir de bakmışlar, o meczûb giyinmiş câmiye gelmiş. "Ya meczûbunu giydir, ya şerîatını kaldır" demiş Cenâb-ı Peygamber'e. Yaaa! "Hepimiz senin meczûbunuz yâ Resûlallah" demiş, "Ama şerâitın böyle söylüyor. Ben şerîatını temsîl ediyorum senin" demiş.
Eskiden tekke açıkken, yani tekkeler kapanmadan evvel, çok varmış bizim tekkede. Bir Mum Bey varmış, sabah usûlünü yapdı mı tekkede, doğru Fâtih Câmisine gelirmiş. Elinde kova, su taşıyor. Alıyor suyu geitiryor, minârenin dibine döküyor. Akşama kadar minâreyi suluyor. "Amma da büyüdü maşallah!" diyor. Ağaç sular gibi. Ve kışın orda duruyor, rüzgara karşı. Şimâlden esiyor rüzgar. O vakit böyle binâlar büyük değil İstanbul'da. Buz gibi, dondurur adamı böyle. Orda duruyor, soğuğu şeyhülislamın sırtına gönderiyor. "Şeyhülislamın kürkü sağlamdır, o tarafa gidin" diye. Zavallı şeyhülislam efendi bir türlü ısınmazmış şeyhülislam dâiresinde. Sonra söylemişler. "Yâhu kaç tâne mangal yakdırıyorum buraya gene ısınamıyorum" demiş. Demişler ki, "Bir meczûb var, o soğuğu sana gönderiyor, şeyhülislamın kürkü sağlamdır ona git diye". Sonra haber salmış, "Ben ihtiyarım, başkasına göndersin". Sonra başka yere göndermiş, şeyhülislam kurtulmuş.
Sonra bir de Saîd Baba var. Sultan Mahmud'a "Mahmud" diye konuşuyormuş. Pâdişah da ona hiç bir şey yapmazmış. Bir gün yolları süpürüyormuş Said Baba. Pâdişah da atın üzerinde geliyor, tekkeye geliyormuş bize. Görmüş Said Baba'yı. "Saîd Baba, ne yapıyorsun?" demiş. Affedersin, "Kirletdiğin yolları ben temizliyorum" demiş. Ama o Türkçesini söylüyor. Kaba sözle yani. "Senin kirletdiklerini ben temizliyorum Mahmud" demiş pâdişaha. "Sen git ben geliyorum tekkeye" demiş. Sultan tekkeye girmiş. Tabii sus pus tekkenin içerisi. Gelmiş bağırıyor, Abdülazîz Zihnî Efendi Hazretlerine, "Mahmud geldi mi?". Ödü patlıyor şeyhin. Neûzübillah, astırır, öldürtür, hakâret etdi diye pâdişah. "Mahmud geldi mi?". Şeyh Efendi, eliyle yukarıyı gösterince, Said Baba, "Ne gösteriyorsun yukarıyı!". Yaa! Said Baba böyle.
Haremden girermiş içeriye gece. Her gece haremden giriyor, selâmlıkdan girmiyor. Bir gece Efendi beklemiş, beklemiş, sonra kalkmış, gece kapıyı çalmış, açmış kapıyı, "Said Baba, ben sarhoş kocayı bekleyen kadın gibi seni her gece böyle bekleyecek miyim" dedi. "Yaaa! Öyle mi olduk. Ben sana gösteririm". Sabahleyin gitmişler, Şeyh Efendi donmuş yatağın içinde. İki gözü bakıyor böyle. Taş gibi kesilmiş. Âilesi demiş ki, "Akşam Said Baba'yla münâkaşa yapdılar" demiş. Gitmiş söylemişler Said Baba'ya, demiş, "Yatsın taş gibi. Mâdem bana kapıyı açmıyor, yatsın öyle" demiş. "Aman Saîd Baba! Yapma, etme" demişler, "Söz versin açacağına, okuyayım kalksın". Sonra söylemişler, gelmiş Şeyh'i okumuş üfürmüş Şeyh Efendi kalkmış. Her gece haremden girermiş içeriye. Büyük evliyâullahdan kendisi.