Bir büyük gecenin arefesinde bulunmakdayız. Bu büyük gece, Leyle-i Mi'râc'dır. Ki yarın gece bu Leyle-i Mi'râc vukû bulmuş ve enbiyâlar serveri Hazret-i Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmın Mekke-i Mükerreme'den Kudüs'e ve Kudüs'de ervâh-ı enbiyâya imâm olsukdan sonra semâya urûcu, mâşâallah yüceltilişi ve Cenâb-ı Hakk'la mülâkâtı ve Allah ile sohbeti ve Ümmet-i Muhammed'in cehennemden âzâdı ve Ümmet-i Muhammed'e ikrâm olunan erkân-ı İslâm'dan biri olan namâzın farziyyeti ve Resûlullah'ın şefâati ve şefâat-i kübrâya mâlik olduğunun teblîği ve Ümmet-i Muhammed'in her bir ferdinin, ömründe bir kerre "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" dese, bunun dahi Peygamber'e bağışlanacağının ve şefâat-i Nebî ile ebedî nârda kalmayacağının müjdesinin verildiği gecedir yarın gece.
Kur`ân-ı Mübîn'in nâzil olan ilme'l-yakîn olan âyetlerini Peygamberimiz Allah'ın zât-ı ulûhiyyetine mahsûs olan âyât u beyyinâtdan gözleriyle görmüş, bilâ-keyf, bilâ-tarîf, Hakk ile buluşmuş, Allah ile görüşmüşdür. Cenâb-ı Hakk orda tecellî etmiş Cenâb-ı Peygamber'e. Hazret-i Mûsâ'ya Tûr'da, Hazret-i Yûnus'a balığın karnında, Cenâb-ı Fahr-i risâlet'e Kürsî'nin mâverâsında tecellî etmişdir.
Bu tecelliyât o günden itibaren Ümmet-i Muhammed'e bahşolunmuş, senin mi'râcın olan namazda da bu tecelliyât bahşolunmakdadır. Namazın kadr u kıymetini bildiğin takdirde, namazın ne gibi bir ibâdet olduğunu tefekkür etdiğin takdirde, bu mi'râca nâil olursun. Şimdi bir mikdar, denizlerden bir katre, şemsden bir zerre olmak üzere, Mi'râc'dan biraz bahsedeceğim, bir mikdar, bir mikdarcık.
Efendimizin mi'râcı yüz küsurdur, mi'râc-ı Nebî. Fakat bir tânesi, "ma'al cesedi ve'r-rûh", yani cesedi ve rûhuyla berâber olmuş bu vukûât. Bir defa, okumuş olduğum âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk, "Sübhânallah" ile başlıyor. "Sübhân", teaccübdür ve Cenâb-ı Hakk'ın noksan sıfatdan münezzeh olduğunu, kemâl sıfatlara mâlik olduğunu ihbardan sonra, senin anlayacağın, Allah her istediğini yapabilir. Bu âyetin "sübhânallah" daki, "sübhânellezî"deki "sübhân" kelimesi, Allah'ın her şeye kâdir ve kayyûm olduğunu sana ilân ve izhârdır. Elbet ki ârifler bunu bilirler. Bir katre menîden insanı halk eden Allah, bir "kün" emriyle bu semâvâtı, bilinen ve bilinmeyen âlemleri halk eden Allah, elbet ki habîbi Muhammed sallallahu aleyhi vesellemi bir gecenin cüzünde, hattâ diyor ki Peygamberimiz, "Ben mi'râcdan döndüğüm vakitde daha yatağım soğumamışdı" diyor. Çünkü Allah zaman içinde zaman halkeder, mekân içinde mekân halkeder. Allah buna kâdir u kayyûmdur. Ölüden diri, diriden ölü çıkartır. Bir emirle bu kâinâtı yıkar, bir emirle bu kâinâtı, yüz misli büyüğüyle halkeder. Her şeye kâdir u kayyûm O'dur.
Cümle enbiyânın serdârı Hazret-i Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâm, sâhib-i mi'râc, sâhib-i Kur`ân, Allah'In mahbûbu, sevgilisi ve bu âlemin hilkatinin sebebidir. Yani O olmasaydı bu kâinât olmayacak idi. "Levlâke levlâk lemâ halaktü'l-eflâk" bunu ifâde etmekdedir. "Habîbim Muhammed ne bu eflâki, felekiyyâtı, ne bu ecrâm-ı semâyı, ne yıldızları, ne güneşleri, ne dünyâyı, ne âhireti halkederdim. Cennet, cehennem, yıldızlar, güneşler, aylar, ne görüyorsan hepsi senin için halkolunmuş" diyor, ilân ediyor Cenâb-ı Hakk Celle ve Tekaddes Hazretleri. Nûru evvel, ba'sı sonradır. Cümle enbiyânın âhirinde gelmiş fakat rûhlar babasıdır. İlk halkolunan. Cenâb-ı Hakk kendi nûrundan Hazret-i Muhammed'in nûrunu halkeylemiş, Fahr-i risâlet'in sallallahu aleyhi vesellem, Resûl-i Ekrem'in, son olarak da, en son olarak, Peygamberimizi ba's etmişdir, nûru evvel ba'sı sonra olarak. Önden nûru pîşdâr, arkadan rûhu pîşdârdır Peygamber'in. Cümle enbiyâ, arasında kalmış. Rahmete'l-lil-âlemîn.
Ba's olununca, küffâr-ı hâkisâr, Peygamber'e günden güne, Resûlullah'a günden güne eziyet ve cefâyı arttırdılar. Hem sözlerini tutmadılar Peygamber'in. İnananlar inandılar. Âlem-i ervâhda "elestü bi rabiiküm" hitâbında "kâlû belâ" diyenler, Peygamber'e inandılar. Hazret-i Ebâbekir-i Sıddîk gibi, Aliyye'l-Mürtezâ gibi, Hatîcete'l-Kübrâ gibi, Zeyd gibi, Peygamber'in bir sözüyle hemen Peygamber'i tasdîk etdiler ve Peygamber'e bağlandılar. Fakat münkirler ve kâfirler ve ezelde nasîbleri olmayanlar, Resûlullah'a inanmadılar ve bu inanmadıklarını da düşmanlıkla izhâr etmeye başladılar Peygamber sallallahu aleyhi veselleme.
Receb ayı, biliyorusunuz, bu üç ayların başlangıcıdır. Harâm ayların yani muhterem ayların birincisidir, Receb ayı. Bu ayın 26. günü idi, yarınki gün yani sene-i devriyesi. Resûl aleyhi's-salâtü ve's-selâm Kabe-i Muazzama'da Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederdi. Fakat kâfirler geldiler, Cenâb-ı Peygamber'in o hâlde ibâdetini gördüler, dediler ki, "Hadi gidelim, Muhammed'e eziyet edelim".
"Sen Peygamber misin yâ Muhammed?" sallallahu aleyhi vesellem. "Evet, Allah'ın resûlüyüm, sizi hakka ve necâta çağırıyorum. "Nasıl peygambersin? Hani senin paran? Sen yetîmsin". Sanki bir kabahatmiş gibi. Halbuki Cenâb-ı Peygamber'in yetîm olmasında büyük esrâr-ı ilâhî vardır.
Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Cenâb-ı Peygamber daha annesinin karnındayken pederi olan Hazret-i Abdullah'ın rûhunu kabzeyledi. Sonra dünyâya teşrîf buyurdular, bir müddet sonra da, altı yaşındaydı, Hazret-i Âmine'yi kaybetdi. Peygamber anadan babadan kül yetim kaldı. Bunun sırrı şu idi. Melekler sordular bunu Cenâb-ı Hakk'a, "Yâ Rabbi, Habîbim, Mahbûbum, Muhammedim dedin, anadan babadan kül yetîm bırakdın. Hem babadan yetîm, hem anadan öksüz oldu. Bundaki sır nedir" dediler. Cenâb-ı Hakk buyurdu ki, "Eziyet cefâ gördüğü vakitde, anası babası sağ olsaydı, onlara seslenecekdi, onları aldım ki bana seslensin" dedi Cenâb-ı Hakk Celle ve Tekaddes Hazretleri. Perde olmasınlar onlar, onun için.
Şimdi bu bir kabahatmiş gibi, Peygamber'e gelip diyorlar ki, "Senin okuman yazman yok, mektebe gitmedin, hocadan ders görmedin, nasıl peygamber olursun?". Halbuki okumak ve yazmak, kasanın anahtarına benzer, kasadaki bulunan defîneyi almak için anahtar lâzımdır. İlim öğrenmek için bir adamın tahsîl etmesi lâzımdır. İlmi tahsîl anahtar gibidir. İlmin cevâhiri kasadadır. Peygamber, cevâhire mâlik olmuş, Peygamber, Allah mektebinde okumuş ve Peygamber'in hocası Allahu Sübhânehû ve Teâlâ, kullardan okumaya ihtiyâç yok.
Zâten mu'cizât-ı peygamberînin bir tânesi de bu, okumadığı yazmadığı hâlde, hiç okumadığı, hiç kimseden ders görmediği hâlde, okumadığı hâlde, yazmadığı hâlde, kendisine bir Kur`ân-ı Kerîm nâzil oluyor, hâlâ, on dördüncü asırda bulunuyoruz, muhâsımları bir noksânını bulamıyorlar. Ve Kur`ân fermân ediyor, fermân okuyor, diyor ki, "Benim Habîbim Muhammed'e indirdiğim Kur`ân-ı Kerîm'de, siz şekk ü şübhe ediyorsanız, Muhammed bunu yazdı diye, ey şâirler, ey belîğler, ey fesîhler, diğer bir âyet-i kerîmede, ey cinniler, birbirinize yardımcı olunuz, Kur`ân'ın sûrelerinden küçük bir sûresinin mislini getiriniz". Esteîzübillah, " وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ۖ وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ve in küntüm fî raybin mimmâ nezzelnâ 'alâ 'abdinâ fe'tû bi sûretin mim mislih, ved'û şühedâeküm min dûnillahi in küntüm sâdıkîn". Eğer sözünüzde sâdıksanız, Muhammed Kur`ân'ı yazdı diyorsanız, ki okumadı Peygamber, hocaya gitmedi, Mekke'nin fakültesi yokdu, üniversitesi de yokdu, hadi, buyurun siz de, fesîhler, belîğler, yazıcılar, muharrirler, şâirler toplanın, cinler, insanlar, bütün âlimler, birbirinize yardımcı olunuz, Kur`ân'ın sûrelerinden en küçük sûresinin bir mislini getiriniz. Çok uğraşdılar ve Kur`ân haber veriyor, daha o günden, "فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا fe in lem tef'alû ve len tef'âlû", getiremediler ve kıyâmet gününe kadar da getiremeyecekler. On dört asırdan beri, genç ve dinç duruyor Kur`ân-ı Kerîm. Bütün beşer onun hükmü altında, münkiri de, kâfiri de, mü'mini de.
Şimdi, bir kabahatmiş gibi diyorlar ki Peygamber'e, halbuki mucizât, "Sen mektebe gitmedin, hoca görmedin, nasıl peygamber olursun?". Sen Ebû Tâlib'in yetîmisin. Annen baban yok senin. Öyle büyüdün sen. Eğer peygamber olsaydın, senin böyle bizim gibi hizmetçilerin, kölelerin olması lâzım gelirdi. Gelip bu şekilde böyle, fırka fırka gelip Peygamber'e bu şekilde tecâvüzler etdiler. Efendimiz gâyetle müteessir oldu. Çok üzüldü. Onun üzülmesinden arş-ı a'lâ titredi. Melekler gözyaşı dökdüler.
Ve oradan kalkdı geldi, Hazret-i Ali kerremallahu vecheh radıyallahu anhın kardeşi olan Ümmühânî'nin evine. Müteessir, fevkalâde. Mübârek gözlerinden yaş dökülüyor yani. "Bunlar peygamber nedir, resûl nedir, nebî nedir, hükümdar nedir, ağa paşa nedir bunlar bilmiyorlar, bu adamlar, tefrîk edemiyorlar. Bana böyle böyle hakâretde bulundular" dedi Ümmühânî'ye. Ümmühânî, tesellî etdi kendisini, "Yâ Resûlallah, sen üzülme, sıkılma. Evlerinin kapısını bildikleri gibi senin peygamber olduğunu biliyorlar ama sana kasden yapıyorlar bunu, eziyet cefâ olsun diye". Ve o mahzûnlukla yatdı Cenâb-ı Peygamber.
Cenâb-ı Hakk Celle ve Tekaddes Hazretleri, vakit gelmişdi çünkü, böyle olacakdı sebebi. Kâfirin inadı mucizâtın zuhûruna işâretdir. Sebebdir yani zuhûruna sebebdir. Ebû Cehl'in bu kadar inadı olmasaydı, münkirlerin bu kadar inadı olmasaydı, bu kadar mucizât zuhûr etmeyecekdi. Nasıl ki ölüden diri çıkdığı gibi, kâfirlerin inadlarından dolayı Allah bunca mucizâtı ortaya serdi onlara gösterdi.
Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, Hazret-i Cebrâil'e buyurdu, "Yâ Cebrâil, git, Habîbim Muhammed Ümmühânî'nin evinde mahzÛn, mükedder uyumakdadır. Git, rahatsız etme kendisini, lutf ile uyandır. Mübârek yüzünü O'nun ayakları altına koy ki yâ Cebrâil, senin yüzün O'nun ayağının tozu ile ziynetlensin, yâ Cebrâil, git.
Fahr-i Risâlet bu, Hazret-i Muhammed Mustafâ. Kitâbda okuyorsun sen, Mekke'den Medîne'ye hicret etdi, Fâtıma'nın babasıydı, Ali'nin kayınpederiydi, Hatîce'nin kocasıydı, Ayşe'nin kocasıydı, karılarına ev yapdı, bu Peygamber'i bilmek değil. Ebû Cehil daha iyi biliyor. Sen Peygamber'i Allah'ın görüşüyle gör. Görmüyor musun şânını, her hafta tazîm ediyoruz ve her ân Kur`ân-ı Kerîm tazîm ediyor, semâda bulunan melâike-i mukarrabîn, diğer melâike, her ânda Peygamber sallallahu aleyhi veselleme salât etmekde. Kiminle berâber biliyor musun? Allah'la berâber. İşte "اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا innallahe ve melâiketehû yusakllûne ale'n-nebiyy, yâ eyyühellezîne âmenû sallû aleyhi vesellimû teslîmâ" bunu haber veriyor. Uyan! Kulağını aç! Nasıl bir Peygamber'e tâbisin! Yarın kıyâmet gününde, bu peygamberin kıymetini bilmeyeneler O'nu anlayacaklar ama iş işden geçmişdir. Cehennem Hazret-i Muhammed'in elinde, cennet de Hazret-i Muhammed'in elindedir yani rızâsındadır. Kıymetini bilmeyenler, kendileriyle kıyâs-ı bâtıl yapanlar, aldanacaklar ve o gün aldandıklarına çok üzülecekler ama iş işden geçecek. Çünkü cümle enbiyâ, bütün peygamberler, ul'ül-azm peygamberler, Îsâ'sı Mûsâ'sı, Nûh'u, İbrâhim'i, Hazret-i Âdem'i, Hûd'u, aleyhimüsselâm, O'nun sancağı altına cem olacakdır. Allah'a kasem ederim ki, cümle enbiyâ, kendilerine ulü'l-azm mevkii verildiği hâlde, Resûlullah'ın şânını Allah'dan işidince, "Keşke bizi yâ Rabbi ulü'l-azm peygamber yapacağına, Muhammed'e ümmet yapsaydın" demişlerdir. Sallallahu aleyhi vesellem. Cümlesi Hazret-i Peygamber'in ümmetinden oldu. Kimisi, salâtda ismi geçdi, kimi Kur`ân'da ismi geçdi. Kur`ân-ı Kerîm'de diğer enbiyânın isimlerinin geçmesinin sebebi budur. "Bu kadar medh ü senâ ediyorsun yâ Rabbi, O'nun ümmeti bizi unutmasın" dediler, Allah isimlerini Kur`ân'da zikreyledi onların, o enbiyânın.
Cebrâil geldi, uzatmayalım. Mi'râc uzun bir bahisdir. Geldi Fahr-i risâlet'in mübârek ayakları altına yüzünü dayadı Cebrâil aleyhisselam. Melekler nûrdan halkolunmuşdur. İnsanlar toprakdan. Şeytanlar ateşden. Ve vücûda girdiği vakitde, cism-i latîfdir melâike. Hazret-i Cebrâil kâfûrdandandır. "Niçin kâfûrdan halkolunduğumu"...Kâfûrdan, kafir değil hâ! Kâfûr diye bir şey var. "Niye kâfûrdan halkolunduğumu düşünürdüm" diyor Hazret-i Cebrâil aleyhisselâm. Çünkü kâfûr soğukdur biraz, serinlik verir yani. Mekke sıcakdır. Resûlullah ezâ cefâ harâretiyle yanıyor. "Geldim" diyor, "Yüzümü ayaklarına dayadım. O vakit anladım niçin kâfûrdan halkolunduğumu. Muhammed aleyhisselâmı mi'râca uyandıracağım". O vakit anladım diyor Cebrâil aleyhisselâm, Peygamberimize böyle naklediyor.
Efendimiz uyandı, Cebrâil'i gördü, dedi, "Yâ Resûlallah, bu akşam size müjdeler olsun. Hakk Teâlâ sizi davet buyuruyor". Sarây-ı lâ-mekânîye, mekânsız saraya. Mekânların mekânı Allah. "Ve beni aldı, Kabetullah'a götürdü. Ve benim kalbimi şerh etdiler, açdılar" diyor Peygamberimiz. Mâ-i Zemzem ile yıkayıp içersine ilm-i ledünnü doldurdular, emr-i ilâhî ile. Sonra cennetden bir binek getirilmişdi, ismi burakdır.
Şimdi gene bir müjde var burada ya, inşâallah o buraklar kabrimize gönderilecek, kabrimizin kenarına yani. Yarın mahşer gününde, bu dünyâ başka bir âlem olacak, o vakit mü'minler, "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" diyenler, Peygamber'e beden olanlar için, o buraklar onların kabirlerine gelecekdir. Şimdi müjde vereceğim.
Burak getirildi. Bu burak, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin ismini işitmiş, Peygamber'e âşık olmuşdu, cennetde yemez içmez olmuşdu bu burak. Binlerce sene evvel. Sonra Cebrâil aleyhisselâma Allah emretdi ki, "Habîbim Muhammed'in ismine âşık oldu, cismini görmek ister, o burakı al götür Peygamber'e cennetden". O burakı getirdi Peygamberimize. O burak, katırdan küçük, merkebden daha büyük, başı insan başıymış. Üzerinde, nasıl tarîf edeyim, dünyânın ziynetlerinden söyleyelim hadi anlamak için, Allah'ın ziynetleri ama, zümrüdlerle, yâkutlarla işlenmiş diyor Peygamberimiz, onu getirdiler bana. Burak serkeşlendi, "Vallahi üstüme kimseyi bindirmem" dedi. Cebrâil dedi ki, "Niçin serkeşleniyorsun? İşte âşık olduğun Muhammed aleyhisselâm bu" dedi. Âşık oldun, senelerce onun aşkıyla yemedin içmedin, gözünden yaş dökdün, en nihâyetinde Allah emretdi, ma'şûkuna seni kavuşdurdu" deyince, burak eridi ve yatdı. Dedi ki, "Yâ Resûlallah, senin aşkınla cenneti terkeyledim. Zât-ı risâletpenâhîlerinizden benim dileğim şudur ki, yarın kıyâmet gününde bana süvâr olarak cennete gidiniz" deyince Cenâb-ı Peygamber bir irkildi ve dedi ki, "Yâ Cebrâil, ben kabrimden kalkdığım vakitde burağa binip gideceğim cennetime, ya ümmetlerimin hâli ne olacak? Onlar yayan mı yürüyecekler? Vallâhi ümmetim yayan yürürse ben de yayan yürürüm. Mâdem ki bana burak gönderildi".
Onun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti inzâl buyurdu, "يَوْمَ نَحْشُرُ الْمُتَّقِينَ إِلَى الرَّحْمَنِ وَفْدًا yevme nahşürü'l-müttakîne ile'r-rahmâni vefdâ". "Biz müttakîlere, Allah'dan korkanlara, Allah'ı sevenlere, Allah âşıklarına, Muhammed bendelerine ne yapacağız buraklar göndereceğiz, binekler göndereceğiz". Allah bunu vaadetdi, Sûre-i Meryem'de. "يَوْمَ نَحْشُرُ الْمُتَّقِينَ إِلَى الرَّحْمَنِ وَفْدًا yevme nahşürü'l-müttakîne ile'r-rahmâni vefdâ". Tüm Muhammedîler, yani "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" dediler, Peygamber'e gönül verdiler, O'nun âlini, evlâdını, ehl-i beytini, ashâbını, ensârını, evliyâsını, ulemâsını sevdiler, onlar mahrûm olmayacak. Onlara tâ kabrin kenarına kadar o cennet burakları gönderilecek. Herkesin ismi burağın alnında yazılıdır, bineceği burağın. Sen de ben de inşâallah îmânlı göçersek eğer, îmânlı göçersek bu buraklara binecek ve cennet bizim makâmımız ve makarrımız olacakdır, mekânımız ve makarrımız. Îmânının meyvasını, semeresini o vakit göreceksin. İbâdetin lezzetini o vakit duyacaksın. "Keşke ömrümü hebâya vermeseydim, hep Rabbime abdiyyetde geçirseydim, Rabbime abdiyyet iki cihâna sultânlığa bedelmiş" diyeceksin ama iş işden geçmiş olacak. Mahşer gününde, ibâdet edenler de mahzûn, etmeyenler de. Edenler, "Keşke fazla yapsaydık" diyecekler. Etmeyenler, "Keşke bizler de bunlar kadar Cenâb-ı Hakk'a ibâdet etseydik, tâatda bulunsaydık" diyecekler. Yani hayıflanacaklar. Onun için gayret kemerini beline bağla. Abdiyyetini unutma, kulluğunu. Allah'a kul olan, iki cihâna sultân olur. Rabbine secde et. Kaybetmeyeceksin. Kaybetmeyeceksin, zarar etmeyeceksin. Rabbine secde et.
Ve burağa süvâr oldu Peygamberimiz ve bir anda...Çünkü burak şu. Burak, Arapçada berk demek, yıldırım demekdir. Gözünün gördüğü yere ayağını basardı burak. Öyle bir binek. Gözünün gördüğü yere ayağını basıyor. Öyle süratli. Bir anda Kudüs-i Şerîf'e vardı ve Mescid-i Aksâ'ya.
Bugün müslümanların yüzü kara bu hususda. Gönülleri de. Çünkü dünyâda üç mescid var, kudsî yer var. Birisi Mekke, biri Medîne, birisi Kudüs'dür. Müslümanlar müslümanlıklarının kadr u kıymetini bilmediği için, nifâka düşdükleri için, birbirlerinin aleyhine geçdikleri için, birbirlerinin canlarına mallarına kasd etdikleri için, "Lâilâheillallah" diyor dili yâhu, kardeşin senin be!, bu mülk-i azîzin, bu kudsî şehirlerden üçde birini Allah müslümanların elinden aldı, başkalarına verdi, gayr-i müslimlere verdi. Vaktiyle Kudüs'ü zabt eden çok büyük muhârebeler oldu. Okursanız görürsünüz ehl-i salîb muhârebelerin, Salahaddîn Eyyûbîleri, Alparslanları, Kılıçarslanları. En sonunda, bizim âbâ u ecdâdımızdan Osmanlı pâdişahlarından Sultan Selim Han orasını aldı ve İslâm'a katdı. Beş yüz seneye yakın bir zaman elimizde kaldıkdan sonra, kâfirlerin iğvâsına kanan ordaki bulunan gâfil müslümanlar bizim aleyhimize geçdiler, Türklerin aleyhine, ve imparatorluk parçalanınca o mülk bizim elimizden çıkdı, o kudsî yer.
Neyse, Allah'dan ümid kesilmez. Gene Allah'ına güven ve Allah'ına dayan ve Allah'ına sığın. Gene gâlibsin. Mağlûb olmaycaksın. Allah mü'minlerle, müttakîlerle, muhsinlerle berâberdir. Yalnız bu berâberliği unutma sen. Gafletde bulunma. Sana senden yakındır Allah. Eğer Allah'a lâyık kul olursan, her şey senin önüne serilecekdir. Allah'ın sevmediği sıfatları onları terketmen lâzım gelecek yalnız. Biz gaflete daldık, Allah'ın sevmediği sıfatları aldık. Ben yiyeyim sen yeme, ben iyiyim sen fenâ rüknüne geçdik. Bilmediğimiz ideolojilerin tesirinde kaldık. Gönüllerimiz boşaldı, Allah sarayı olan gönüllerimizden Hakk'ı çıkardık, O'nun yerine Allah'ın sevmediklerini koyduk. Neyse, geçiyoruz. Tövbe istiğfar edersek, Allah tövbeleri kabûl eder. İstiğfar edelim, tövbe edelim Allah'a. Dâimâ yapdığımız fenâlıklara tövbe edelim.
"Efendi, rızkım dar" dersen, tövbe et, Allah rızkını genişletir. "Müşkülâtım var" dersen gene tövbe eyle Cenâb-ı Allah'a, müşkülâtın ferâha döner. "Günahlarım çok" dersen tövbe istiğfar et, Allah günahlarını affeder. Affetmekle bırakmaz, günahın kadar da günahlarını sevâba kalbeder. İlle muhlis ol Allah'a, ihlâs ile tövbe et. Tövbe ayı bu ay.
Ve Kudüs'e Peygamberimiz geldi. Hazret-i Dâvûd kâmet etdi, Peygamberimiz mihrâba geçdi, ervâh-ı enbiyâya imâm oldu. Oradan mâşâallah semâya urûc etdirildi. Sidretü'l-müntehâ'da Hazret-i Cebrâil kaldı, "Yâ Resûlallah ben ileri gidemem" dedi, "benim makâmım burasıdır, ben bir adım atarsam ileri, yanarım" dedi. "O size mahsûsdur, o iş" dedi. Ve cân ile cânân buluşdular. "fe kâne kâbe kavseyn" sırrı zuhûra geldi. Allah kendisini istediği gibi peygamberine gösterdi ve konuşdu peygamberiyle.
Hemen Resûlullah'ın istediği ne biliyor musun? Çünkü o Hasanını, Hüseynini de istemez, Fâtımasını da fedâ etmeye çalışır, "ille ümmetim, ille ümmetim" dedi Allah'a. Allah dedi ki, Celle Celâluhû Hazretleri, "Bir avuç toprağa minnet ediyorsun Habîbim Muhammed, sana bahşeyledim, verdim sana onları" dedi. "Cennetimi, cemâlimi onlara hazırladım. Üzülme" dedi. Ve beş vakit namazı bize farzeyledi. Uzun biraz, kısaltdık işte, bitiriyoruz. Ve Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem, cenneti seyretdi, cennetin derecâtını, hepsini. Sonra nâra indirildi Peygamberimiz, cehennemin derekâtı gösterildi kendisine. Mâlik dedi ki, "Yâ Habîballah, söyle ümmetine buraya gelmesinler, bizde merhamet yokdur" dedi. "Allah bizden merhameti aldı, buraya gelmesinler, bu cehenneme" dedi. Cehennemin derekâtını gösterdi Allah habîbi Muhammedinde. Kur`ân'da ne okuduysa Peygamberimiz, Kur`ân'da ne okuduysa, onların hepsini gözüyle gördü Peygamberimiz. Ulûmun evvelin ve âhirin, kıyâmet nasıl kopacak, mahşer nasıl olacak, cehennem ehli kimlerdir, hepsini Allah halketdi habîbine gösterdi ve peygamberini iâde eyledi.
Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, mi'râcdan sonra kürre-i arda inmek istemedi. Dedi, "Yâ Rabbi bu makâmda kalayım, bu âlemden ayrılmayayım". "Yok Habîbim, senin daha teblîgât-ı şer'iyyen vardır, nübüvvetin ve risâletin var, senin her ânın bundan sonra mi'râc olacakdır, sen ümmetini bana davet eyle. Vazîfen budur, senin, vazîfeni bitir.
Ve Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem gecenin bir cüzünde bu makâmâtı gördükden sonra, yüz binlerce senede görülmeyecek makâmâtı bir anda gördü ve yatağına indirildiği vakitde yatağı soğumamışdı henüz. Ve bu iltifâta karşı gâyetle mesrûr oldu, Ümmühânî'ye "bunu haber vereceğim" dedi. Ümmühânî, "Aman yâ Resûlallah, haber verme, bunu kimse kabûl edemez, biz inanırız ama, başkaları kabûl edemez bunu, dînden çıkarlar" dedi. "Bu olacak iş değil" dedi, o gün için.
Bugün de olur mu olmaz mı? Bak görmüyor musun? Allah'ı münkir olanlar aya çıkıyorlar. Yâhud hıristiyanlar, Allah'ı onlar inkâr etmiyorlar ama Cenâb-ı Hakk'ı üçdür, birdir diyorlar, onlar aya çıkıyorlar, Allah'ı inkâr eden komünistler aya çıkıyorlar. Bunu kullar böyle yaparsa, bu kâinâtı "kün" emriyle halkeden Allah neye kâdir değil yani? Bırak o kafayı sen.
Geldiği vakitde yatak soğumamışdı. Ve Peygamberimizi bunu haber verdi. Ebû Cehil kâfiri, laîn, dedi, "Bugün ben Ebûbekir'i kandırırım" dedi. "Bugün Muhammed'den bu yüz çevirir, döner" dedi. Geldi, Hazret-i Ebâbekir'in kapısını çaldı, "Ey İbn Kahâfe", yani "ey kahâfeoğlu", Arapların âdeti öyle, babanın ismiyle söylerler çocuklarını, öyle hitâb ederler, "Haberin var mı? Sâhibin olan Muhammed gecenin bir cüzünde Kudüs'e gitmiş, ve Kudüs'den semâya urûc eylemiş, cenneti seyreylemiş, cehennemin derekâtını görmüş, hûrileri, gılmanları, vilndanları, köşkleri, sarayları görmüş, Allah ile konuşmuş, gelmiş de yatağı soğumamış. Buna inanır mısın?" dedi. Cenâb-ı Ebâbekir Sıddîk ona şu cevâbı verdi, "Bunu sen mi söyledin, Hazret-i Muhammed mi?" dedi. "Ben söyler miyim böyle şey" dedi, "ben deli miyim" dedi, "olacak iş mi" dedi, "Muhammed söylüyor". "Sen söylersen sen yalancısın, sana olmaz bu iş" dedi, "Ama Muhammed sallallahu aleyhi vesellem söylediyse hakdır ve gerçekdir" dedi, "teslîm olduk biz O'na" dedi. Allah kendisine "Sıddîk" esmâsını verdi. Sıddîk. Onun için Ebâbekir Sıddîk deniyor. Ebâbekir Sıddîk Hazretleri mi'râcı ilk tasdîk edendir.
Halbuki Cenâb-ı Peygamber'e sordular dedile rki, "Filancanın kervanı nerde? Fişmankeşin kervanı nerde?". Efendimiz haber verdi, "Filanca kervan filanca yerde" diye, Kudüs yolunda. Haber de verdi böyle. Böyle olduğu hâlde, mü'minlerin îmânının nûru artdı, kâfirlerin de küfrü inâdı çoğaldı. Gene mü'minler Livâ-yı Hamd altına cem oldular, kâfirler cehenneme arzolundular.
Şimdi yarın akşam yapacağın vazîfelerin var. Bak yarın akşam, yarınki gece, namazın farziyyet gecesidir, beş vakit namazın farziyyeti. Allah'ın bize ikrâmı. Uzun. Elli vakit farz olmuş, beşe indirilmişdir. Zaman olmadığı için hepsini hutbede anlatamıyorum yani. Beş vakit namaz kılan elli vakit sevâbını alır. Allah bire on verir çünkü. Namazını terketme. Yarın gece câmiye git, ibâdet et. Evinde biraz tesbîh et. Tefekkür eyle, nerden geldim, niçin geldim, nereye gidiyorum, niçin gidiyorum. Bu yaşa geldin, geçirdiğin hayatı bir gözden geçir. Geçmiş olan hayâtını gözünün önünden geçir, ser ve geçir bak. Ne vakitler geçdi, neler oldu, neler geldi, neler gelecek, neler olacak daha. Bunları düşün, tefekkür eyle. Allah'ın kudretini tefekkür et ve tesbîh eyle.
Komşularınıza gidiniz. Ananızın babanızın elini öpünüz, onlara hediye götürünüz, onların gönüllerini alınız. ölmüşlerinize Kur`ân okuyunuz. Ve Cenâb-ı Hakk'a, "Yâ Rabbi bu gece Habîbini mi'râc etdirdin, yüceltdin, fe kâne kâbe kavseyn sırrına mazhar kıldın, beni de bu akşam yükselt yâ Rabbi, rızâna muvâfık kıl" de, duâ et Cenâb-ı Hakk'a. Gafletle vaktini geçirme.
Yâ Rabbi, mi'râcın hürmetine, mi'râcda Habîbin Muhammedine lutf ile hitâb etdiğin ve bizleri bahşeylediğin sözüyle Habîbini memnûn etdiğin söz hürmetine yâ Rabbi, cümlemizi nârından âzâd, dâhil-i cennet eyle, vatanımıza sulh u sükûn ver, ehl-i İslâm'ı şâd eyle yâ Rabbi.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 29 Mayıs 1981 (25 Receb 1401) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.