Mi'râc-ı Nebî - Hutbe - 6 Haziran 1980

5 Mart 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Hutbe

HUTBE

Kâlallahu te'âla fî kitâbihi'l-azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
Sübhânellezî esrâ bi abdihî leylen minel mescidil harâmi ilel mescidil aksallezî bâreknâ havlehu li nuriyehu min âyâtinâ, innehû hüves semîul basîr.
Sadakallahü'l-azîm.

Âşıklar! Hakk yolunda sâdıklar! Büyük bir günün arefesindeyiz. Bu gün, o ulu gün, Mi'râc-ı Nebî'dir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin kudret-i ilâhî ile, mâşâallah, bir anda götürülüp Allah'ın arşında cevelân etdiği, kürsü üzerine ayakkabısı ile basdığı ve Resûlullah'ın ayakkabılarının tozuyla kürsî-i ilâhînin süslendiği gecedir. 

Her nebînin bir mi'râcı var, her mü'minin de bir mi'râcı vardır. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın mi'râcı Tûr'da, Yûnus Peygamber'in mi'râcı balığın karnında, Hazret-i İbrâhim aleyhisselâmın mi'râcı Nemrud Halîlullah'ı nâra atdığı vakitdeki anda, İsmâil aleyhisselâmın mi'râcı Hakk yoluna kurbân olduğu vakitde başını bıçak altına verdiğinde, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin mi'râcı da, Allah'ın arşının fevkinde, lâ-mekân âleminde Hakk ile buluşduğunda, "فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ" sırrına mazhar olduğundadır. 

Mü'minlerin mi'râcı da namazdadır. Namaz, kıldığımız namaz, mü'minlerin mi'râcıdır. Başına sertâc eyle ve namazına dâim ol. Ve geceleri Allah huzûrunda kâim ol. Lisânından yalanı, iftirâyı, kötü söylemeyi, şetmi, sebbi ve boş konuşmayı terk eyle, lisânını zikrullah ile süsle. Gözünden gaflet perdesini kaldır, cemâlullahı görmeye lâyık kıl. Gönlünü kötülüklerden tathîr eyle, Hakk sevgisine lâyık kıl. O vakit mi'râcın olacakdır.

Mi'râc nasıl olmuş? Bir mikdar, deryâlardan bir katre, şemsden bir zerre...Şimdi burada size bir şey söyleyeceğim, mi'râc nedir, bir defa bunu tar'îf edeceğim. Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme gelen Kur`ân-ı Kerîm, Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme ilme'l-yakîn idi. Yani ilimle bildirilmişdi. Neresi? Arş, kürsî, levh, kalem, sidretü'l-müntehâ, cennet, cennetin derecâtı, cennetin nimetleri, cehennemin derekâtı ve onda bulunan azâblar, ilmen bildirilmiş idi. Allah Resûlünü mi'râca aldı ki bu ilme'l-yakîn olan bu bilgisini gözüyle görsün, ayne'l-yakîn ve tatsın, hakka'l-yakîne mazhar olsun diye. Eğer mi'râc olmasaydı, yevm-i kıyâmetde, kıyâmetin şiddet ve dehşetinde ve cehennemin küffâr-ı hâkisâr üzerine hücûm etdiği vakitde, Resûl evvlenden cehennemi görmeseydi, orada bir korku geçirecekdi. Mi'râc bir tecrübe olmuşdu Peygamber'e.

Mûsâ Peygamber'e de Tûr'da öyle olmamış mıydı? Allah sordu Mûsâ Peygamber'e "Elindeki nedir?" diye. Esteîzübillah, "وَمَا تِلْكَ بِيَم۪ينِكَ يَا مُوسٰى vemâ tilke bi yemînike yâ Mûsâ", "sağ elindeki nedir?" dedi Allah, Mûsâ Peygamber'e. Allah görmüyor muydu, bilmiyor muydu? Hem görüyordu, hem biliyordu. Niye sordu? Mûsâ Nebî'nin nutku tutulmuşdu, kudretullah karşısında. Onu konuşturmak için elindekini sordu. Ve bize de olan hâdisâtı ve âyât-ı kübrâyı göstermek için. Hazret-i Mûsâ dedi ki, "قَالَ هِيَ عَصَايَۚ kâle hiye asâye", "asâmdır yâ Rabbi" dedi ve altını getirdi, "اَتَوَكَّؤُ۬ا عَلَيْهَا وَاَهُشُّ بِهَا عَلٰى غَنَم۪ي وَلِيَ ف۪يهَا مَاٰرِبُ اُخْرٰى etevekkeü aleyhâ ehüşşü bihâ alâ ganemî veliye fîhâ meâribü uhrâ", "Ben bu asâya dayanırım ve bununla hayvanlarıma yaprak dökerim, başka işlerimde kullanırım" dedi. 

Meselâ ne gibi? Bir karanlık gecede, korkunç bir sahrâda, birisi sana isminle seslense, zıplayacaksın yerinden, korkacaksın. Mûsâ Peygamber de, âilesi dünyâya çocuk getirecekdi, ateş almaya gitmişdi, ateş görmüşdü, Cenâb-ı Hakk kendisine ateşden zâhir olmuş ve tecelliyât oraya vukû' bulmuş, demişdi ki, "innî enallahu lâ ilâhe illâ hû". Allah her yerden tecellî eder, tecelliyât-ı ilâhiyye. Kimisine ateşden kimisine karıncadan, kimine beygirden, kimine taşdan, kimine toprakdan, kimine bi zâtihî. Söylediğimiz sözleri herkesin hafsalası kabûl edemeyeceği için, herkesin insaf terâzisi çekemeyeceği için, fazla konuşmuyorum. Zîrâ bunları dinlemek için, anlamak için âşinâ gönül lâzımdır, âşinâ gönül lâzımdır, yani ârif olmak lâzımdır.

Sonra Allah dedi ki Mûsâ Peygamber'e, dikkat buyurunuz, "قَالَ اَلْقِهَا يَا مُوسٰى kâle elkıhâ yâ Mûsâ", "at!" dedi "at yere elindeki asâyı!". Atınca, "فَاَلْقٰيهَا فَاِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعٰى fe elkâhâ fe izâ hiye hayyetün tes'â", asâ yılan oldu. Hazret-i Mûsâ onu görünce, korkdu ve kaçdı. Elindeki asâ yılan oldu. Allah dedi ki, "خُذْهَا وَلَا تَخَفْ۠ huzhâ velâ tehaf", "korkma, tut elinle". Eğer böyle bir imtihandan Mûsâ'yı geçirip, böyle bir öğretme olmasaydı, Firavun'un huzûrunda asâyı atdığı vakitde, asâ yılan olunca, Firavun bir tarafa kaçacak, Hazret-i Mûsâ bir tarafa kaçacakdı ki yakışmazdı. 

Bunu size niçin anlatdım? Kıyâmetin şiddet ve dehşetini, cehennemin derekâtını Resûlullah'a Allah göstermek istedi ki yarın kıyâmet gününde cümle enbiyâ görmediği için, cehennemin gayzını görünce, bütün enbiyânın diz bağları çözülecek, hepsi çökecek yere, "nefsî, nefsî" diyecekler, Resûlullah hâdisâtı bildiği için, "Yâ Rab, Hasanım Hüseynim Fâtımem Rukiyyem fedâ, ille ümmetim" diyecekdir. Mi,'râcda o tecrübeyi gösterdi Allah habîbi Muhammedine. Ve Kur`ân-ı Kerîm'in, ilme'l-yakîn olan Kur`ân-ı Kerîm'i, ayne'l-yakîn göz ile görmek ve hakka'l-yakîn tatmak için götürüldü mi'râca. Bunun içerisinde büyük iltifât-ı rabbâniyye de mazhar oldu. Beş vakit namaz farz olundu. Ve Ümmet-i Muhammed, Hazret-i Muhammed aleyhisselâma, Resûl-i Ekrem'e, peygamberler peygamberine bağışlandı, cennet bize nikah oldu. Büyük esrâr-ı ilâhiyye var. Anlatmakla tükenmez, bitmez. Denizden bir katre, şemsden, güneşden bir zerre olarak konuşacağız sizle. Bu şekilde, bir mikdar, çünkü imkânı yok.

Bunun sebebi de şöyle olmuş. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, anasının karnındayken, yani altı-yedi aylıkdı ki,  Hazret-i Abdullah, Cenâb-ı Peygamberîn peder-i âlîleri, Hazret-i Abdullah, Resûlullah'ın pederi, babası Hazret-i Abdullah, çocuk dünyâya geldiği vakitde velîme cemiyyeti yapayım diye yani ziyâfet vereyim diye, hîtân cemiyeti, mevlûd cemiyeti yapayım diye, hurma almaya gitmişdi, Medîne-i Münevvere'ye, orada vefât etdi. Yani Resûlullah salllallahu aleyhi vesellem ana karnında yetîm kaldı. Sonra Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi, annesi tevellüd etdirdi ve altı yaşındayken de Hazret-i Âmine Hazret-i Peygamber'i terk etdi, ahrete gitdi, âlem-i cemâle. Yani Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, anadan babadan kül yetîm olarak kaldı. Ne ana var ne baba. Acaba anlatabildim mi? Melekler dediler ki Cenâb-ı Hakk'a, "Yâ Rabbe'l-âlemîn...

İyi dinle, biraz belki beş on dakîka fazla olacak hutbe ama emîn olunuz ki hastayım, müdhiş hastayım, sizi mahrûm etmeyeyim diye geldim. 

"Yâ Rabbi bu kadar sevdiğin ve hürmetine semâvâtı, ardı, arşı, kürsüyü, nârı, cenneti halk eylediğin habîbini kül yetîm bırakdın, ne ana var ne baba, bunun sırr-ı hikmeti nedir?" diye sordular. 

Allah'a soru sorulmaz, hikmeti sorulabilir. Allah bize soruyu sorar, biz Allah'a soru soramayız. Ama hikmet sorulur. "Yâ Rabbi ne hikmete mebnî böyle halk etdin de böyle oldu?" diye sorulabilir. Öğrenmek için. 

Meleklere dedi ki Cenâb-ı Hakk, "Muhammedim bir kimseden ezâ cefâ gördüğü vakitde, annesi ve babası sağ olsaydı, onlara seslenecekdi, onları yardıma çağıracakdı". 

Çünkü senin ayağın taşa vurduğu vakitde, ayağın taşa, "anne!" diyorsun. Canın yandığı vakitde, "anne!" diyorsun, gayr-ı irâdî olarak. Ya anneni çağırıyorsun, ya babanı çağırıyorsun. 

"Ezâ cefâ gördüğü vakitde annesine yâhud babasına seslenecekdi, onları aldım ki, anneye babaya seslenmesin, bana seslensin, rabbine. Bu sırra binâen" dedi. 

Onun için Fahr-i risâlet küçükden kül yetîm kaldı ve Hazret-i Ali kerremallahu vecheh radıyallahu anh Hazretlerinin peder-i âlîleri Hazret-i Ebû Tâlib'in maiyyetinde, Ebû Tâlib aldı, evlâdı gibi bağrına basdı, kendi evladlarından üstün tutarak Cenâb-ı Peygamber'i büyütdü. 

Onun için bazı dar görüşlü ve terbiyesiz insanlar var, Ebû Tâlib'in îmânı hakkında konuşuyorlar. Bunlar katiyyen câiz değildir. Resûlullah'ın sevdiği ve Resûlullah'ı bağrına basmış bir zât-ı muhteremdir Ebû Tâlib Hazretleri, onun hakkında konuşmak doğru değil, "îmânlı mı gitdi îmânsız mı gitdi" diye. Sen kendin îmânlı mı gideceksin îmânsız mı gideceksin, ona bak sen. Yâhud senin baban îmânlı mı gitdi îmânsız mı gitdi, onu düşün. Âkıbetimiz ne olacak, onunla uğraş. Peygamber'in sevgili amcasıyla, Peygamber'in anasıyla, babasıyla, dedesiyle uğraşma. Lüzûmu yok. Bilmem inceliğini anlatabildim mi sizlere?

Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, otuz yaşından sonra, Peygamberimize yalnızlık sevdirildi, çekiliyor, yalnız yalnız, mağaraya, Cebel-i Hıra'daki mağaraya çekiliyor. Orada yalnızlık sevdirilmişdi kendisine. Ve günlerden bir gün, Hazret-i Cebrâil aleyhisselâm kendisine nâzil oldu.

Efendiler! Burda dikkat edin gene, bakın ne konuşuyoruz. İlmihallerde, kitâblarda okuyoruz, "Peygamber'e kırk yaşında nübüvvet geldi, kırk üç yaşında risâlet geldi" diye. Bunlar izhâr-ı nübüvvet meselesidir. Enes ibn Mâlik radıyallahu anh Hazretleri Peygamberimize sormuş, "Yâ Resulallah, siz ne vakitden beri peygambersiniz?" demiş, Fahr-i risâlet buyurmuşlar ki, "Âdem henüz toprak ile su arasındaydı, ben nebî idim" diyor. "Küntü nebiyyen ve âdemü beyne'l-mâi ve't-tîn". "Âdem toprak ile su arasındaydı, ben nebî idim" diyor Peygamberimiz. Kırk yaşında Peygamber'e emir, nübüvvetini izhâr eyle habîbim Muhammed". Kırk üç yaşında risâlet, "risâletini izhâr eyle", izhar emridir o. 

Görmüyor musun, işitmedin mi? Hazret-i Îsâ aleyhisselâm, kundakdayken nebî oluyor da cümle enbiyânın serdârı bu cihânın sebebi, halkına sebeb olmuş olan Peygamberimiz, niye kırk yaşında peygamber ola? Hiç günahı var mı kırk yaşına kadar? Peygamberler masûmdur. Hiç bir peygamberden günah sudûra gelmez. Resûlullah Efendimiz kırk yaşında nübüvvetini ilân etdiği vakitde, hiç kimse Peygamber'in bir yalanını, bir hîlesini görmemişler hiç. Hattâ Ebû Cehil denilen la'în adam, REsûlullah Efendimize "Muhammedü'l-Emîn" diyor. "Muhammed doğru konuşur" diyor, "Doğru Muhammed", senin Türkçe anlayacağın şekilde. Doğru, hiç yalan söylemeyen düpdürüst, müstakîm bir zât. "Muhammedü'l-Emîn", bu ismi Peygamber'e Ebû Cehil vermiş. Resûlullah'ın en büyük, amansız düşmanı ki Cenâb-ı Peygamber diyor ki,  "Benim firavunum Ebâ Cehil'dir, benim firavunum kardeşim Mûsâ'nın firavunundan daha eşeddir" diyor.
Burdan girip burdan çıkmasın, senin de firavunun eşeddir. Çünkü Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi veselleme ümmet olduğun için aynı verâset sana kalmışdır yani senin firavunun da Hazret-i Mûsâ'nın firavunundan eşeddir.

Herkesin bir firavunu vardır. Ama firavununa gâlib ol! Firavununa gâlib ol! İlk firavun, insanın kendi nefs-i emmâresidir. Nefs-i emmâresini terbiye etmeyen bir adam ne kadar sûretâ insân olsa da hakîkatde hayvanlıkdan kurtulmaz. Asâ-yı Mûsâ ile, o engerek yılanı olan nefs-i emmâreyi katletmek lâzımdır yani nefsi ıslâh etmek lâzımdır.

İşte bak, dikkat buyurulursa, Kur`ân'da büyük incelikler vardır. Kur`ân-ı Kerîm'de Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın asâsı neden yılan oldu da pars olmadı, fil olmadı, kaplan olmadı, arslan olmadı? Niye yılan oluyor? Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın asâsı, bir aynaydı. Firavun'un nefs-i emmâresi, yılandı. O asâdan tecellî etdiği için yılan göründü Firavun'a. Bunda çok incelik var.

Ey Efendiler! Yakın bir zamanda, yakın bir zamanda, başlarımızı ecel yastığına koyacağız. Hazret-i melekü'l-mevt geldiği vakitde, herkesin ameline göre görünecekdir. Eğer nefsini ıslâh etmedinse, yılansa, Hazret-i Melekü'l-mevt'i çok korkunç göreceksin. Eğer nefsini ıslâh etdinse, sana güzel gelecekdir, latîfeyle gelecekdir. Bir elma sunacakdır. Bir gül verecekdir, "şunu kokla" diye. Bir de koklayacaksın ki kendini musallâda göreceksin. Ne ölümün acısı, ne kabrin vahşeti. Ne Azrâil aleyhisselâmın kılıcının ezâsı ve cefâsı.

Onun için ıslâh-ı nefs etmek lâzım. İçerdeki âlemi terbiye edeceksin, etmezsen olmaz! Ucubunu, kibrini, riyâsını, hubb-i câhını, hubb-i mâlini, hasedini, şehvetini kıracaksın, mücâdele yapacaksın, cihâd-ı ekbere döneceksin. Geçiyoruz, anlayanlara söyledik.

Vaktâ ki Resûlullah Efendimiz ilân-ı nübüvvet eyledi, kâfirler evvelâ bir teaccüble karşıladılar. Zîrâ Peygamber'in ilân-ı nübüvvetinde kâfirlerin menfaatleri baltalanıyordu. Taşlardan ağaçlardan putlar yapmışlar halkı taptıryorlar, ordan menfaatlanıyorlardı. Resûlullah gelince bunların hepsinin yalan olduğunu söyledi. Bunların ne faydası var, ne mazarratı var, kendi yapıyor, kendi bekliyor putunu Eğer put kâdir olsa, kendini müdafaa eder. Putları yalanlayınca, onların menfaatlarına dokundu. Yoksa Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin getirdiği dînin, kafalarında akılları vardı, hak ve gerçek olduğunu biliyorlardı. 

Hattâ, bunu söylemeden geçemeyeceğim, huzûr-i saâdete geldi, Ebâ Cehil, "Yâ Muhammed", sallallahu aleyhi vesellem...

Efendiler! Çok ricâ ediyorum ve bunun böylece vâcib olduğunu biliniz. Efendimizin ismini işittiğiniz vakit mutlakâ salavât-ı şerîfe verin, âline ve evlâdına ve kendisine ve ehl-i beytine. Sizin menfaatiniz iktizâsıdır. Size bu salavât-ı şerîfe burâk olacak, sizi Allah'a götürecekdir, rızâ-yı Bârî'ye, rızâ-yı ilâhîye.

İşin başı muhabbetdir, aşkdır, sevgidir. En evvelâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemi seveceksin ki bu dînden haz alasın, zevk duyasın, lezzet duyasın. Peygamberi sevmeyince, dînden lezzet duyamazsın. Kıldığın namaz sana ağır gelir, tuttuğun oruç sana cefâ gelir.

Aşk! Muhabbet! Kime? Muhammed aleyhissalâtü vesselâma. Âline, evlâdına, ezvâcına, ehl-i beytine, evliyâsına muhabbet edeceksin. Bu gönlü, Resûlullah'a aşk ve muhabbetle süsle. O sana bir burâk olacak seni rızâ-yı Rahmân'a, cennete götürecek,  ve mazhar-ı zât edecekdir. İlle aşk!

Onun içün, Hazret-i Niyâzî Mısrî "Ey gönül geç gayrıdan aşka eyle iktidâ" buyurmuşlar. Aşk ile başla işe. O vakit, oruçdan zevk duyarsın, Allah demekden lezzet duyarsın. Aşk olmazsa, namaz ağır gelir, esnersin namazda. "Sabah kılarım namazı" dersin, yâhud bırakıverirsin, beş kuruş için Allah'ın rızâsını satarsın.
Geldiler, dediler ki, "Bizi çağırıyorsun sen ama, nasıl olur bu iş, bizim kölelerimizle bizi berâber oturtuyorsun".

Bak görüyorsun ya, kilise değil burası, havra da değil, câmi. Bir zenginin yanında bir fakîr, bir hastanın yanında bir sıhhatli, bir patronun yanında bir işçi, bir sıhhatlinin yanında bir hasta, bir câhilin yanında bir âlim, herkes oturuyor. Kimin Allah indinden efdal olduğunu bilmiyoruz. Hepimiz birbirimize hüsn-i teveccüh ediyoruz, "Allah indinde benden bu yüksekdir" diye. Kilisede böyle değil. Ön safda ibâdet etmek için yeri satın alacaksın. Havrada böyle değil. Sağ tarafda durmak için yeri satın alacaksın. Bir fukarâ bir zenginin yanına gidemez. Burda öyle değil, İslâm'da. Biz birer tohum gibiyiz, içimizdeki nüvemiz, neyse bizim isti'dâdımız, kapalı. Yarın bizi kabre saçacaklar, sonra kabirden meydana çıkacağız. Yani kimimiz gül, kimimiz akrep, kimimiz yılan, kimimiz insan olarak. Onun için şimdi burada kimse bilmiyor. Allah sakladı velîlerini, gizledi.

"Bizi kölelerimizle yanyana oturtuyorsun, köleyle ben yanyana oturur muyum, ben Arabın ileri geleniyim. İki tâne mescid yap, birine zenginler gelsin, birine fakirler, birine köylüler, birine şehirliler, biz sana îmân edelim. Bütün Cezîretü'l-Arab'ı da toplayalım, senin huzûruna getirelim diz çöktürtelim ve îmân etdirelim. ama ben kölemle yanyana oturmam yâ Muhammed".

Allah kimsenin köleliğine efendiliğine bakmıyor. Bugün dünyâ yüzünde pâdişah olarak hüküm sürenler yarın yevm-i kıyâmetde, bazıları tabii, hepsi demiyoruz, hani yüksek makâma çıkmış adam, yarın kıyâmet günü göreceksin bunu, yılan gibi yerde sürünüyor, ayak altında kalmış. Dünyâda onun kapısında hizmet eden bir adam, sultân olmuşdur ahret âleminde. Kimin ne olduğu malûm değil. Acaba anlatabildim mi? Köle olur, fukarâ olur, senin kapında hizmetçin olur, fakat sultândan daha ileridir Allah indinde makâmı. 

Efendimiz, "Olmaz öyle şey" dedi. Onun üzerine dediler ki, "Biz cehenneme gireceğiz, cehenneme gireceğiz fakat sana îmân etmeyeceğiz". Ve günden güne de Peygamber'e karşı isyanlarını çoğaltdılar. Her yerde Peygamberimize eziyet, cefâ ve istihzâ etmek, alay etmek. Hattâ bir kâfir vardı, Efendimiz dînî teblîgât yaparken, Efendimizin arkasına gelir, yüzünü gözünü oynatarak, "bükâen ve tasdiye" dedikleri, gözünle filan böyle arka tarafdan alay ederdi Peygamber'le. Bir gün Cenâb-ı Hakk onun gözünü aynen o şekilde bırakıverdi ve üzerinde bir koku peydâ oldu, pis bir koku. Nereye gitdiyse, onu o işe teşvîk edenler bile yanlarına sokmadılar, öyle geberdi gitdi.

Bundan ne anlaşılıyor?  Bir kaht-ı ricâl vardır bir de kahr-ı ricâl vardır. Evliyâullahla uğraşmaya gelmez. Câmi duvarına işeyen köpek, geberir. Sen bakma, peygamberlere Allah'a dil uzatanlar, bir müddet için kendilerine müsâade edilmişdir, ama nihâyeti öyle olmaz. Âkıbet müttakîlerindir. Allah'a inanan mü'minlerindir âkıbet. Sen bakma Allah bir müddet bırakır öyle onu. O zanneder ki, o iş öyle gidecek. Öyle değildir. Allah imhâl eder, ihmâl etmez. Geçiyoruz, anlayana söyledik bunu da.

Günden güne çoğaltdılar eziyetlerini, cefâlarını. Bir Pazartesi günü, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Mekke-i Mükerreme'de içeride ibâdet yapıyordu. Kâfirler sanki ağız birliği yapmış gibi Peygamber'in huzûrna geldiler, "Yâ Muhammed! Sen nasıl peygambersin? Hani senin kölelerin, hizmetçilerin? Hani zenginliğin? Sen yetîmsin. Mektebe gitmedin, okumadın" dediler. Halbuki mektebe gitmeyip okuması bir mucizât. Ümmî olarak, anadan doğduğu gibi. Hocası Allah. Bunu düşünemiyor, "Sen mektebe gitmedin, okumadın" diyor. Bak şimdi! "Hani senin kölelerin, hani paran, hani kasan nerede?". 

İşte böyle söyleyip çekip gitdiler ve Cenâb-ı Peygamber bundan çok müteessir oldu ve ağladı. Dedi "Yâ Rabbi, bunlar kimin peygamber olduğunu bilmiyor, bunlar saltanatı peygamberlik zannediyorlar. Ne olacak benim hâlim" dedi ve ağladı sızladı. Oradan geldi Ümmühânî evine. Ümmühânî kim? İmâm-ı Ali'nin kızkardeşi, onun evine. Ümmühânî sordu, dedi, "Yâ Resûlallah, nedir sizin bu mahzûniyyetiniz?" Mübârek gözlerinden yaş akıyor. Dedi, "Bana böyle eziyet cefâ ediyorlar". "Vallahi senin hak peygamber olduğunu onlar biliyorlar ama hasedlerinden böyle yapıyorlar, sana îmân etmiyorlar. Sen sabr eyle Yâ Resûlallah. Nihâyet bizimdir" dedi. Ve Efendimiz orada mahzûn olarak yatdı. Meğerse o akşam mi'râc gecesi idi. Allah'ın ind-i ilâhîsinde, ezelde kararlaşdırdığı geceydi, Cebrâil'e emir verdi, "Git yâ Cebrâil, cennetimi tezyîn eyle, hûrileri süsle, gılmanları ve vildanları hazırla, cennetden bir burak al, habîbim Muhammed'e götür. Yâ Cebrâil, yanına terbiye ile git, edeble git".

Burakı aldı Cebrâil aleyhisselam, geldi Hazret-i Ümmühânî'nin evine. Diyor ki Cenâb-ı Cebrâil, "Âdem'i Allah toprakdan halk etdi, beni kâfûrdan halk etmişdi, niçin kâfûrdan halk olunduğumu o güne kadar bilmiyordum, o gün anladım" diyor. Çünkü emr ü fermân-ı ilâhî böyle olmuşdu, "Yâ Cebrâil git, habîbim Muhammedin ayaklarının altına yüzünü koy, senin vücûdunun soğukluğundan uyansın, sakın uyandırayım deme". Geldi Cebrâil aleyhisselâm, hürmetle huzûr-i saâdete girdi ve Peygamberimizin mübârek ayaklarına mübârek yüzünü koydu.
Bundan ne anlıyorsun? Ey kutlu ve mutlu olan Ümmet-i Muhammed! Yarın emânetimiz olan rûhumuzu Cenâb-ı Hakk'a teslîm etmek için o saat geldiği vakitde bazı mü'minlere Allah Melekü'l-mevt'e emredecek, "Edeble kulumla yanına git. Selâmımı söyle". Buna işâret var. Evet, zâlime ne kadar azâb gelirse, mü'minlere o kadar iltifât-ı ilâhî vardır. Bundan evvelki derslerimizde söylemişdik, ölüm bâbında âşık u sâdıklara vuslat-ı cemâl vardır, korku yokdur. Allah'ın velîlerine korku yokdur. "elâ inne evliyâallah lâ havfün aleyhim velâhüm yahzenûn". "Ey Allah'ın dostları! Ey Allah'ı sevenler! Ey Muhammed yoluna baş koyanlar! Sizin için bırakdıklarınızdan size üzüntü yok, gitdiğiniz yerde de korku yokdur sizin için". Bir evden bir eve hicret edeceksin. Ama kâfirlere nedâmet ve hasret vardır. "Yevme ye'uddu'z-zâlimi al'a yedeyhi", onlar ellerini ısıracaklar, sakallarını yolacaklar, saçlarını yolacaklar. Bir an geri kalmak isteyecekler, "Bırak, bir an kalalım da a'mâl-i sâliha işleyelim" diyecekler ama müsâade edilmeyecek. 

Bizim için öyle değil, âşıklar için. Melekü'l-mevt gelir, "Ey kul, Allah'ın sana selâmı var, istersen rûhunu kabzedeceğim, istemezsen etmeyeceğim" der. Kul Cenâb-ı Hakk'ı o anda gördüğü için hemen oraya gitmek isteyecek ve o anda rûhunu teslîm edecekdir. Selâm-ı ilâhî getirilecekdir. Ey âşık-ı sâdıklar! Korku yok bizim için. Kimlere bu? Muhammedîlere, "Muhammedü'r-Resûlullah" diyenlere. Cennet onların, istikbal onların.

Efendimiz uyandı, gördü ki Cebrâil aleyhisselâm ayağında, mübârek cemâlini koymuş, "Allah'ın selâmı var, seni götüreceğiz bu akşam. Kur`ân'da işittiğin cennetler, ırmaklar, köşkler, hûriler, gılmanlar, vildanlar, nimetler, yâ Resulallah, onları gözünle göreceksin. Allah seni bu akşam davet ediyor".

İşte bu davet-i ilâhînin olduğu gece, mi'râc gecesidir. Allah seni de davet ediyor. Fazla konuşursak, mi'râc uzundur, yani akşama kadar anlatırız sonra. Allah seni de o akşam davet ediyor mi'racına. O akşam eğer mi'râcını mi'râc edemedinse yazıklar olsun sana. Ve ağla, o akşam Hakk'la pazarlığı yap, cennetin anahtarlarını eline al. Ne ile olacak bu? Kur`ân ile olacak. Bu aşk u muhabbetle olacak, bu hayır hasenâtla olacak, bu tevhîdle olacak, bu ism-i celâlle olacak, bu "lâ ilâhe illallah"la olacak. Resûlullah'a salavâtla olacak bu.

Ve o akşam, bir anda Cenâb-ı Peygamber yatağı soğumadan Mekke-i Mükerreme'den Kudüs'e, Kudüs'den mâşâallah semâya 'urûc etmişdir. "Efendim nasıl olur?", nasıl olur diye sormak, nasıl kelimesi acâib ve çirkin Allah'a. Allah için mümkün, gayr-ı mümkün diye bir şey yokdur. Allah dilerse bir nefer bir alayı bozar, mağlûb eder. Allah dilerse, bir karınca bir arslanı mahveder. Allah dilerse, bir karınca bir fili mahveder. Allah dilerse, "Ben Allahım" diye ibâdullaha eziyet eden Firavunları bir ufacık mikropla mahv u perîşân eder. Allah dilerse, zaman içinde zaman halk eder. Allah dilerse, mekân içinde mekân halk eder. Allah dilerse, zehirden bal, zehirden şifâ, dikenden gül halk eder. Allah dilerse, denizden çıkardığın balık, suyundan bir yudum içilmezken, tuzsuz balığı yedirmez. Allah dilerse, muhallebiyle adamın dişini kırar. Allah dilerse, çeliği dişle çiğnetir. Kâdir u Kayyûm'dur. Subhân Allah'dır. Noksan sıfatdan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla muttasıfdır.
Habîbin aldı, Kudüs-i Şerîf'e götürdü, orda bütün enbiyânın, bütün peygamberlerin  rûhlarına imâm oldu Peygamberimiz. Çok uzun, inşâllah sağ olursak anlatırız sizlere. Oradan da mâşâllah semâya 'urûc eyledi ve semâvâtda meleklerin ibâdetlerini gördü Peygamberimiz. Kimisi kıyâmda, kimi rükû'da, kimi celsede, kimi secdede, kimi kavmede, kimi tesbîhâtda, onları  da gördü. Ve Cenâb-ı Hakk'a, "Yâ Rabbi öyle bir ibâdet yap ki, cümle gök ehlinin ibâdeti onda cem' olsun" dedi. Allah, beş vakit namazı, Habîb-i Hudâ Efendimize elli vakit olarak farz eyledi. Ve tahfîf eyledi, beş vakite indirdi ve dedi ki, "Habîbim Muhammed, elli vakit farz kılmışdım, kılamazlar dedin, şefâat etdin ümmetine, beş vakte indirdim, beş vakti kılan elli vaktin sevâbını alır" dedi. Bir daha söylüyorum. Beş vakit namaz kılan mü'min, elli vakit namaz kılmış gibi sevâb, ecir alır. Bu Ümmet-i Muhammed'e bağışlandı. Allah habîb-i edîbine, "üdlülnî yâ Muhammed" dedi. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, "فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ fe kâne kâbe kaseyen"e erişdi. "Bana ne getirdin?" dedi. "Ümmetin günahlarını, hatalarını ve nisyanlarını" dedi. "Sağ tarafına bak yâ Muhammed" dedi, sallallahu aleyhi vesellem, Efendimiz sağ tarafına bakdı, bakdı ki bir deryâ ucu bucağı yok. Yanında bir ağaç, ağacın üzerine bir kuş, kuşun gagasında bir parça çamur. "Bu nâmütenâhî deryâ benim rahmetimdir, o ağaç kâinat ağacıdır, kuş senin ümmetindir, kuşun gagasındaki çamur da senin ümmetinin günahıdır. Bak deryâ-ı ilâhiyyeme, bak rahmet-i ilâhiyyeme, bak onların günâhına. "Yâ Rabbi, ben ümmetimi isterim", "Ümmetin sana bahş olundu ve cennet onlara verildi ve cemâlimi onlara hazırladım, habîbim Muhammed" dedi. Müjdeyi aldık. O akşam bu mujdeyi duyabilirsin. Yâ Rabbi, o gecenin feyzinden bizleri feyziyâb eyle. Mi'râcdaki bulunan esrâr-ı ilâhiyyeyi bize göster ve tattır ve bildir.

O akşam yapılacak işler. Mevtâlarınızı hayırla yâd edin, yani ölmüşlerinize Kur`ân okuyunuz ve onlar hakkında hayır yapınız. Su dağıtın, çörek dağıtın fukarâya, hayvanlara, garîb hayvanlara öteberi yedirin. Zannetmeyin ki zâyi olur, zâyi olmaz. İki, o akşam cemâate çık, câmiye cemâate çık. Mevlûdu'n-Nebî okunursa dinle. Namazını cemâatle kıl. Tesbîh et, tevhîd et ve ağla sızla, bir huzûr bul böyle Allah'la başbaşa ver kendini. Sevgilinle, mahbûb-i hakîkî ile başbaşa ver ve isteklerini O'na arz eyle, seni mahrûm etmeyecekdir. Kur`ân okuyabilirsin, namaz kılarsın, günahlarına istiğfar edersin, ölmüşlerinin rûhuna bir şeyler gönderebilirsin. Gider mi? Gider. Cemâatimden birisi vardı da, İsmâil Hakkı Bey'di ismi, pehlivandı, elektrik şirketindeydi, belki içinizde tanıyanlarınız var, dedim, "Yetmiş bin tevhîd okuyun, ölmüşlerinize gönderin" dedim, yetmiş bin tevhîd. Azâba müstehak olsa bir adam, yetmiş bin tevhîdi aldı mı, Allah azâbını kaldırır. Hadîsle sâbitdir. Sonra bir on beş gün sonra bana geldi dedi ki, "Efendim, ben bir çok hocaefendilerden bu tavsiyeyi dinledim fakat yapmak nasîb olmadı. Senin sözünle yapdım ben bu işi. Otuz beş sene oldu babamı kaybetdim, hiç rüyâmda görmemişdim, babamı rüyâmda gördüm, dedi ki, 'evlâdım, gönderdiğin hediyeyi aldım, Allah râzı olsun senden' dedi bana. Ağlayarak söyledi bunu bana. 

Gene bir şey daha söyleyelim. Dedim, "Garîb hayvanlara şunu bunu verin" dedim, "Kimin için yapıyorsanız, Allah ona ikrâm eder, yâhud defter-i a'mâline kaydeder" dedim. Mahallenizde bulunan yetîmler, yoksullar, dar gelirliler, bunları gördüğünüz vakitde, gizli olarak bir okka et alıp gönderiverin. Ne var, ne olmuş yani. Çıplak ayaklı bir yetîm gördün, ayağına çorap giydiriver. Çünkü neden? Yarın senin çocuğun da yetîm olacak, muhakkak sûretde, bu böyle. Ölmüşlerini hayırla yâd edersen, sen de yakın bir zamanda onlara ilhâk edileceksin, seni rahmetle yâd ederler. 

Bunu söyleyeyim ki, sizi teşvîk ve tergîb için. Bir zât-ı muhterem, yevmin cedîd kazanırmış da böyle, Cuma günü kazancını annesinin babasının rûhu için dağıtırmış., vaktiyle Semerkand'da. Bir Cuma kazanamamış. Gitdi âlimlere sordu, "Efendim ben her Cuma günü kazancımı Allah rızâsı için dağıtıyordum, sevâbını annemin babamın rûhuna bağışlıyordum. Fakat ben bu Cuma bir şey kazanamadım, nezrimde duramadım. Ne yapayım?" dedi. O devrin âlimi, ârif bir adam, ârif başkadır, âlim başkadır, demiş, "Evlâdım, kavun karpuz kabuklarını topla, onları kıy, hayvanlara yedir" demiş. "Eşek hayvanına, beygir, katır hayvanına filan. Onların sevâbını ver annene babana" demiş. O da diyor ki, "Ben de doğradım, hayvanlara yedirdim" diyor. Sonra gece ebeveynimi yani annemi babamı gördüm, beşûş olarak, dediler ki, "Evlâdım, gönderdiğin karpuzlar bize geldi". 

Niçin söylüyorum bunları, o mübârek mi'râc gecesi sakın ordaki bulunan garîbleri, onlar garîbler onlar, okumak istiyorlar okuyamıyorlar, namaz kılmak istiyorlar kılamıyorlar. Bitti iş, ölüm geldi bitti her şey. Onlara, o gurabâya mutlakâ böyle şeyler bağışlayınız. Ve kendi ölümlerimizi de düşünelim evvelâ. Biz de böyle olacağız yakın bir zamanda. O vakit yaparız iş. Hayırdan geri durma. Sana daha böyle kısaca komprime vereyim. Zerre kadar hayra koş, zerre kadar şerden kaçın.

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.

Gel 'âlem-i ma'nâya mi'râc edegör mi'râc
'Azm eyle "ev ednâ"ya mi'râc edegör mi'râc
Var ol ulu dergâha er kurb-ı şehenşâha
Her demde sen Allah’a mi’râc edegör mi'râc
Hakk cezbesin 'âşıklar bu yolda burâk eyler
Buldunsa ger o hâli mi'râc edegör mi'râc
Bu 'âlem-i ferşi ko ol 'âlem-i 'arşı ko
Bas ayağını yâhu mi'râc edegör mi'râc
Tut da'vet-i Rahmân'ı gir yoluna bul ânı
Ko Hakkı ten ü cânı mi'râc edegör mi'râc

Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 6 Haziran 1980 (22 Receb 1400) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön