Mücahedesiz Olmaz

28 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

İsmail Hakkı Bursevi

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında, "يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُٓوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ي سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ" âyet-i celîlesini îzâh ederken buyuruyorlar ki :

Ba'dezâ âyet-i mezkûrede mücâhede ile emr olundu. Zîrâ vesîle bulunsa fe emmâ mücâhede bulunmasa matlûb husûle gelmez. Zîrâ Allahu Te'âlâ 'inde'l-esbâb işler gerçi bi'l-esbâb işlemez. Yani fi'ilde te'sîr kendinin ise dahi bilâ-sebeb vâki' olmak 'âdet-i ilâhiyyeye muhâlifdir. Ve şol ki "İşim Allah'a kalmışdır" derler, onun ma'nâsı budur ki, bu iş benim mübâşeret etdiğim esbâbla husûle gelmedi, meğer ki Allahu Te'âlâ bir sebeb-i gayr-i ma'hûd halk eyleye. Ve Kur`ân'da gelir : "هُوَ الَّذِيَ أَيَّدَكَ بِنَصْرِهِ وَبِالْمُؤْمِنِينَ". Bunun ma'nâsı te'yid-i sûrî ve ma'nevî ile müeyyed oldun demekdir. Te'yid-i sûrî ensâr ve te'yid-i ma'nevî, ervâh ve envârladır. 

Ve mücâhede, hevâ-yı nefse muhâlif iş tutmakdır. Salât ve sıyâm ve ihtiyâr-ı halvet ve tahammül-i ezâ ve terk-i mesâvî ve terk-i iksâr-ı kelâm ve bunların emsâli gibi. Ve felâh İslâm-ı resmî ve 'amel-i şer'îye göre derecât ve İslâm-ı hakîkî ve fenâfillâha göre kurûbâtdır. Zîrâ zâhirin netîcesi na'îm-i sûrî ve bâtının meâli, na'îm-i ma'nevîdir. Ve felâh-ı mezkûr evâmir-i mütekaddimenin mecmû̒'una mu'allakdır ki, umûr-i sûrriyye ve ma'neviyyedir. Nazîri bu âyetdir ki gelir : "يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ". Zîrâ bundan dahi felâh yalnız takvâya menût değildir. Ve illâ âyet-i vesîlede takvâ te'hîr olunurdu. 
Ve bundan fehm olunur ki, emr-i bâtının tamâmı emr-i zâhirledir. Meselâ nüvâtın şecere olması, ağsân ve evrâkladır. Yoksa yalnız nüvâta ve yâhut beden-i şecereye, şecere denilmez. Gerçi asl olan nüvât ve beden-i şeceredir ve ağacın kökü dahi böyledir ki hakîkatde beden asl-ı şecerenin fer'idir. Nitekim asl-ı şecere dahi nüvâtın ta'ayyünüdür. Ve bir nesnenin fesâdı aslındandır dedikleri, müevveldir. Ve illâ kefere ve fecereye göre, asl-ı tecellî dahi fâsiddir demek lâzım gelir. Belki fesâd emr-i ârızla ta'ayyüne dâirdir. Meselâ nüvât yani çekirdek zâtında sâğ ve sâlim iken gars olundukdan sonra arzın melûhatinden veya saky olunan suyun ta'affününden fesâd ârız olup çürür veya şecere ve nebât olursa dahi zayıf ve marîz olup, sâir kuvvetli ve sahîh ağaçlara ve otlara benzemez. Pes ol nüvâtın çürümesi, sûret-i ârızanın çürümesidir, yoksa hakîkat-i ta'ayyünün değil. Zîrâ hakîkatı, rûh-i ilâhîdir. Ve rûh ise çürümez ve ta'ayyün dahi 'anâsırına mülhak olur. Bu sûretde, çürüyen sûretdir fakat. Nitekim beden-i insân dahi ba'de'l-mevt böyledir. Meğer ki beden-i insân-ı kâmil ola. Zîrâ onun bedeni berekât-ı rûhun sereyânıyla inhilâldan mahfûz olur. Ve cemî'-i eşyâ melekûtu müştemildir. Nitekim Kur`ân’da gelir : "بِيَدِهِ مَلَكُوتُ آُلِّ شَيْء"Yani her nesnenin rûhu, kabza-i yemînde ve sûreti kabza-i şimâldedir. Nitekim gelir : "وَالْأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّماوَاتُ مَطْوِيَّات بِيَمِينِه"Zîrâ semâvât ve arz rûh-i müdebbirle cesed gibidir ki, biri müessir ve biri müteessirdir. Ve biri bâtın ve biri zâhirdir. Zîrâ semâvât gerçi 'âlem-i mülkden ve zâhirdendir, fe emmâ ehl-i arza göre bâtından ve melekûtdandır. Gerçi melekût fi'l-hakîka 'âlem-i ervâhdır. 

Elhâsıl bu takrîrâtdan zâhir oldu ki, îmân-ı bâtın bir şecerenin aslı gibidir. Ve şu'ab-i îmân, ağsân ve evrâk-ı şecere gibidir. Onun için kemâl bulsa îmân-ı dînârî ve illâ îmân-ı miskâlî derler. Ve îmân dahi i'tikad üzerine mebnîdir. Zîrâ i'tikâdı olmayan kimse şâri'i tasdîk etmez. Felâsife ve sâir küffâr mutâba'at-ı enbiyâ etmedikleri gibi. Zîrâ bâtınları harâbdır. Ve i'tikâd yüzünden bâtını harâb olan kimsenin, 'amel yüzünden dahi zâhiri harâbdır. Ve bu makûleye ışık ve mülhid ve zındık ve dehrî ve mu'attal derler ki, kusûr-i 'akıllarından hayâlâta istinâd etmişler ve râh-ı dalâl ve gayya gitmişlerdir.

Listeye geri dön