Mirâc Mucizesi ve Tevîl Hastalığı

1 Mart 2022 tarihinde yayınlanmıştır.

Hakka'l-Yakin

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerine zaman zaman uğrayan ve dînî konularda sorular soran bir zât Peygamber Efendimizin mi'râc mucizesi hakkında bir eser yazmaya karar vermiş, ne var ki o da o günlerde pek yaygın olan tevîl hastalığına yakalanmış ve bu eşsiz mucizeyi akıl sınırlarına habsetmeye kalkışmışdı. Efendi Hazretlerine gelerek, niyetini beyân eden bu zât, sözlerinin başında burakdan bahisle, "Böyle bir vâsıtaya ne lüzûm var, bugünkü gençliğe bunu nasıl anlatacağız" kabîlinden bir laf edince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Böyle şeylerde mutlakâ bir vâsıtaya lüzûm vardır. Gençlik, kanat takıp da uçamaz ki böyle. Süleyman Peygamber de seccâdesi var ona biniyor. 
Geçenlerde ben Amerika'da konuşurken hahamlar gelmiş, Resûl-i Ekrem'i tenkid ediyorlar. Neden biliyor musun? Harb etmiş Peygamber. Der demez dedim ki, "Dâvûd peygamber mi?" dedim. Peygamber. Ya Süleyman? Onlar da harb etdi. Onların şânına halel getirmiyor da Resûl-i Ekrem'in harbi mi Peygamber'în şânına halel getirecek. Susdu pezevenk, hemen kalkdı ordan, kaçırdık ordan hahamları. Resûl-i Ekrem harb etmişmiş. E senin peygamberin de harb etdi, Mûsâ da harb etdi. 
Şimdi, Süleyman Peygamber'in de seccâdesi var, ona biniyor, bir halısı var, "غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ gudüvvühâ şehrün ve revâhuhâ şehr", onunla üç aylık yolu öğlenle ikindi arasında alıyor. Bunu Avrupalı hiç inkâr etmiyor, te'vîle de gitmiyor. Buna hiç bir Avrupalı olamaz, gidemez, edemez demiyor. Hazret-i Muhammed'e gelince, "nasıl gidermiş beygirden küçük bir hayvanla" diyor. 
Öyle büyük hayvanlar var ki semâda, biz gördük, bir otomobili kaldırabilecek durumda. Ben hacca giderken, Tâif'le Riyad arasında, sabah namazı vaktiydi, güneş tulû ediyordu, bir hayvan çıkmışdı, bir kuş, Allah'a kasem ederim, kaya zannetdim evvelâ, koca bir kaya. Fakat yüzü böyle bir bakdı bana, ödüm patladı. Otomobili takdığı gibi kaldırır gökyüzüne. Acâîb. Tabii. Sabah namazı vaktiydi, namazı kılmışdık, güneş henüz çıkıyordu, kızarmışdı ortalık. Evet. Kaçdık, kaçdık, alabildiğine yürüdük, kaçdık. Allah'ın böyle şeyleri de var. Ve onlar uçuyor. 
Gene Cenâb-ı Hakk Kur`ân-ı Kerîminde, gene bizim gibi akıl sâhiblerine hitâb ederek, diyor ki, "Benim kudret ve kuvvetimle kuşlar uçuyor semâda" diyor. Onu uçuran Allah Peygamber'i de uçurur yani ne varmış bunda. 
Mekke'den Kudüs'e gitmesi meselesine gelince, Peygamber'in Kudüs'e gitmesinin ma'nâsı, Peygamber'in mi'râcının tanığıdır Kudüs meselesi. Çünkü Kudüs'e giden Arap vardı ama semâya çıkan Arap yokdu. Resûl-i Ekrem doğrudan semâya çıksaydı eğer, semâdan bahsetse, hâşâ ve kellâ, esâtîrü'l-evvelîn dedikleri gibi, "Atıyor Muhammed", sallallahu aleyhi vesellem, "Yalan söylüyor". Çünkü kim çıkmış semâya, bilen yok. Ama Kudüs'e giden vardı. Kudüs'ü söyledi Peygamber, "Kudüs'e gitdim" dedi. Yolda kervanı gördü. Su kabını arıyorlardı. Haber verdi hepsini başdan aşağı böyle bu şekilde. 
Şimdi, neyle gitmiş? Böyle bir hayvanla gitdim diyor. Halıyla da gidebilirim derdi, Allah bana kanat verdi, kanatla uçdum diyebilirdi. Cebrâil'in sırtına bindim, Cebrâil götürdü diyebilirdi. Demiyor. Burağa bindim diyor. Bitdi o kadar. Cebrâil beni götürdü, Cebrâil'in sırtına bindim, kanadına, Cebrâil beni aldı gitdi diyebilirdi. Demiyor, burak götürdü beni diyor. Böyle.

Soru soran zât, mi'râcda kat edilen mesâfenin akıl almaz büyüklükde olduğunu, böyle bir yolculuğun ancak ışık hızıyla giden bir vâsıtayla mümkün olabileceğini, bir hayvanın bu kadar süratli gidemeyeceğini, o günün insanı bunu anlayamayacağı için böyle anlatılmışdır çünkü câhil insan başka türlü anlayamaz deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Peygamber yalan söylemiş olur o vakit. Öyle ya. "Bana bir hayvan getirdiler". O zât araya girip, "hayvan şeklinde olabilir" deyince Efendi Hazretleri, "Hayvan şeklinde değil, bana bir hayvan getirildi, ismine burak diyorlar, katırdan küçük, merkebden büyük, başı insan başı" deyince böyle, olmayan bir şeyi böyle söylemesi yalandır. Peygamber yalan söylemez. Bitdi o kadar. 

Bunların hepsi, o günkü durumda Peygamber'in bu hâllerini inkârın kapısını kapamış hâdise bunlar, senin analatdıkların. Işığın bir sâniyede üç yüz bin kilometre gitdiğini söylemen, o devirde olur mu olmaz mı diyen adamın küfrünün perdesini yırtmak demekdir o. Onun için o. Bugün olsaydı mi'râc, Allah belki ışığa bindirir Peygamber'î götürürdü. Ama o gün merkebe bindirdi. İnsanın bulunduğu mevkîye göre.

Soruyu soran zât, "Belki merkeb şeklinde gösterdi ışığı" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Olmaz, olmaz, hayır! Canlı diyor. Ağlamış senelerce, senelerce ağlamış. Diyor ki Allah Cebrâil'e, "Git, cennete var, oradaki buraklardan bir tânesini alacaksın, Habîbim Muhammedime götüreceksin" diyor. "Gitdiğim vakitde, binlerce, milyonlarca burak gördüm orda" diyor "bir tânesi ağlıyordu" diyor Cebrâil aleyhisselâm. "Niye ağlıyorsun?". "Kırk bin sene evvel kulağıma Muhammed esmâsı geldi, onun sâhibine ben âşık oldum, o vakitden beri ben yemez içmez oldum dedi" diyor. Onun üzerine, "Seni ma'şûkuna götüreceğim" diyor Cebrâil ve alıp götürüyor. Ot yiyormuş cennetde, su içiyormuş, öyle söylüyor. "Su içmez oldum" diyor, "ot yemedim, su içmedim" diyor, "Hazret-i Muhammed'e âşık oldum" diyor. 
Ve Resûl-i Ekrem'den de şu sözü alıyor, diyor ki Cenâb-ı Peygamber'e, "Yâ Resûlallah, ben senin aşkın için cenneti terk etdim, dışarı çıkdım. Bana söz ver, yarın kabrinden kalkdığın vakitde, benim üzerime süvâr ol, cennete seninle berbâber gireyim" diyor, "bana bin gene, benim üstüme" diyor. Bu da var. Onu deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz başlıyor ağlamaya. "Yâ Resûlallah niçin ağlıyorsun?" diyor Cebrâil aleyhisselâm. Diyor ki, "Ben kabirden kalkdığım vakitde bana burak gönderilecek, ya ümmetlerim yayan mı gidecek mahşer yerine" diyor. Onun üzerine Cenâb-ı Hakk,  "يَوْمَ نَحْشُرُ الْمُتَّقِينَ إِلَى الرَّحْمَنِ وَفْدًا yevme nahşürü'l-müttakîne ile'r-rahmâni vefdâ", âyet-i kerîme, Sûre-i Meryem'de. "Biz müttakîlere, binekler göndereceğiz" diyor Hazret-i Allah, "Üzülme Habîbim Muhammed, ümmetinin müttakîlerine binekler göndereceğiz" diyor. 
Böyle yazacağız. Ama sen bunun teyîdi için bunu yazman lâzım. Oraya yazacaksın onu sen. Nedir o? Bugün bir ışık bir anda yüz binlerce kilometre geliyorsa, bunu Allah'a, Peygamber'e çok görmemeli. Bunu yapan onu da yapar.

Bendeniz bu mi'râc hakkında bir şey yazdım. Vâizler için bir kitâb yazdım, onun içerisinde bunu da yazdım. Deryâdan bir katre olarak filan. Fakat bana ma'nâ âleminde dediler ki, "Bu mi'râcı müstakillen yazacaksın" dediler. Müstakillen. "Müstakillen bir mi'râc kitâbı yazacaksın" dediler, rüyâ âleminde, ma'nâ âleminde. "Ve kitâbın üzerindeki cildini de şu şekilde yapacaksın" dediler. "Şu renkde olacak" dediler, rengini de gösterdiler bana. 

Efendi Hazretleri mi'râcın bazı hikmetlerini de şöyle beyân buyurdular :

Mi'râc nedir? İlme'l-yakîn olan Kur`ân-ı Mübîn'in bazı âyât u beyyinâtını, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn Hazret-i Peygamber'in müşâhede etmesidir. Resûl-i Ekrem mi'râca gitmeden evvel, cenneti okuyordu fakat cenneti görmemişdi. Cehennemi haber veriyordu, kendi görmemişdi. Mahşerin şiddet ve dehşetini haber veriyordu, kendi görmemişdi. Eğer görmeden, mi'râc etmeden, mahşere gitseydi, mahşerin şiddetini gördüğü vakit şefâate kâdir olamazdı. Eğer Cenâb-ı Hakk Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma Tûr-i Sînâ'da asâ ile tecrübe yapdırmasaydı, "Elindeki nedir yâ Mûsâ?", "Asâm" dedi. "At yere", atdı, yılan oldu, Mûsâ Peygamber kaçdı, eğer o tecrübeyi yapmadan Firavun'un karşısında yapsaydı mucizâtı bâtıl olurdu. Neden? Çünkü Firavun bir tarafa Mûsâ bir tarafa kaçardı. Evvelâ orda tecrübe yapdırdı Allahu Teâlâ. "At yere". Atdı, yılan oldu, kaçdı. "Huzhâ lâ tehaf, korkma, yapış", yapışdı, gene sopa oldu elinde. 
İşte bunun bir misâli gibi Cenâb-ı Hakk Habîbi Muhammedine cennetin derecâtını, cehennemin derekâtını ve Kur`ân-ı Mübîn'in bir çok âyât u beyyinâtını, ilme'l-yakîn olan bu âyât u beyyinâtı, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn görmesine mi'râc denir. O da şöyle başlamış. Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya, Mescid-i Aksâ'dan mâşâallah semâvâta, oradan mâşâallah arşa, kürsîye, işte Allah'ın murâd etdiği kadar. 
Allahu Sünbhânehû ve Teâlâ Hazretleri semâda değil, Allah her yere hâzır ve nâzır. Allah mekândan münezzeh, Allah mekânların mekânıdır. "Külli şey'in muhît"dir çünkü Cenâb-ı Hakk. Cenâb-ı Peygamber'in semâvâta yücelmesi ve buluşmak, vuslat semâda olmuşdur, bunun da sebebi şudur. "لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ li nuriyehû min âyâtina, bizim âyetlerimizden bazılarını göstermek üzere" buyuruyor. Yani Allah, kendi zât-ı ulûhiyyetine izâfe kıldığı bazı âyetleri gösteriyor, şeref orda. "Benim âyetlerimden bazılarını göstermek üzere Habîbim Muhammed'i aldım götürdüm" diyor. Hazret-i İbrâhim'e gelince, "نُر۪ٓي اِبْرٰه۪يمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ nürî İbrâhime melekûte'-s-semâvâti ve'l-ard, semâda ve ardda ne varsa İbrâhim'e gösterdik" diyor ama kendine izâfe kılmıyor. Halîlullah İbrâhim Peygamber de, cedd-i Nebî, "مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ millete ebîküm İbrâhim". Ama Cenâb-ı Hakk ona gösterdiği âyât u beyyinâtı kendisine izâfe kılmıyor, Resûl-i Ekrem'e mahsûs o âyetler. Allah'a mahsûs âyetler Resûl-i Ekrem'e gösteriliyor. 
Meselâ orda, "اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ innehû hüve's-semîu'l-basîr" buyuruyor, bu  da çok mühim. Oradaki "hû" zamîrini Resûl-i Ekrem'e mi vereceğiz, Hakk'a mı vereceğiz? Resûl-i Ekrem yalan söylemiyor, bak Allah işitiyor O'nun söylediklerini ve görüyor. Ne diyor Cenâb-ı Hakk, "اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ in hüve illâ vahyün yûhâ", bitdi.

O meclisde bulunan bir zât, mi'râcın rüyâ ile olduğunu söyleyen âlimler de var deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki : 

Biz kabûl etmiyoruz onu. Öyle söyleyenler de var. Ümmü'l-Mü'minîn Hazret-i Aişe de öyle söylüyor, Emevîlerin birinci halîfesi Muaviye'tibni Ebî Süfyân da öyle söylüyor, rüyâdır diyor. Hayır. Gerçi rüyâ da olsa Peygamber'in şerefine bir halel getirmez ama "abdihî" kelimesi var ortada. İkincisi, eğer rüyâ olsaydı niçin inkâr etsinler, inkâra mahal kalmazdı. Rüyâ meselesi şurdan geliyor. Sûre-i İsrâ'da "وَمَا جَعَلْنَا الرُّءْيَا الَّت۪ٓي اَرَيْنَاكَ اِلَّا فِتْنَةً لِلنَّاسِ vemâ ce'alne'r-rü'yetelletî eraynâke illâ fitnete'l-lin-nâs" âyeti var, onu gösteriyorlar. Halbuki o âyet mi'râc hakkında değildir. O, Mekke-i Mükerreme'nin fethi hakkındadır. Resûl-i Ekrem'in bir tâne mi'râcı yok, yüz küsur mi'râcı vardır Peygamber'in. Bir tânesi mea'l-cesedi ve'r-rûhdur. "سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ sübhânellezî esrâ bi abdihî" deki "abd" kelimesi bunu gösterir. Bitdi o kadar. 
Hattâ Cenâb-ı Peygamber arşda ayakkabılarını çıkarmak istiyor, Allahu Teâlâ buyuruyor ki, "Habîbim sen çıkarma ayakkabılarını". "Yâ Rabbi, kardeşim Mûsâ'ya Tûr-i Sînâ'da fahla' na'leyk buyurdun" diyor. "Burası senin mi'râcındır, o Mûsâ kelîmimdi, sen benim habîbimsin. Senin ayakkabılarının tozuyla benim arşım iftihar eder" diyor Allah. Bitdi o kadar. Allah'ın çok resûlü var, Resûl-i Ekrem'i ayrıdır, başkadır O.

Yine aynı zât, ismi bizde kalsın, meşhûr bir âlimin Peygamberimizin hayâtına dâir yazdığı eserde mi'râcı rüyâ olarak gösterdiğini, kendisine niçin böyle yapdığını sorduklarında, "Avrupalılara bunu başka türlü anlatamayız" dediğini söyleyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Canım, Avrupalının hatırı için mi böyle konuşacağız yani, a kardeşim. İnanmazsa inanmasın pezevenk, cehennem yedi dereke. Allah Allah. Herkes kâfir olsa Allah'a zarar mı erişir. Herkes müslüman olsa Allah'a bir faydası mı vardır. Allah isteseydi herkes ümmet-i vâhide olurdu. Kefere-i fecerenin gönlü olsun diye değil ki, bak orada Sûre-i Kehf'de de var. Ebû Cehil, Übeyy ibn Halef, Kureyş'in ileri gelenleri, geldiler Peygamber'e dediler ki, "Yâ Muhammed, biz senin dürüst, doğru olduğunu biliyoruz. Sen peygambersin de, onu da biliyoruz. Ama ben kölemle yanyana oturamam. Ben kavmin şereflisiyim, sen diyorsun ki bana, Bilal'le yanyana otur. Olmaz bu. Sen böyle yapma, birgün şerefli olan kişilere, kavmin ileri gelenlerine vaaz u nasîhat et, bizi topla, gelelim sana, bîat edelim. Birgün de fukarâyı çağır, onlarla buluşmayalım, berâber oturmayalım, lâubâli oluruz sonra. Yâhud iki mescid yaptırt, fukarâ mescidi, zengin mescidi. Fukarâ bir tarafa gitsin, zenginler de öbür tarafa. Sana değil ki îmân etmek, Cezîretü'l-Arab'daki halkı getirelim sana, önüne çökertelim, biz çobanıyız Arabın, îmân ettirelim" dediler. Allah kabûl etmedi. İşte söylüyor Kur`ân-ı Kerîm. Bitdi. Pezevenk, isterse inansın, isterse inanmasın. 
Sonra, Ebû Cehil akıllı adam, sersem herif değil yani, bunlardan çok akıllı. Peygamber'e diyor ki o gün, "Kalk yâ Muhammed ayağa". Resûlullah ayağa kalkdı. "Kaldır bir ayağını yerden". Kaldırdı. "Ötekini de kaldır". "Düşerim" diyor. "E peki sen yerden bir karış kalkamıyorsun yukarıya da nasıl semâya çıkdın" diyor. Akıllı adam Ebû Cehil. Efendimiz diyor ki, "Ben çıkmadım, Rabbim beni götürdü". "اَسْرٰى esrâ". Bitdi. Tamam. Mesele kalmadı. "Ben gitdim" demiyor ki "Rabbim beni götürdü" diyor. O kadar.

"Bizi niye götürmüyor?" Seni de götürür ama senin haberin yok mi'râcından. Biz de çok gitdik geldik, çok öldük dirildik, Allah'ın muhyî ve mümît sıfatlarından haberimiz yok. Her ân ölüp diriliyoruz. Elektrik gibiyiz.

İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez
Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez

www.muzafferozak.com
Listeye geri dön