29 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürîd kelimesi, irâdeden gelir. Lugat ma'nâsı irâde eden, taleb eden, murâd eden, isteyen demekdir. Sôfiyye lisânında mürîd, dervîş yani sâlik ma'nâsınadır. Sôfîler, mürîdi tarîf ederken, "mürîd, irâdesi olmayandır" diye tarîf ederler. Peki nasıl olur da mürîdin irâdesi olmaz? Başka kelime mi yok, niçin bunu kullanmışlar? Sebebini söyleyeyim. Sâlike mürîd denilmesinin hikmeti, mürşide bende olmayı irâde etmesindendir. Malum ya zorla güzellik olmaz. Kimse kimseyi zorla irşâd edemez, kişinin buna tâlib olması lâzımdır. Bu itibarla mürîde, müsterşid dahi denir. Yani irşâd olmak isteyen manâsına. Hakîkatde ise irâde mürşidin elindedir, o istemedikçe mürîdin kalbinde mürşide bir meyl olmaz. Yani zâhirde sâlik mürşidi murâd etmişdir, hakîkatde mürşid sâliki murâd etmişdir. İkinci hikmeti de şudur ki, gerçek mürîd, tıpkı gassal elindeki ölü gibi mürşide tam bir teslîmiyyetle teslîm olan kişidir. Bu itibarla da mürîdin irâdesi yokdur. Bir diğer misâl ameliyat masasındaki hastadır. Nasıl ki hasta güvendiği bir doktora teslîm olur ve narkozu alıp kendinden geçerek ameliyat masasına yatar ve artık doktorun ne yapdığına nasıl ameliyat etdiğine karışamazsa, sâlik de bir mürşide teslîm oldukdan sonra, artık onun işine karışmaz. Doktoru yâhud mürşidi seçmek, irâde ile olur. Sonrası irâdesizlikdir.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri bu husûsda şöyle buyuruyorlar :
Hubb, zikr olan hevâdan ehassdır. Zîrâ kalbe mücerred hevâ-yı ma'şûk düşmek şirket-i hevâyı münâfî olmaz. Belki cāizdir ki, anınla gayrın hevâsı dahi ola. Fe-emmâ sâfî ve hâlis olup ana emr-i âher muhâlata ve müşâreke etmediği vakitde hubb derler. İşte muhibb olmak, bu safvet ve hulûsa dâirdir. Velâkin muhabbet mertebesi, mertebe-i da'vâ olmakla muhibb olan kimse imtihândan hâlî değildir tâ ki hulûsu zâhir ola. Mahbûbiyyet mertebesi ise sâlimdir. Şu kadar vardır ki bu mertebe insân-ı kâmile evâhir-i 'ömründe ancak hâsıl olur. Bu sûretde dahi beşeriyyetde 'avâmm-ı nâs ile iştirâkden ötürü emrâz-ı bedeniyye ve âlâm u evcâ'dan hâlî olmaz. Zîrâ bu mevtında oldukça hükm-i cesed gâlibdir. Nitekim mevtın-ı âhiretde hükm-i rûh gâlibdir. Elhâsıl, maḳâm-ı muhabbete tâlib olan kimse, kalbi küdûret-i 'avârızdan tasfiye edüp garaz ve irâdet-i nefsâniyyeyi ref' eder ve mahbûb ile tenhâ kalır ve irâdeti mahbûbun olur. İşte, "el-mürîd men lâ irâdetün leh" dedikleri budur. Yani gerçi mürîd ehl-i irâdet demekdir velâkin murâdı, mahbûbun murâdına tâbi' olıcak, bî-irâdet gibi olur ve buradandır ki bu dünyâda evliyâ hoş geçerler. Zîrâ ağrâz-ı nefsâniyyeden halâs olmuşlardır ve her vâki' olan işde Hakk'a tâbi'lerdir. Ve insân bu mertebeye ermedikçe müsterîh olmaz ve kalbinden hemm ü hüzn gitmez. Gayrı içün mahzûn olan kimse ise, Hakk'la olmakdan kalır. Pes râhatı nerede bulur?