Mirâc- Sohbet - 27 Nisan 1984 ABD

5 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

İslam Tarihi

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'da Leyle-i Mirâc'dan bir gece evvel yapdıkları bir sohbetde buyurdular ki :

Yarın gece bizim yani müslümanların mühim bir gecesi olmak münâsebetiyle, yani azîm, büyük büyük bir gecemiz olmak münâsebetiyle, Leyle-i Mirâc, Mirâc Gecesi olmak münâsebetiyle Mirâc'dan bahsedeceğim.  Hep biliriz ama bildiklerimizi tekrar tâzeleyelim ve istifâde edelim. 

Fil Senesi, yani Hazret-i Îsâ aleyhisselâmdan altı yüz kusur sene sonra, Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi vesellem dünyâya geldi. Son peygamberdi artık ondan sonra bir daha peygamber gelmeyecekdi. Kur`ân-ı Kerîm de, O'na nâzil olan kitâb da, son kitâbdı, ondan sonra kitâb gelmeyecekdi. Yani insanlarla Allah arasındaki olacak hâdisâtın kâffesi onunla beraber insanlara bildirilmiş ve tamam olmuşdu. 

Resûl-i Ekrem dünyaya geldi. Resûl-i Ekrem'in müjdecileri, Peygamber Efendimizi haber verenler, bir râhib, Hıristiyan râhibi, Bahîrâ haber verdi evvelâ. Aynı zamanda Îsâ aleyhisselâm, "Benden sonra Ahmed Peygamber gelecek" dedi, "onu size tebşîr ederim, bildiririm" dedi Îsâ Peygamber. Sonra Bahîrâ. Sonra Sâve gölünün çöküşü, yok oluşu, mecûsîlerin ateşlerinin sönmesi, bunların hepsi Resûl-i Ekrem'in geldiğini haber verdi, müjdeledi. Mecûsîlerin bin senelik ateşleri söndü. Ve Sâve gölü kayboldu, göçdü. Ve İran şâhının sarayının on sekiz büyük revakı yıkıldı. Yani bunların hepsi Peygamber'în geldiğini haber verdiler. Hattâ Mekke'nin içerisinde üç yüz altmış put vardı, onlar da Efendimizin doğduğu gece hepsi yüz üstüne yıkıldılar. 

Dünyâda ilk mescid Kabe'dir, Âdem aleyhisselâm yapmışdır. Sonra Hazret-i İbrâhim aleyhisselâm tekrar yapmışdır. Sonra Hazret-i Yakûb ibn İshâk aleyhisselâm da Mescid-i Aksâ'yı yapmışdır. Evvelâ Kabe'ye doğru, Mekke'ye doğru ibâdet yaparlardı. Sonra vaktâ ki Kabe'ye putlar dolduruldu, Allah kıbleyi tahvîl etdi, tebdîl etdi, Kudüs'e dönmeyi emretdi, namaz Kudüs'e dönerek kılındı. Sonra zamanlar geçdi tekrar Kabetullah'a dönerek ibâdet etmeyi Allah mü'minlere emretdi ve Kabe'ye döndüler. 

Bu Mevlûd-i Peygamber'i yani Peygamber'in doğmasını ve Peygamber Efendimizin doğduğu gece olan vukûâtları, hârikulâdelikleri inşâallah bir Mevlûd Kandilinde burada bulunursam, Rebîulevvel Ayında, o vakit anlatacağım.Şimdi benim anlatacağım bu akşam Mirâc olduğu için, Mirâc bahsine geçmek istiyorum. 

Efendimiz kırk yaşına vardı, kırk yaşında kendisine nübüvvetinin izhâr olunması emrolundu. Çünkü Peygamberimiz doğduğu vakitde peygamberdi. Tâ âlem-i ezelden peygamberdi. Sahabeden biri sordu Peygamber'e, dedi, "Yâ Resûlallah, sen ne vakitden beri peygambersin?". Buyurdu ki, "Âdem henüz toprak ile su arasındaydı ben peygamberdim" dedi Peygamberimiz. Kırk yaşında nübüvvetinin izhârı emrolundu. Hattâ Âdem'in suyu ve toprağı halk olunmamışdı, Hazret-i Peygamber gene peygamber idi. Çünkü Cenâb-ı Hakk kendi nûrundan Cenâb-ı Peygamber'in nûrunu halk etmiş ve O'nun nûrundan da cenneti ve semâyı, ayı, güneşi, arşı, kürsîyi, sidretü'l-müntehâyı, insanları halk etmişdi. Onları başka zaman inşâallah anlatacağız. O bir Mevlûd-i Nebî sırasında gelirsem buraya.

Kırk yaşında nübüvvetinin izhârı emrolundu. Kırk üç yaşında risâletinin izhârı emrolundu. Her nebî resûl değildir ama her resûl nebîdir. Peygamberimize evvelâ nübüvvetini sonra risâletini izhâr etmesi Allah tarafından emrolundu. Kırk üç yaşında risâletini izhâr etdi Peygamberimiz. Mekke kavmine dedi ki, topladı Mekke kavmini, bütün hısım akrabasını, hepsini, aşîretini, kavmini herkesi topladı, Allah'ın emrini teblîğ etdi, dedi ki, "Siz beni nasıl biliyorsunuz?". Dediler ki, "Sen çok dürüst, vadinde sâdık, hiç senin yalanın işitilmemiş, ihânetin görülmemiş, iffetli, ırzlı, nâmuslu bir insansın". "Peki öyleyse, şu dağın arkasına bir ordu geldi, Mekke'yi zabt etmek istiyor desem size ne yaparsınız?". "Biz kılıçlarımızı ve kalkanlarımızı ve silahlarımızı alırız, o orduyu karşılamak üzere senin sözünle çıkarız". "Şimdi, bu iş böyle olmadı, ben Allah tarafından peygamber gönderildim, benden evvel geçen peygamberler gibi. Bu âlemden sonra bir âlem daha var ki ona âhiret diyorlar, âhiretde bu dünyâda yapmış olduğumuz işlerin hesâbı bizden sorulacakdır. Bu dünyâ bir tarladır, âhiretin tarlasıdır, burada yapılan herhamgi bir işin mükâfâtı, yapılan kötü işin de cezâsı görülecekdir" deyince, evvelâ Peygamber'in amcası olan Ebî Leheb, "Tebben leke Yâ Muhammed, elin kurusun, bizi bunun için mi buraya topladın" dedi. 
Ve dağıldılar. İşi bununla bıraksalar iyi. Günden güne düşmanlık fazlalaşmaya başladı. Çünkü Peygamber onların ilâhlarına yani Lât'ı, Menât'ı ve Uzzâ'yı tekzîb ediyordu. Bundan dolayı düşmanlık başladı. Ve Resûl-i Ekrem'e ilk îmân eden bir kadın oldu, Hatîcete'l-Kübrâ annemiz yani Peygamber'in âilesi, kendi âilesi îmân etdi evvelâ. Arkadaşlarından da, Mekke'nin zenginlerinden, Ebûbekir Sıddîk Hazretleri îmân etdi. Ondan sonra hep fakîrler, köleler Peygamber'in başına toplanmaya başladı. Yani ezilenler, halkın ezilenleri, Hazret-i Peygamber'in başına toplanıp, îmân etmeğe başladılar. Fukarâ toplanmağa başladı Peygamber'in başına. Kölelerden de Zeyd Peygamber'e îmân etdi. Çocuklardan da İmâm-ı Ali. Dört oldular. Bir de Peygamber, beş oldu. 
Ve günden güne müslümanlar çoğaldıkça, Peygamber'in etrafına fukarâ toplandıkça, kâfirler başladılar eziyet ve cefâ etmeğe müslümanlara. O hâle getirdiler ki, yakalıyorlar, diyorlar ki, "Muhammed'i tekfir et yani inkâr et, Allah'ın inkâr et". Etmem dediği vakitde, bir ayağını bir deveye bağlıyorlar, diğer ayağını da bir deveye bağlıyorlar ve ortasından ikiye yırtıyorlar insanları böyle bu şekilde. Bir çokları böyle bu şekilde şehîd oldu fakat îmânlarından dönmediler. "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" diyorlardı ve ölüyorlardı o şekilde. Sonra, dikenleri getiriyorlar, gözlerine batırıyorlar dikenleri böyle. Yâhud büyük taşları getiriyorlar, kızgın taşları, göğüslerine koyuyorlar, onları o şekilde dînden, islâmdan men' etmeğe çalışıyorlardı. Onun için işte islâmda gazâ var, cihâd var yani. Karşılarındaki düşman bu şekilde muâmele edince Allah cihâda müsâade etdi müslümanlara. Ekseri başka dînlerden bize tecâvüz buradan oluyor. "Müslümanlarda cihâd var" diyorlar. Cihad var ama vaktiyle bidâyetde böyle yapmasalardı müslümanlara cihad olmayacakdı, kabûl etselerdi. Nitekim Îsâ Peygamber'e îmân edenleri de arenalara götürüyorlardı, orada aslanlara kaplanlara parça parça etdiriyorlardı. Yâhud birbirleriyle dövüştüre dövüştüre öldürüyorlardı, vaktiyle Romalılar. Onun için müslümanlara gazâya izin çıkdı. Îsâ Peygamber'in kavmine çıkmadı. Mûsâ Peygamber'in kavmine gazaya hüküm çıkdı, onlarda da cihâd var. Süleyman Peygamber'de cihâd var, Dâvûd'da da var cihâd. 
Evet, düşmanlık böyle devam ederken, müslümanlar dışarı çıkamıyorlar, Kabe'de ibâdet yapamıyorlar, hemen enselerine basıyorlar yâhud getirip taş koyuyorlar, kafalarını eziyorlar. Hattâ Resûl-i Ekrem Efendimiz namaz kılarken, devenin içinden çıkan barsaklarını getirip Peygamber'in sırtına koydular, ensesine. Cenâb-ı Fâtıma küçükdü, o ağlayarak gitdi, babasının sırtından onları indirdi, aşağı doğru atdı Cenâb-ı Fâtıma. İş bu hâlde, böyle. 
Ne kadar mucize gördülerse îmân etmiyorlar, küfürleri artıryor daha fazla. Peygamber de onların kahrı için duâ etmiyor, "Yâ Rabbi, hidâyet et bunlara, bunlar beni bilmiyorlar" diyor. Hattâ Uhud Cenginde taş atdılar Efendimizin yüzüne, dördüncü dişi kırıldı Efendimizin, zırhı yüzüne batdı Peygamber'in, Said İbn Ebî Vakkâs nâmındaki sahabe, dişleriyle, elle sökülmedi zırhın parçaları, dişleriyle çekdi, çekerken dişleri çıkdı. Efendimiz korkdu ki kavmine Allah tarafından belâ gelecek, "Allahümmehdî kavmî innehüm lâ ya'lemûn, Yâ Rabbi kavmim beni bilmiyorlar, bunlara hidâyet et" diye duâ ediyordu Peygamber. 
İşte bu esnâda, Receb ayının yirmi altıncı günüydü, Efendimiz Kabe'de namaz kılıyordu, orada bir kenarda, gene kâfirler gelip böyle Efendimize tecâvüz ediyorlar, dilleriyle, elleriyle. Evvelâ Ebû Cehil geldi, arkasında hizmetçileri, köleleri olduğu hâlde, Hazret-i Peygamber'e dedi ki, "Yâ Muhammed, peygamberlik gelse bana gelirdi, sen bir yetîmsin" dedi. Sanki yetîmlik bir kabahatmiş gibi. "Sen bir yetîmsin" dedi, "peygamberlik gelse bana gelecekdi. Hani senin uşakların, hani senin kölelerin, nerede? Bak benim kölelerim var, ben zenginim, benim malım mülküm var, sen fakîrsin" dedi Cenâb-ı Peygamber'e. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem dedi, "Yâ Rabbi, bunlar peygamberlik ne demekdir, pâdişahlık ne demekdir, bunu dahi bilmiyor bu kavim, câhil bu kavim" dedi Cenâb-ı Peygamber. Arkasından Velid geldi. Diğer Kureyşin ileri gelenleri, diğer kâfirler, sanki sözleşmişler, gelip gelip Peygamber'e bu şekilde tecâvüz ediyorlardı. Efendimiz oradan çok mahzûn, mükedder oldu ve oradan kalkdı, bu sözü söyleyerek, çıkdı Kabe'yi terk etdi, geldi Hazret-i Ali'nin evine geldi, ve orada mahzûn olarak yatdı. Akşamla Yatsı arasıydı, yatdı yatağa. Diyeceksin ki, niye namaz kılmadı. O vakit beş vakit namaz yokdu. İki vakitdi namaz, sabah ve akşamdı. Akşamı kıldı yatdı. 
Efendimiz gâyetle mükedder, gâyetle mahzûn ve ağlamışdı. Cenâb-ı Hakk Cebrâil'e emir verdi, dedi ki, "Yâ Cebrâil, git, Habîbim Muhammed Ümmü Hânî hânesinde yani Hazret-i Ali'nin kızkardeşinin evinde, mahzûn mükedder yatmakda. Kâfirler kendilerine verilen ufacık tefecik mallarla kendilerini bir şey zannediyorlar. Onlara verilen mal nedir! Habîbimi al, mirâcıma getir, cennetimi seyretsin, görsün, cennetin derecâtını seyretsin ve beni gelsin görsün, benimle konuşsun" dedi Cenâb-ı Hakk, "onu bu akşam mirâcıma davet ediyorum" dedi "ve edeble git yanına Yâ Cebrâil" dedi. 
Şimdi, bu mirâcın sebeblerini ulemâ, on sekiz, yirmi tâne çıkarıyorlar. Fakat ben hepsini burada anlatacak olursam bitmez. Ben birkaç tânesini söyleyeceğim ve öyle geçeceğiz. Sizi fazla sıkmayalım burada. 
Şimdi, sebeblerden bir tânesi şu. Gök dedi ki yere, "Cennet bende, sekiz cennet bende, sidretü'l-müntehâ bende, beytü'l-mamûr bende, arş bende, kürsü bende" dedi. Yer dedi ki, "Bunların hepsi sende ama Hazret-i Muhammed de bende" dedi. Onun üzerine gök Cenâb-ı Hakk'a dedi ki, "Yâ Rabbi, her şeyi bana verdin ama Muhammed aleyhisselâm yerde, istiyorum ki Muhammed aleyhisselâm gelsin benim üzerime bassın, şeref versin bana". Mirâcın bir sebebi bu diyorlar. 
İkincisi, Kur`ân-ı Kerîm ile bildirilen bazı âyât-ı beyyinâtı Peygamber gözüyle görmemiş, kulağıyla işitmişdi, Cebrâil'in getirdiği âyetlerle, mirâca giderek gözleriyle gördü.
Üçüncü sebebi, "İbrâhim halîlimdi, Mûsâ kelîmim fakat Muhammed habîbimdir, ona kendi zâtımı göstereceğim, onun için" diyor. "Onu cemâlimi göstermekle taltîf edeceğim" diyor, sebebi o. 
Dördüncüsü, Allah'ın zâtına mahsûs bazı âyetler var, Peygamber onları görsün diye götürdü Allah onu. Allah'a mahsûs âyetler bunlar, hiç kimse görmemiş. Meselâ İbrâhim Peygamber'e, "نُر۪ٓي اِبْرٰه۪يمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ nürî ibrâhime melekûti's-semâvâti ve'l-ard, İbrâhim'e semâda ardda ne varsa gösterildi" diyor ama, Peygamber'e gelince, "لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا li nüriyehüm min âyâtinâ" diyor Cenâb-ı Hakk, "benim âyetlerimden bazılarını" diyor, kendine muzâf kılıyor. Ve Peygamber de öyle diyor, "Birçok şey var ki söylemekle emrolunmadım size" diyor, "söyleyemem" diyor. Yalnız "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, tahattur edilmeyen nimetler verilecek" diyor. 
En mühimi, ki benim de en fazla kabûl etdiğim cihet, bana makûl gelen, bu mirâc hâdisesi bir antreman. Neden? Meselâ  Mûsâ Peygamber'i Allah Tûr-i Sinâ'ya aldı, sordu ona, "Elindeki nedir?" dedi. "قَالَ هِيَ عَصَايَ kâle hiye asâye, asâmdır Yâ Rabbi" dedi, "أَتَوَكَّأُ عَلَيْهَا وَأَهُشُّ بِهَا عَلَى غَنَمِي وَلِيَ فِيهَا مَآرِبُ أُخْرَى etevkkeü aleyhâ ve ehüşşü bihâ alâ ganemî veliye fîhâ meâribü uhrâ, ben ona dayanırım ve ağaca vurur yapraklarını dökerim". "قَالَ اَلْقِهَا يَا مُوسٰى kâle elkıhâ yâ Mûsâ, at onu yere". Atdı. "فَاِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعٰى fe izâ hiye hayyetün tes'â", yılan oldu. Olunca Mûsâ Peygamber kaçdı. Kaçınca Allah dedi ki, "خُذْهَا وَلَا تَخَفْ۠ huzhâ velâ tehaf, korkma yapış" dedi. Eğer böyle bir antreman yapılmasaydı, Mûsâ Peygamber o Firavun'un karşısında asâyı atınca yılan olsaydı, Mûsâ bir tarafa Firavun bir tarafa kaçacak, yapılan davet-i sübhâniyye ibtâl olacakdı. 
Haaa bu ne demek? Nasıl ki Hazret-i Mûsâ'ya Allah böyle talîm etdiyse, mahşer gününde, kıyâmet gününde olacak olan hâdisâtı Allah Hazret-i Peygamber'e gösterdi ve onu talîm etdi. Yarın kıyâmet gününde hiç bir nebî, şefâate kâdir olamayacak, herkes "nefsî nefsî" diyecek, Hazret-i Peygamber nefsini bırakıp ümmeti kurtarmak için atılacak, öne çıkacak. Çünkü neden? Antremanı görmüş, çalışmış, biliyor ne olacağını. Bunun için mirâca alındığını söylemişler. Ben de ona kâilim yani benim de ictihadım böyle. Bir çok şeyler var daha böyle, on sekiz, yirmi şey var böyle, söylemişler. Onun için Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ulûmun evveline ve âhirine sâhib. Yani ilmin evvelini ve âhirini ve kâinâtın yani dünyâ âleminin ve âhiret âleminin ve sebeb-i hilkat-i âlemin ne olduğunun esrârını, herşeyi Allah Hazret-i Muhammed'e bildirdi. Onun için kıyâmet gününde hiç korkmuyor O. O öne çıkıyor ve şefâat ediyor. Diğer peygamberler, hepsi, kendilerinden geçecekler, kendi nefslerini kurtarmağa çalışacaklar. İşte mirâcın sebebi bu. Daha nice sebebi var ama biz bunları mücmel, bu kadar anlatıyoruz. Bir meselesini meselâ şefâat meselesini anlatmaya kalkarsam ben, iki saat sürecek o ve bu akşam burada mirâcı anlatmadan bu iş kapanır gider. 
Şimdi, Peygamber yatıyor, sallallahu aleyhi vesellem, Cebrâil'e emrolundu. Ve dedi ki Cenâb-ı Hakk Cebrâil'e, "Git Yâ Cebrâil, terbiyeyle git, sevgilimin yanına, habîbimin yanına". Koskoca Cebrâil, terbiyeyle, edeble geldi. "Ve edeble uyandır" dedi, "ürküterek değil, korkutarak değil". "Gitdim" diyor, ve "Hazret-i Peygamber'in ayakları altına yüzümü koydum" diyor Cebrâil. "Ve düşünüyordum, "Kâfûrdan halk olunmuşdum". Kâfur, kâfir değil, kâfûr. Kâfûr soğukdur. "Vücûdum ondan halk olunmuşdu, niye ondan halk olundu diye düşünüyordum, o akşam anladım" diyor Cebrâil aleyhisselâm. Çünkü neden? "Peygamber'in ayaklarının altına koydum yüzümü, benim yüzümün soğukluğu ile uyandı O, kalkdı". Bakdı Hazret-i Cebrâil'i gördü, "Kardeşim Cebrâil ne istiyorsun?". "Allah'ın selâmı var. Bu yalan, hayâlden başka bir şey olmayan dünyâya aldanan kâfirlerin söylediklerine mi üzülüyorsun? Bak Allah'ın sana lutfetdiği, senin ümmetine lutfetdiği nimetleri gel gör bu akşam. Allah seni sarây-ı lâ-mekâna davet etdi, seninle görüşecek, konuşacak, sana cemâlini gösterecek" dedi. 
Bir sebebi de şu ki bu da çok güzel. Allah'a âşık olanlara hitâb ediyorum şimdi, Allah'ı sevenlere hitâb ediyorum bu meseleyle. Bir sebebi de şu. Cennetde kırk bin sene evvel, yani Resûl-i Ekrem'in mirâcından kırk bin sene evvel, bir münâdî nidâ etmiş, "Yâ Muhammed" diye. Bu sesi işiten bir burak, bu sesin sâhibine âşık olmuş. Kırk bin sene, çünkü cennetde ölüm yok, kırk bin sene yememiş ve içmemiş, dâimâ aşk-ı Muhammed'le yanmış tutuşmuş o burak. Ve gözlerinden akan yaşlar, sel olmuş, o sellerden ağaçlar bitmiş, o burâkın "Yâ Muhammed" diye âh u enîninden, o akşam Cenâb-ı Hakk Habîb-i Edîbini mirâca çağırıyor, Cebrâil'e diyor ki, "Git filanca cennete var, orada buraklar var, binlerce, yüz binlerce, milyonlarca, şöyle bir burak var içlerinde, Muhammedime âşıkdır, kırk bin senedir aşk-ı Muhammed'le ağlıyor, onu al, Habîbim Muhammed'e götür, ona binsin, mirâcıma öyle gelsin" diyor. Mirâcın bir sebebi de buymuş. Bu âşık olan burâkı Allah maşûkuna erdirmek için Allah mirâcı bahâne etmiş. 
Burak, berkden müştâkdır. Berk yıldırıma derler. Burakın manâsı bir hayvandır fakat bu binek cennete mahsûs bir hayvandır, bakdığı yere, gözünün gördüğü yere ayağını basıyor. Nasıl yıldırım bir ânda düşüyorsa, bu hayvan da öyle. Yani o kadar süratli gidiyor bu. 
Geldi Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber'i kaldırdı, dedi, "Allah'ın selâmı var, böyle böyle. Bu akşam davetlisin, sarây-ı lâ-mekâna. Yalnız önce ufak bir ameliye olacak. Çünkü göreceğin âyetleri, bu insan vücûdu kaldırmaz, bu imkân dâhilinde değildir. İnsanlarda bir şey vardır, öd dedikler, o patlarsa insan yaşayamaz. O ödü mödü alacağız, o korku hissini. Kudûret-i dünyeviyyeyi alacağız" dedi. Ve dört melek geldi, Peygamberin göğsünü yardılar, açdılar ve kalbini o küdûret-i dünyeviyyeden tathîr etdiler ve ödü aldılar. Göreceği korkulara tahammül etsin diye. Alındı ve zemzem ile yıkandı ve tekrar dikildi. Onun için Kur`ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakk, "اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَۙ e lem neşrah leke sadrek, Yâ Muhammed senin sadrını açmadık mı" diyor Cenâb-ı Hakk. Efendimize iki defa şakk-ı sadr olmuş, bir çocukluğunda, bir de mirâc gecesi olmuşdur. 
Sonra "Buyrun burağa" dediler. Diyor ki Efendimiz, "Burak, katırdan küçük, merkebden büyük bir hayvan. Başı insan başı. Vücûdunun üzeri bir takım incilerle ve yâkutlarla ve zümrüdlerle süslü bir hayvan" diyor. "Buyrun dediler, ben burağa binmek istedim, burak serkeşlik yapdı". "Bindirmem" demiş. "Vallâhi Muhammed'den başka hiç kimseyi üzerime bindirmem" demiş. "Sen ne yapıyorsun burak! Senin maşûkun olan Muhammed aleyhi's-salâtü vesselâm işte bu zâtdır" demiş. "Der demez" diyor, "o vakit burak yere yatdı" diyor. Yatdı ve Resûl-i Ekrem'in ayaklarına kapandı. Şunu söyledi diyor, "Yâ Resûlallah, senin aşkından cenneti terketdim, yarın kabrinden kalkdığın vakitde tekrar bana bin ki, seninle beraber cennete dâhil olayım" dedi. Öyle deyince Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ağladılar. Dedi ki, "Bana binek gelecek de ya ümmetim yayan mı yürüyecek benim?" dedi sallallahu aleyhi vesellem. Onun üzerine Cenâb-ı Hakk, "يَوْمَ نَحْشُرُ الْمُتَّق۪ينَ اِلَى الرَّحْمٰنِ وَفْدًاۙ yevme nahşuru'l-müttakîne ile'r-rahmâni vefdâ, biz müttakîleri bineklerle haşrederiz, binekler göndeririz, öyle cennete gelirler" diye bu âyet-i kerîme nâzil oldu. 
Evet. "Bindik" diyor, "Burak bir bakdı" diyor, "basdı ayağını, bir yere getirdi beni, hurmalık" diyor. "Cebrâil de benimle beraber geldi, bana dedi ki Cebrâili 'in burada namaz kıl' dedi. 'Burası neresi Yâ Cebrâil?' dedim. 'Burası Yesrib şehri. Burası Medîne. Kâfirler size eziyet cefâ edecekler, Allahu Teâlâ size buraya muhâceret emrini verecek, buraya geleceksiniz. Ve senin kabrin burada olacak' dedi. Orada indik, iki rekat namaz kıldık" diyor. "Tekrar oradan bindik, Kudüs tarafına döndük" diyor. 
Bunu da anlatmadan geçmeyeceğim, artık olan oldu. "Gâyetle güzel bir koku duydum" diyor Efendimiz, 'bu koku nedir Yâ Cebrâil' diye sordum, 'Bu Firavun'un hizmetçisi olan Mâşite'nin kabrinin kokusu' dedi" diyor. 'Ne yapdı bu Mâşite ki bu kokuya nâil oldu' diye sordum" diyor. Firavun'un kızını hamamda yıkıyormuş, yıkarken tarak düşmüş yere, bismillah diye tarağı almış. Dedi kız, "Bu bismillah dediğin nedir? Benim babamdan başka Allah var mı, ilâh var mı? Niçin bi izzeti Firavun demedin". Çünkü öyle dediriyorlarmış. Bi izzeti Firavun dediriyorlarmış, bi izzeti Firavun. "Evet" dedi kadın, "beni ve senin babanı da halk eden Allahu Teâlâ vardır, ben O'nun ismiyle iş görürüm". "Ama babam sana azâb eder". "Ben senin azâbından korkmam" dedi. Sonra kız bunu Firavun'a anlatdı. Firavun bunu çağırdı, çocuklarını getirtdi, kocasını getirtdi. Dedi ki, "Benim rabb-i a'lâ olduğuma inanıyor musunuz siz?". Kocaso dedi ki, korkdu kocası, "Ben inanıyorum" dedi. "Sen kurtuldun". Kadına sordu, kadın dedi ki, "Hayır. Seni ve beni halk eden Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri vardır. Binâenaleyh sen de benim gibi bir kulsun, evvelin var, âhirin var". Onun üzerine Firavun, "Ben sana büyük azâb yapacağım. Halka ibret olsun, bir daha kimse benim ulûhiyyetimi inkâr etmesin" dedi. Bir kazan su kaynatdı. Büyük çocuğunu getirdi dedi ki, "İnanıyor musun benim ilâhlığıma?". "İnanmıyorum". Büyük çocuğu kazana atdı ve öldürdü. Derhal dağıldı, hemen. Sonra ikinci çocuğunu, onu da haşlatdı. Üçüncü çocuğunu, onu da haşlatdı. Dördüncüsü, memede çocuk. Onu çekdiler, göğsünden aldılar, kazana atacaklar. Kadın dedi ki, "Îmânımı saklayayım da çocuğumu kurtarayım" dedi. Evet diyecekdi fakat çocuk dedi ki, "Anne! Sakın îmândan dönme!" dedi. 
Ufakken konuşan çocuklardan bir tânesi de budur. Biri Îsâ Peygamber'dir. Biri Yûsuf Peygamber'e şehâdet eden çocukdur. Biri de bu çocukdur. 
"Anne! Sakın îmânından dönme! Bu gördüğün ateş değil, cennet burası" dedi. Onun üzerine kadın, "Allah birdir, başka ilâh tanımıyorum" dedi. "Yalnız benim senden bir ricâm var" dedi Firavun'a. "Sana şu kadar hizmetim var, bizim hepimizi bir kabre koy" dedi, "ayırma bizi" dedi. Onun üzerine kadını da haşladılar, çocuğu da haşladılar. 
"İşte onun kabrinin kokusu geliyor" dedi Cenâb-ı Peygamber'e. Mâşite Sultân'ın. Rûhu için Fâtiha! 
Ve Jarusselem'e vardılar. Hazret-i Yakûb aleyhisselamın yapdırdığı Mescid-i Aksâ'ya. "Cebrâil dedi, 'İn Yâ Muhammed burada da namaz kıl. Burası Mescid-i Aksâ'dır'. Orada da namaz kıldım. Oradan tekrar burağa süvâr olduk" diyor, Beytüllahm'e indik, Hazret-i Îsâ'nın doğduğu yere, dünyâya geldiği yere. Orada da Cebrâil, 'Yâ Muhammed, burada iki rekat namaz kıl' dedi. Orada da iki rekat namaz kıldım" diyor. "Ondan sonra tekrar geldim Mescid-i Aksâ'ya. Cümle enbiyâ, ne kadar peygamber geldiyse, hepsi orada, rûhları hazır olmuş, bekliyorlar. Dâvûd Peygamber kâmet etdi, ben mihrâba geçdim. Mihrâbda cümle enbiyânın rûhlarına, hepsine imâm oldum, namaz kıldırdım" diyor Cenâb-ı Peygamber. 
"Oradan bu sefer mirâca, semâya urûc etdik" diyor. Mirâc ne? Merdiven. "Nûrdan bir merdiven indirildi, o merdivenden semâya urûc etdik" diyor. Yedi kat semâda bulunan diğer peygamberlerin makâmlarını ziyâret etdi, onlarla görüşdü. Sidretü'l-Müntehâ'ya vardı, orada Beytü'l-Mamûr'u gördü. Yetmiş bin melâike her ânda tavaf ediyordu. Cebrâil'e sordu, "Bu nedir?" diye. "Yâ Resûlallah, tâ kâinât yaradıldığından bu tarafa doğru, melekler bu beyti tavâf ederler" dedi. "Tavâf eden melek bir daha gelir mi buraya?". "Hayır tavâf eden vazîfeye gider, bir daha gelmez dedi" diyor. "Tavaf devam ediyordu o Beytü'l-Mamûr'da" diyor. 
"Oradan cennetü'l-mevâya, cennât-i âliyâta vardık. Cenneti seyretdim, gösterdi Allahu Teâlâ bana. Sekiz vcenneti gördüm" diyor. Bir ânda. "Sonra oradan Refref'e bindim, 'Yaklaş bana yaklaş' denildi, yaklaşdım. Hakk Teâlâ'ya, 'et-tahiyyâtü lillahi ve's-salavâtü ve't-tayyibât' dedim, tahiyyat okudum. 'es-selâmü aleyke eyyühennebîy', Allah benim selâmını kabûl etdi, 've rahmetullahi ve berekâtuh, rahmetim, bereketim senin üzerine olsun' dedi. Sonra 'es-selâmü aleynâ' dedim ben selâm aldım, 've alâ ibâdillahi's-sâlihîn, sâlih kullar üzerine olsun' dedim" diyor. Bu muhâvereyi işiten melekler, 'eşhedü en lâ ilâhe illallah' diye teşehhüd etdiler, tevhîd etdiler" diyor. Sonra 'ne istiyorsun?', 'ümmetim', 'ümmetini sana bağışladım. Bir avuç toprağa mı minnet etdin Yâ Muhammed, cümlesini sana bağışladım ve cennetimi senin ümmetine bahşeyledim' diye bana vaad etdi. 'Ümmet-i Muhammed'e bildir, bu cennet sizin için halk olunmuşdur' dedi. Bu müjdeyi aldım" diyor. "Elli vakit namaz farz olundu. Allahu Teâlâ bunu beşe indirdi bana. 'Bu beş vakti kılarsan elli vaktin sana ecrini vereceğim, ümmetine söyle böyle bu şekilde' dedi' diyor. "Oradan nârı gördüm" diyor. "Sonra Mekke-i Mükerreme'ye döndüm" diyor.
Uzun uzun mirâc yani üç beş senede anlatılmaz yani her safhası anlatılmaya kalkılırsa. O kadar mühim. Vakit de daraldı, herkes de yoruldu belki. Zât-ı âlîniz de yoruldu, ben de yoruldum. Bu şekilde mirâcı ikmâl etdiler. İrşâd'ı yazdıkdan sonra, bana müstakillen mirâc hakkında kitâb yazmayı emretdiler manevî âlemde. Ve kitâbın kapağının da ne renkde olacağını, nasıl yapılacağını da söylediler yani. Şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın diye. Fakat daha elime kalemi alıp yazmadım. Allahu Teâlâ fırsat verirse yazacağım inşâallah. 
Evet. O akşam Allah Ümmet-i Muhammed'i Hazret-i Peygamber'e bağışladı ve müjdeyi verdi. Ümmet-i Muhammed'in bağışlandığını, cennetin bizim için hazırlandığını söyledi. Ve cemâlini de Habîbi Muhammed'ine gösterdi. Ve bize göstereceğini de Habîbi Muhammed'ine vaad eyledi. İşte bu mübârek gecenin sene-i devriyesi yarın akşam. Yarın akşam inşâallah ibâdet ve tâatda bulunalım. Belki bizim de mirâcımız olabilir. 
Allah her lisânı anlar. Onun için her lisânla, dilinin döndüğü kadar kalbinden kopacak olan duâyı Allah'a yap. Allah'ın sevdiği de odur. İçinden gelen, kalbinden gelen duâyı diline getir, Allah'dan iste. Allah öyle bir varlıkdır ki, O'nun kapısı çalınıp da kimse kapısından boş dönmez, kapısına müracaat edeni aslâ mahrûm göndermez. 
Bitireyim diyorum, yoruldum da, ama haydi söyleyeyim. Geldi Cenâb-ı Peygamber, sabahleyin teblîğ etdi, söyledi. Ümmü Hânî dedi ki, "Söyleme Yâ Resûlallah" dedi, "hak, gerçek, doğru, senin sözün, hiç şübhemiz yok. Ama halk bunu kabûl etmez. Halkın izânı, aklı bunu kabûl edecek durumda değil". O gün için öyle. Bugün için öyle değil. Bugün inkâr kapıları kapanmış. O gün için mühim mesele. "Söyleme". "Yok söyleyeceğim" dedi Peygamber ve söyledi. Söyledikden sonra, böyle bir meclisde oturuyorlardı. Bir kâfir kalkdı dedi Peygamber'e, "Kalk ayağa Yâ Muhammed" dedi. Kalkdı Cenâb-ı Peygamber. "Sağ ayağını yerden kaldır". Kaldırdı. "Solunu da kaldır". Dedi ki, "Düşerim" dedi. "E peki sen bir karış kalkamıyorsun yukarıya, nasıl gitdin buradan Kudüs'e, oradan semâya urûc etdin". Efendimiz buyurdu ki, "Ben gitmedim, Allah beni götürdü". "سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ sübhânellezî esrâ bi abdihî, abd-i hâssım olan Muhammedimi ne yapdım, ben götürdüm" diyor Cenâb-ı Allah. 
Görmüyor musun semâvâtda bulunan ecrâm-ı semâyı, yıldızları, ayları, güneşleri, hangisinin altında direk var, hepsi boşlukda dönüyorlar. Kâdir Allah, hepsi Allah'ın bir emriyle dönmekde. Allah'a çok görmeye gelmez ki bu işi. Ama kâfirin aklı dar, kendi mantığına göre iş yapmaya kalkdı. 
Bir gün de eline taşlar almış Ebû Cehil, küçük taşlar almış gelmiş. Dedi, "Yâ Muhammed, bu avucumdakinin ne olduğunu bil, sana îmân edeceğim" dedi. Avucunda taşlar var Ebû Cehil'in. Efendimiz dedi ki, sallallahu aleyhi vesellem, "Ben gaybı bilmem, Allah bilir" dedi. "Ama sen göklerden haber veriyorsun, arşdan, kürsîden, cennetden, cehennemden, kıyâmetden. Onları biliyorsun da elimdekini niye bilmiyorsun?" dedi. Efendimiz dedi ki, "Allah bana onları bildirdi, biliyorum ama bu elindekini bildirmedi ki bileyim, ben bilmiyorum onu". Cenâb-ı Hakk buyurdu ki, "Habîbim Muhammed, ona şimdi sor, Ebû Cehil'e, elindeki mi seni bilsin, sen mi elindekini bilesin, öyle sor". "Hah, şimdi Cenâb-ı Hakk, bana bildirdi. Elindeki mi beni bilsin, ben mi elindekini bileyim, söyle bakayım" dedi. Ebû Cehil akıllı adam, akl-ı maâşı var fakat akl-ı maâdı yok. Düşündü ki, atar belki tutar, ama taşın konuşması muhal. "Avucumdaki seni bilsin" dedi. Başladı taşlar, "Ente Resûlullah, ente Resûlullah, Lâilâheilllallah Muhammedü'r-Resûlullah" demeye, Ebû Cehil "ente sahhârun azîm" dedi, taşları yere vurdu ve kaçdı. "Sen sihirbazsın" dedi Hazret-i Peygamber'e ve kaçdı. Îmân etmedi gene.

Yâ Rabbi, yarın akşam Mi'râc gecendir, yarın gece hürmetine bizi Mi'râc'ın feyzinden hissedâr et. Mi'râc'da Habîbine hitâb etdiğin doksan bin kelimât hürmetine bizi nârından âzâd, dâhil-i cennet, mazhar-ı zât et. 
Bizim kalbimizi senin zât-ı ulûhiyyetin aşkın ateşiyle yak, diğer ateşle yanmaya meydan kalmasın Yâ Rabbi. Yüzümüzün karasını nûrunla sil Yâ Rabbi. Gönlümüzün yarasını şâfî-i hakîkî olan sen Kur`ân'ın şifâsıyla şifâlandır Yâ Rabbi. Kullardan bir şey istesek, kullar bizden yüz çevirirler. Senden istemezsek, sana duâ etmezsek, sen bizden yüz çevirirsin. İstiyoruz, istediğimiz, murâdâtımız, manâsı bize âid Yâ Rabbi, murâdât-ı hayriyyemize nâil eyle ve bizim mahzûn kalbimizi şâd eyle. Senin kapına gelen, sana seslenen, imkânı var mı kapından boş dönsün, onu sen mahzûn mükedder gönderesin, buna imkân yok Yâ Rabbi. Allah diyeni mahrûm etmezsin, bizleri de mahrûm etme. 
Receb Ayı, Receb-i Muazzam, bu Receb Ayı senin şehrindir, senin ayındır Yâ Rabbi. Günahlar mağfûrdur, duâlar makbûldür Yâ Rabbi, ibâdet ve tâatların ecirleri de kat katdır. Günahlarımızı affet, isteklerimizi yerine getir. Kötü huylarımızı ahlâk-ı Muhammediyyeye ve ahlâk-ı Kur`âniyyeye tahvîl ü tebdîl et. Senin sevdiğin huylarla, senin sevdiğin sıfatlarla bizleri sıfatlandır. Sevilecek sensin, güzel sensin, latîf sensin, cemîl sensin, her güzellik sana âid Yâ Rabbi. İsmin güzel, esmâların güzel, efâlin güzel, zâtın güzel Yâ Rabbi. Güzeli seversin, bizi güzel et ve sev bizi Yâ Rabbi. Bizi buradan dağılmadan sevdiklerinin zümresine dâhil et Yâ Rabbi. 
Kabahatlarımızı ört, günahlarımızı affet. Senden başka gidilecek kapı, senden başka sığınılacak bir yer yokdur. Sen varsın. İbâdete lâyık sensin. Sevilmeye lâyık sensin Yâ Rabbi. Buraya uzakdan yakından gelen şu cemaati, şu ihvân u yârânı, her türlü hayırlı, mükemmel, latîf ihsânlarınla taltîf et. Korkduklarımızdan bizi emîn et. Evladlarımıza bizi terbiye etdirme. Onların kalblerini de sevdiğin sıfatlarla sıfatlandır. Onların kalblerini de senin tahtgâhın olmaya hazırla Yâ Rabbi.
Mi'râc hürmetine, cennetinde cevelân eden hûri, gılman hürmetine, Merve, Zemzem hürmetine, Kudüs, Kabe hürmetine, dört kitâb hürmetine, Hazret-i Âdem, Nûh Necî, İbrâhim Halîl, Mûsâ Kelîm, Îsâ Rûhullah, Muhammed Resûlullah hürmetine, bizleri hidâyetinden ayırma Yâ Rabbi. Yarın gecenin feyzinden bizleri hissedâr eyle. 
Yâ Rabbi dünyâ metâ'ını, malını, parasını kesemize çok ver ama gönlümüzde yok et. Cüzdanda çok et, gönlümüzde yok et. Az verip gezdirme, çok ver ama azdırma. Nâmerdlere muhtâc edip el açıp boyun bükdürme. Hepimizi aşk-ı ilâhiyyenle dinç et  Yâ Rabbi. Aşk-ı Habîbinle cümlemizi safâya gark et. 
Yâ Rabbi küçük küçük günahsız bebekler hürmetine, ağızsız dilsiz hayvanlar hürmetine, tâ be seher sabahlara kadar "Allah! Allah!" diye ağlayan, ciğerleri büryân, dîdeleri giryân âşıklar hürmetine, senin huzûrunda bükülen beller, senin rahmetine açılan eller hürmetine, senin yoluna dökülen kanlar hürmetine, gözyaşları hürmetine, terler hürmetine, ulemânın midâdı hürmetine, zâhidlerin zühdü, âbidlerin ibâdeti hürmetine, bizleri hidâyetden ayırma, bizi dalâlete sevketme, senden, zât-ı ulûhiyyetinden başkasına bizi secde etdirme Yâ Rabbi. Kalblerimizi şirkden temizle, tevhîd ile münevver et. Duâmızı kabûl eyle.
Sübhâne rabbike rabbi'l-izzeti ammâ yasifûne ve selâmün ale'l-mürselîn, ve âlihim ve'l-hamdü lillahi rabbi'l-âlemîn. Kabûl-i niyâz, el-Fâtiha!
www.muzafferozak.com

Listeye geri dön