29 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid- Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Aşk Yolu Vuslat Tarîki nâmındaki eserlerinde, "Mürşide Yapılacak Riâyet Hakkında Bilinmesi ve Bellenmesi Lâzım Olan Bazı Vazîfeler" başlığı altında buyuruyorlar ki :
Birinci vazîfe niyyet adâbıdır denilmişdi. Hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıdır ki, her iş ve her amel niyyete göredir. Bu sebeble âşık, yapacağı her işi, işleyeceği her ameli Allah için yapmalıdır. Tam bir ihlâs ile ve Allah için yapılan ameller makbûl ve mergûb olur. Kulların görmeleri, övmeleri ve sevmeleri için işlenen işlere ise riyâ karışabilir. Her iş ve amel, işleyenin niyyetine göre cezâlandırılır. Hakk rızâsını tahsîl niyyeti ile ve Allah için işlenen ameller, Allahu Teâlâ tarafından kabûl buyurulur ve mükâfâtı ihsân olunur. Halkın görmesi için yapılan ve az çok riyâ karışan ameller ise, belki bazı kulların takdîrlerini celb eder ammâ, âhiret âleminde mürâînin yani gösterişçinin hiçbir nasîbi olamaz. İşlenen amel, dünya için yapılırsa o ameli işleyen muhtemeldir ki dünyâya mâlik olur ve her istediğini ele geçirir fakat işlenen amel karşılığında âhiret taleb olunursa, o kimseye âhiret ecri verilir. Allahu Azîmü'ş-Şân'a şükredenler yakın bir gelecekde muhakkak mükâfâtlarını bulur ve alırlar. Kur'ân-ı Azîmü'l-Bürhân'ın beyân buyurduğu gerçek budur. Böyle olunca, Hakk rızâsına ve Hakk'a tâlib olanlar her işlerini Allah rızâsını tahsîl niyyet-i hâlisânesi ile yapmalıdırlar.
İkinci vazîfe, râbıta âdâbıdır denilmişdi. Allah için, Allah yolunda sâdık olan mürîd, kalbini şeyhi vâsıtasiyle Cenâb-ı Kibriyâ'ya tevcîh etmelidir. Yalnız Allahu Teâlâ'yı ve Hakk rızâsını taleb etmeli, "İlâhî, maksûdum sensin, matlûbum ve isteğim senin rızâ-yı şerîfindir" niyâzı ile dünyâ ve âhireti değil, bizzât, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerine tâlib olmalıdır: Âşık esmâdan geçerek müsemmâya tâlib olunca, bir başka deyimle mürîd zâta tâlib olunca, sıfata teveccühü sahîh olmaz. Zâta teveccüh etmek ve zâta tâlib olmak, sıfata teveccüh mertebesinden elbet daha a'lâdır. Zâtullaha tâlib olanlar, dünyâ veya âhirete tâlib olamazlar ve olmamalıdırlar. Zîrâ onların kasıdları ancak zâtdır, zât ise hiç şübhesiz sıfatdan daha yücedir. Kaldı ki, zâta mâlik olan mutlakâ sıfata da mâlik olur. Buna karşılık, sıfata mâlik olan zâta malik olamaz.
Üçüncü vazife, mürîdin mürşidinin huzûrundaki edebidir denilmişdi. Mürîd, şeyhinin huzûrunda nasıl edeb ile bulunursa, şeyhinin bulunmadığı yerlerde de aynen şeyhinin huzûrunda imiş gibi edebe riâyet etmeli, kulluk vazîfelerini tam ve eksiksiz yerine getirmeli, her yerde ve her işte son derece edebli ve terbiyeli olmalıdır. Biz, Allahu Azîmü'ş-Şân'ı göremiyoruz ammâ amma, Allah Azze ve Celle her hâl ü kârda bizi görüyor inancı ve güvenci, kulun islâmını ihsâna tebdîl eder ve onu mü'min-i kâmil hâline getirir. Allahu Teâlâ'nın kendilerine şah damarlarından daha yakın olduğunun bilinci, mürîdin kalbindeki seyr-i ilallah aşk ve şevkini artırır. Maksûd, ancak Allahu zü'l-Celâl ve'l-Cemâl Hazretleridir. Şeyhine böylesine bir râbıta ile bağlananlar için bu hâl, seyr-i ilallaha vesîle olur.
Kâmil ve mütekâmil bir mürîd, mürşidinin zâtına ve ef'âline ve Hakk'a olan tâ'atına kemâl derecesinde muhabbet etmelidir. Buna muvaffak olan mürîdin kalbinden, mürşidin rûhâniyyeti katiyyen ayrılmaz. Nasıl ayrılsın ki, kişi hakkıyle sevdiğini hiç unutabilir mi? Aklı, fikri ve zikri hep sevdiğindedir. İşte, sâdık bir mürîd, şeyhine olan hürmet ve muhabbetiyle mürşidine tevessül ederse, seyr ü sülûkünde şeyhi ile dâim olur ve şeyhini bir ân için bile olsa hatırından çıkarmaz, o hâl ile ve o hâlin feyz ve berekâtı sâyesinde sâdık mürîd, Hakk rızâsına kolaylıkla vâsıl olabilir. Bunun mutlakâ böyle olacağına tam bir itikâd ile bağlanmağa da rabıta denilir. Sâdık mürîd, mürşidine öylesine hürmet ve muhabbetde bulunur ki bu muhabbeti kendisine nefsini unutdurur, mürşidini hiçbir sûretle hatırından çıkarmaz ve bu mertebede mürşid ile mürîd arasından ikilik kalkar ve mürîd, mürşidinde yok olur. Mürîdin, mürşidine karşı bu ihlâsına karşılık "Şeyhde yok olma" derecesi Allahu Teâlâ tarafından sâdık mürîdlere ihsân ve inâyet buyurulur. Mürşidde hâsıl olan feyz-i ilâhî, mürîdde de hâsıl olmağa başlar. Bu gâyet mu'azzam bir inâyet-i rabbâniyyedir. Böyle bir inâyete nâil ve mazhar olan mürîde, taraf-ı ilâhîden dört âlî mertebe ihsân buyurulur
I) Fenâ fi'ş-şeyh mertebesidir.
II) Fenâ fi'l-pîr mertebesidir.
III) Fenâ fi'r-resûl mertebesidir.
IV) Fenâfillah ni'met-i uzmâsıdır.
Allahu Teâla'da yok olanlar da, Hakk ile bâkî olurlar, onunla cünbüş ederler ve "mak'adı sıdk"a ererler.
Mürşidine hizmet etmeyi murâd eden mürîd, bu hizmetini mutlakâ abdestli olarak yapmalıdır. Bu abdest, hem zâhir hem de bâtın abdesti olmalıdır. Zâhir abdesti, abdestin dört farzı olan dirseklere kadar elleri yıkamak, yüzü yıkamak, başın dört bölüğünden bir bölüğünü meshetmek, topukları ile ayakları yıkamakdan ibâretdir. Evvellâ eller yıkanır, sonra sırası ile üç kerre ağıza ve buruna su verilir, yüz yıkanırken sakalların arası hilallenerek, başdan gayrı her uzuv üçer kerre yıkanır ki, bunlar da abdestin sünnetleridir.
Bâtın abdestine gelince. Mürşidine hizmet edecek olan âşıklar, tarîf edilen zâhir abdestine riâyet etdikleri gibi, bâtın abdestine de aynı şekilde dikkat ve riâyet etmelidirler. Zâhir abdesti, el ve kollardaki, yüzdeki, ayakdaki ve diğer abdest uzuvlarındaki kirleri giderdiği gibi, bâtın abdesti de bütün bu uzuvlardaki manevî kirleri arındırır ve paklar. Meselâ ele ulaşan maddî kirler, su ile yıkanmak sûretiyle temizlenebilirse de, manevî kirleri su ile izâle mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, suyun fi'len ve hükmen bulunmadığı yerlerde, bâtın tahâratine işâret olmak ve bâtın abdestinin kıymet ve ehemmiyetine dikkati çekmek için teyemmüm farz kılınmışdır. Binâenaleyh, âşıklar zâhir abdesti alırlarken, Besmele-i Şerîfe ile ellerin yıkanması sırasında, şunları düşünmeli ve : "İlâhî, rızâ-yı şerîfine aykırı yerlere el uzatmayacağım. Zât-ı ulûhiyyetinden gayrısına el açmayacağım. Bundan önce aldığım abdestle, bu abdestim arasında bilmeyerek, yanlışlık veya unutkanlıkla rızâ-yı ilâhiyyene aykırı bir yere el uzatmış isem, bu ellerimi su ile yıkayıp temizlediğim gibi, manen de öyle temiz tutacağım" diye niyyet etmeli ve Allahu Teâlâ'ya söz vermelidir.
Parmakların arasının hilâllenmesi, yani ovuşturulması da dünyâ muhabbetinden el yumağa remz ve işâretdir. Ağzı sünnet üzere üç kerre yıkarken, bâtın abdesti olarak da şunları düşünmeli ve : "Yâ Rab, zât-ı ulûhiyyetini zikir ve tevhîd etdiğim, kitâbını okuduğum, şükür ve hamd ü senâ eylediğim bu ağzımla gıybet etmeyecek, yalan söylemeyeceğim, kötü ve çirkin sözler sarf etmeyeceğim, kimseye iftirâda bulunmayacağım, lüzumsuz, boş ve anlamsız sözlerle, küfür, sebb ve şetm ile kirletmeyeceğim. Luttfeyle, bundan böyle senin sevmediğin hiçbir söz benim bu ağzımdan çıkmasın, rızâ-yı şerîfine uygun olarak helâl ve tayyib olan şeylerden yemek bana nasîb olsun" niyâzında bulunarak Allahu Azîmü'ş-Şân'a söz verilmelidir.
Zâhirde, ağız su ile, misvak ile, fırça ve diş macunu ile ve bunların hiçbirisi bulunmazsa parmakla ovularak yıkandığı ve arındırıldığı gibi, bâtın abdesti ile de yukarıda saydığımız husûslar düşünülerek ve niyyet edilerek paklanır. Bu takdirde, Allahu Teâlâ'nın men' etdiği şeylerden kaçınmak ve sakınmak mümkün olur ki, ağzın bâtınî ve manevi temizliği de böylece sağlanmış olur.
Aynı şekilde, buruna üç kerre su verilirken de, tıpkı ağızda olduğu gibi niyâzda bulunmalı ve : "İlâhî, burnuma cennet kokularını ve Şemme-i Muhammediyye'yi duyur, diye yalvarmalıdır.
Yüz yıkarken de, bâtın abdesti olarak şunları düşünmeli ve, "Yâ Rab, yüzümü, zât-ı ulûhiyyetinden gayrısına yöneltmem, ancak senden ister ve ancak senden beklerim, rızâ-yı ilâhiyyeni gözlerim. Gözlerime ibret nimetini bahş ve ihsân buyur. Ancak senin nimetini, cennetini ve cemâl-i bâ-kemâlini göreyim. Kâfirlerin, yüzlerinin kara ve gözlerinin gök olacağı o büyük gün geldiğinde, benim yüzümü ak eyle, yüzümden ve alnımdan secde eserini silme, yüzümü nûr-ı Kur'ân ve nur-ı Habîb-i Rahmân ile nûrlandır, baş yüzümü insan etdiğin gibi, bâtın ve rûh yüzümü de insan eyle" niyâzında bulunmalıdır.
Abdesti farz kılan ayet-i kerîmede de, bu sözümüze ve görüşümüze delâlet ve işâret vardır. Allah Azze ve Celle Hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyurmakdadır : "Ey mü'minler! Namaz kılmak istediğiniz zaman ellerinizi ve yüzlerinizi yıkayınız".
Demek oluyor ki, insanların bir zâhir ve bir de bâtın yüzleri vardır ve bu sebeble emr-i celîl-i ilâhî YÜZÜNÜZÜ şeklinde değil YÜZLERİNİZİ ve ELLERİNİZİ olarak şeref-sâdır olmuşdur.Bunun içindir ki, Hakk'a tâlib olan âşıklara Hakk mürşidleri dâimâ abdestli bulunmaları lüzûmunu hatırlatır ve emrederler. Bu abdestlerine noksanlık getirmemeği mürîdlerine talîm ve tavsiye ederler. Kaldı ki, şerî'at-i garrâ-yı Ahmediyyede dâimâ abdestli bulunmak müstehabdır. Fakat tarîkat-ı Muhammediyye ve silk-i celîl-i Ahmediyyede mürşidin emrine imtisâlen lâzım ve vâcibdir. Bu sebeble, şeyhin hizmetinde bulunacak olanların behemehal abdestli bulunmaları şartdır. Dâimâ abdestli bulunmanın sayısız faydaları vardır. Dâimâ abdestli bulunan kişi, ibâdete hazır ve müheyyâ demekdir. Ayrıca, dâima abdestli bulunanlara nüzül yani inme inmeyeceğini de bi'l-vesîle müjdelemek isterim.
Âşık, her zaman günahlarına, kusur ve gafletlerine tövbe etmelidir. Aynı zamanda, bütün mü'minler için de istiğfâr etmelidir. İstiğfâr etmek demek, "Yâ Rabbi, senden affolunmamı, bağışlanmamı istiyorum" demekdir. Âşık, Fâtiha sûre-i celîlesiyle ihlâs-ı şerîfi okuyarak, mürşidinin rûhâniyyetine hediyye etmelidir.
Âşık, kalbini dâimâ mürşidinin kalbine rabt etmeli ve bu râbıtasında tam bir ihlâs ve muhabbet üzere bulunmalıdır. Zîrâ kalbden kalbe yol vardır. Mürşidin rûhâniyyetinin, mürîdin mürşidine olan kemâl-i muhabbetinden dolayı, nerede olursa olsun, kendisi ile beraber olduğunu yakînen bilmelidir. Çünkü sâdık mürîd uyanık iken, uykusunda ve rüyâsında ve her hâlinde mürşidinin rûhâniyyeti ondan ayrılmaz. Mürşid, sâdık mürîdin maksûd ve menziline vesîle olduğundan, mürîd mürşidini göz açıp kapayıncaya kadar hayâlinden kaybetse, yani tarfetü'l-ayn mikdârı unutsa veya hatırından çıkarsa, o mürîdin makbûl bir mürîd ve sâdık bir tâlib-i Hakk olamayacağında ehl-i hakîkat müttefikdirler.
Mürîd-i sâdık, mürşidinin yüzüne bakmaksızın hizmet etmelidir. Şeyhinin huzûrunu bir kale gibi farz etmeli, sultânın emrinden ve hizmetinden firâr eden ve sonra yakalanarak tekrar huzûra getirilen firârî gibi, şeyhine karşı tam bir hudû üzere bulunmalıdır. Mürşidi emretmeden huzûrunda oturmamalı, şer'î ve fıkhî yâhud tarîkatle ilgili bir müşkili varsa kemal-i ta'zîm ile sormalı ve o müşkilini halletmelidir. Kendiliğinden söz söylememeli, şeyhinin huzûrunda iken ihvânı ile aslâ konuşmamalıdır. Tarîkatde ne kadar eski veya ihtiyar olsa dahi mürşidin huzûrunda konuşmakdan sakınmalıdır. Zîrâ şeyhin huzûrunda ihvân veya başkaları ile yüksek sesle konuşmak, mürîdin feyzine mâni' olur, amellerinin ibtâline yol açar ve nasîbi kesilir. Mürşidin huzûrunda konuşmakdan sakınmanın da birçok faydaları vardır. Biz, özellikle iki yararını açıklamak isteriz. Birincisi, mürşidine ve makâmına hürmet ve ta'zîmdir. İkincisi, nefsine izhar-ı mahviyyetdir.
Âşık olan kimse, nasıl ki ma'şûkundan gayrısına bakmadığı gibi, mürîd de şeyhinin huzûrunda âşıkın ma'şûku karşısında durduğu gibi durmalı, şeyhinin meclisinde bulunan kimselere iltifat etmemeli, mürşidine hürmet, muhabbet ve ta'zîmini ziyâde kılmalıdır. Mürîdin, mürşide karşı olan hürmet, muhabbet, aşk ve ta'zîmi, Allah ve Resûlü için olduğundan, zâhirde şeyhine olan ta'zîm ve muhabbeti de Allahu Teâlâ ve Resûl-i Müctebâ'ya râci'dir. Hâl böyle olunca şeyhin huzûrunda hudû' ve huşû' içinde durmak, istihsâl-i maksûd ve rızâ-yı matlûb için tazarrû üzere bulunmak, bâtına ve rızâya müteveccih olmak lazımdır.
Mürîd-i sadık, mürşidini ResuluHalı sallallahu aleyhi ve sellemin nâibi ve halîfesi olarak gördüğünden ve bildiğinden, hükm ü tasarrufda mürşide olan hürmet ve itâatın Habib-i Edîb-i Kibriyâ'ya hürmet ve mutâvaat, mürşide olan isyânın ise Resûl-i Zî-şân'a ve Allahu Azîmü'ş-Şân'a isyân olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Netekim Hadis-i şerîfde de böyle buyurulmuş ve bütün gâfillere duyurulmuşdur. Bahis konusu hadîs-i şerîf meâlen şöyledir : "Bana itâat Allahu Teâlâ'ya itâat, bana isyân Allahu Zü'l-Celal Ve'l-Kemâl'e isyândır. Emîrine itâat bana itâat, emîrine isyân bana isyândır".
Âlimler enbiyânın vârisleridirler. Diğer bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmakdadır : "Kavmia rasında âlim, ümmeti arasında nebî gibidir". Bir diğer hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmakda :"Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâil'in nebîleri gibidir". Görülüyor ki, zümre-i dervîşânın mürşidlerine ihlâs üzere ta'zîm etmeleri, terakkî ve te'âlî etmelerine sebebdir. Bunun aksi olarak, mürşidi kerih ve küçük görmek de, tarîkatda tedennîlerine sebebdir. Bu itibarla şeyhin huzûrunda gâfil kalb ile veya nefsinde şeyhi aleyhinde bulunmak ve şeyhi hor görmek, şeyhe karşı laubâli hareketlerde bulunmak, mürşidin o mürîdden nefretini mûcib olacağından, mürşid nazarından sukûtunu ve kalbinden muhabbetin hurûcunu intâc eder.
Ehl-i Hakk demişlerdir ki : "Yedi kat semâdan düşmek, mürşidin kalbinden ve muhabbetinden düşmekden daha ehvendir". Her kim, Allah rızâsı için şeyhine ve üstâdına hürmeten tatlı ve mülâyim bir söz söylerse, mağfiret olunur, fevz ü necâta kavuşur. Mürşidin sözlerini lisânı ile tasdîk etmekle beraber, lafzan veya kalben şeyhine muhâlefetde bulunulmamalıdır. Zîrâ mürşide gerek lafzen ve gerekse kalben itiraz ve muhâlefet eyleyen mürîd, ebediyyen felah bulamaz. Çünkü ehlullahda bazen öyle umur ve kudret vardır ki, mahz-ı kudretden neş'et eder. Bazı umur ve kudret de vardır ki, bir hikmete mebnîdir. Mürşidin yapdığı işden ve o işin sebeb ve hikmetinden sorular sormak, şeyhine kalben dahi olsa itiraz ve muhalefetde bulunmak, taarruz ve tecâvüze yeltenmek o zât-ı akdese karşı edebsizlik olacağından, bu çirkin ve kötü davranışın mürîdin helâkine sebeb olacağından korkulur. Hiçbir zaman unutmamalıdır ki, mürşidin irâdesi kendisinde değildir, Hakk'dadır. Her iş, zâhirde göründüğü ve yorumlandığı gibi olamaz, nice gizli sebebleri ve hikmetleri vardır. Binâenaleyh, hemen teslîm-i küllî ile teslîm olmalı, kalb huzûruna kavuşmalı, sükût edip konuşmamalıdır.
Ey Hakk'a tâlib!
Mürşid ile lâubâli uslûb ve ifâdelerle konuşmak tarîkat-i 'aliyyede kat'iyyen câiz değildir demişdik. Ancak dînî veya dünyevî bir müşkilin halli veyâhud hâlini arz için olursa cevâz vardır. Gördüğü bir rü'yâyı kendisine bahş ve ihsân buyurulan bir keşfini hikâye ederek beklemeli, mürşidi tabir ederse kemâl-i dikkatle dinlemeli, etmezse mutlakâ tabîri için taleb ve ısrarda bulunmamalıdır. Zîrâ tabîr edilmeyişinde de bir sebeb ve hikmet bulunduğuna itikâd etmek gerekir.
Mürşide yapılacak riâyetin beşincisi, ona hizmet etmek âdâbıdır denilmişdi. Mürşide hizmet, ya bedenle veya mal ile olur. Bedenle olan hizmet iki kısımdır.
Birincis, mürşide hizmet etmek, Allah ve Resûlüne râci' olduğundan, buna böylece itikâd etmeli ve o hizmetin kendisine Allahu Teâlâ tarafından büyük bir nimet olarak bahş ve ihsan buyurulduğunu bilmelidir. Böyle bir hizmete mazhariyyetinden dolayı memnûn, mesrûr ve müteşekkir olmalı, kendisine teklîf edilen işden usanmamalı veya bu işi kerhen yapmamalıdır. Aksine hareket, yapılan amelin ecrini kaybetmekdir. Kendisine verilen iş ve hizmeti, Allah için yapanın da ecre nâil olacağı muhakkakdır. Bu hizmetde, şeyhinin ricâlarını dahi bir emir telakkî etmeli ve hiç gecikdirmeden derhal yerine getirmelidir. Velev ki emr olunan iş çok güç dahi olsa, hiçbir özür ve engel o işin yapılmasını gecikdirmemelidir. Meğer ki o işte Allahu Teâlâ'ya maâzallah isyân gibi bir hâl olursa, Allahu Azîmü'ş-Şân'a isyânda kula itâat câiz olamayacağından, şerî'atde de böyle bir emre itâat olunamaz. Fakat tarîkatda mürşidin mürîdini imtihan etmesi melhûz bulunduğundan ve mürîdin mürşidine hüsn-i zann ve niyyeti olması îcâb etdiğinden, "Mürşidim benim Allahu Teâlâ'ya isyânımı aslâ ve kat'â istemez. Her hâlde bir hikmete mebnî beni gayr-ı şer'î işe memûr etdi" inanç ve itikâdı ile şeyhine itâat etmesi lâzımdır. Netekim, nefs terbiyesi için bazı mürşid-i kâmiller mürîdlerine gayr-ı şer'î işler işleterek onları imtihan ve ıslâh etmişlerdir. Bu işi her kişi anlamaz. Bu işi, ancak er kişi anlar!
İbâdetleri ile ucub illetine mübtelâ olan mürîdini terbiye etmek için, Ramazan günü halk arasında ve âşikâre ona oruç yediren ve o mürîdin halk tarafından levm edilmesine yol açan ve şerî'atın emri ve hükmü gereğince onun habs olunmasına sebeb olarak o mürîdin ucubunu kıran ve Ramazan sonrası aynı mürîdine altmış gün birbiri ardınca keffâret ve bir gün de kazâ niyyeti ile oruç tutturan mürşid-i kâmiller sayılamayacak kadar çokdur ve gizlidir.
HİKÂYE
Mürşid-i âgâh, ârif-i billah bir zât-ı akdes, âlem-i bâkîye göçeceği gün mürîdlerine erdikleri makâmları kendilerine bildirmek ve şeyhe teslîmiyyetlerinin derecelerini anlatarak halîfelerinden hangisinin kendisini istihlâfa ehakk olduğunu tanıtmak için hepsini yanına çağırdı ve her birisine, "Bu akşam, bacını benim odama getir" emrini verdi. Bu emri, gayr-ı şer'î addederek sûretâ, "Eyvallah efendim" demekle beraber içlerinden de, "Böyle çirkin ve gayr-ı meşrû bir teklîf bize yapılır mıydı?" diye düşünerek şeyhlerine levm eden halîfeler, mürşidlerinin bu emrini nazar-ı itibâra almadılar. Zîrâ görünüşde yapılan teklîf, şer'-i şerîfe uygun değildi ve mâhiyyeti itibâriyle Allahu Teâlâ'ya isyân demekdi. Binâenaleyh, böyle bir işde kula itâat câiz olmazdı. Ancak içlerinden gerçekden ârif olan birisi, kendi kendisine, "Yıllardır emrinde ve hizmetinde bulunduğum şeyhim, bize hiçbir zaman şerî'at hükümlerine, islâma, insana ve ahlâka mugâyir herhangi bir teklîfde bulunmadı. Bunda mutlakâ bizim anlayamayacağımız bazı hikmetler vardır. Şeyhime karşı hüsn-i zannım tamdır" diye düşündü ve evine giderek eşini aldı ve şeyhin odasına götürdü. Şeyh kendisine, "Şimdi de aşağıya in, ocağı yak ve suyu ısıt, gusul edeceğim" dedi ve onu gönderdikden sonra yatağına girerek, halîfesinin eşine, "Kızım, sayılı nefeslerim tükenmek üzeredir. Ben, Rabbime mülâkî olacağım. Rûhumu teslîm edince, çenemi ve ayaklarımın parmaklarını bağla, karnımın üstüne ağır bir şey koyuver ve bana da hakkını helâl et" dedi ve ALLAH sayhası ile rûhunu teslîm eyledi. Kadıncağız, feryâd u figân ederek aşağıda ocak yakmak ve su ısıtmakla meşgûl eşine keyfiyyeti haber verdi. Mürşidine teslîmiyyetinde gerçekden sâdık olan halîfe, bilâ-münâzaa onun postuna oturdu.
Bu misâlleri, tarîkat-i aliyyede şer'-i şerîfe muhâlif gibi görünen bazı hâdiselerin aslında şerî'ate tamâmiyle uygun olduğunu açıklamak için verdik. Bu ve benzeri bir çok olaylarla, bir çok gâfiller bu sırları görmüşler ve ârif-i billah olmuşlardır. Mürîdin, mürşidinin elinde gassal elindeki meyyit gibi olması, onun daha üstün derecelere yükselmesini sağlar. Mürşid-i kâmiller, manevî tabîb-i hâzıkdırlar. Onların terbiye ve tedâvileri sayesinde İNSAN olmak isteyenlerin, teslîm-i küllî ile teslîmiyyetleri şartdır. Onların her emirlerinde ve tavsiyelerinde nice hikmetler mevcûddur. Menzil-i maksûduna ermek isteyenlerin, mürşidlerinin emirlerini, sebeb ve hikmetini idrâk edemeseler dahi yerine getirmeleri lâzımdır. Yoksa gayr-ı şer'î olduğu zannıyla itirâz veya muhâlefet edenler ham kalırlar.
Yukarıda bi'l-vesîle, nefsi ile cihâd cihâd-ı ekberdir demişdik. Bu cihâdı yapabilenler ise, ancak erlerdir. Cihâd hud'adır, nefsin ve Şeytan'ın hud'asına ise herkesin aklı ermez. Nefs ve Şeytan ile cihâdı bilenler, bazen nefsi Allah'a isyân sûretiyle nefs-i şeytanı Allah'a itâat etdirirler ki, bu işe şeytanın bile aklı ermez, lâl ve mebhût kalır. Bu iddiâ ve görüşümüzü isbatlayan nice kıssalar vardır amma, risâlemizin hacmi istiâba kâfî değildir.
Mürîd, mürşidine karşı herhangi bir vaadde bulunmuşsa, helâk olacağını bilse dahi, o taahhüdünü mutlakâ yerine getirmelidir. Bütün işlerini geri bırakıp, o vaadini îfâ etmeli, mürşidinin tayîn ve tesbit etdiği vakitden bir ân bile olsa gecikdirmemelidir.
Mürşide mal ile hizmetin âdâbı da şudur. Mürîd, Allahu Teâlâ'nın kendisine bahş ve ihsân buyurduğu bütün mal ve evladın, âlem-i ezelde mürşidinin rûhaniyyeti berekâtıyla taraf-ı Hakk'dan atâ ve ikrâm olunduğuna itikâd etmelidir. Bu itibarla, malının ve evlâdının tamâmiyle mürşidine âid bulunduğunu, kendisinin de şeyhinin kölesi olduğunu, yiyip içdiklerinin ve giydiklerinin mürşidinin kereminden olduğunu bilmeli ve böyle itikâd etmelidir. Mürşidine herhangi bir şey takdîm edecek olursa, âşikâre değil, edeble postunun altına koyuvermeli veya posta ile göndermelidir. Şeyhe hizmet eden bir mahremi vâsıtasıyla da takdîm olunabilir. Takdîm etdiği şeyin, mürşidi tarafından kabûl edilmesini kendisine minnet bilmeli ve şeyhinin reddetmemesinden dolayı Hakk Teâlâ'ya şükretmelidir.
Daha önce de îzâha çalışmışdık. Mürîd, mürşidinin Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin nâibi ve halîfesi olduğunu bilmeli ve öyle tanımalıdır. Binâenaleyh mürşid reddedecek olursa, Allah ve Resûlünün de kendisini reddedeceğine inanmalı, kabûl ederse Allah ve Resûlünün kendisini kabûl buyuracaklarına itikâd etmelidir.
Mürşidin rûhaniyyetinin, mürîdi üzerine hâzır ve nâzır olduğu, yapdığı her işden, atdığı her adımdan Allahu Teâlâ'nın izniyle haberdâr bulunduğu inancıyla uykusunda bile mürşidine karşı hürmetkâr olmalı ve ayaklarını uzatarak yatmamalıdır. Her hâl ü kârda mürşidine hürmet ve muhabbet etmeli, bu hürmet ve muhabbetden dûr kalacağı korku ve kaygusu içinde bulunmalıdır. İyi bilmelidir ki, mürşid-i kâmil ister hayâtda isterse âlem-i bekâda bulunsun, mürîdin rûhu kabzolunurken, rûhaniyyeti ile hâzır olarak Şeytan'ın şerrinden ve hîlesinden onu kurtarır ve Şeytan'ı o anda def' eder. Mürşidin rûhaniyyeti, Münker ve Nekir kabir sorularını sorarken de mürîdinin yanında hâzır olur ve mürîdine münkereynin sorularına cevâb verirken yardım eder. Kabirde de onu Şeytan'ın şerrinden, hîle ve desîselerinden korur ve kurtarır. Mürşidin rûhaniyyetinden Şeytan dâimâ firâr eder.
Ey âşık-ı sadık!
İyi bil ki, rûhaniyyetde hicâb ve madde, müddet ve zaman yokdur. Bazı ârifler şöyle rivâyet etmişlerdir : "İhvânımızdan bazıları, vefât eden mukarreb mürîdin kabrine teveccüh etdiklerinde, mürşid-i kâmilin rûhaniyyeti ile mürîdinin imdâdına yetişdiğini, kendisini tesellî etdiğini, kabrin dehşet ve vahşetinden merhûmu teskîn eylediğini, keşf ile müşâhede etmişlerdir. Zikrolunan bu hâlet, kudretullaha râci' olup, Allahu Teâlâ'nın kudret ve kuvvetine inanmak îmânın erkânındandır. Bu ve benzeri manevî konularda, aklın tasarrufu bulunmadığından, hemen böylece itikâd lâzımdır. Bütün bunlar esrâr-ı ilâhiyyedendir. İlâhî sırların ise, akılla ölçülemeyeceği tabii ve âşikârdır.
Asıl akıllı kişi ona denir ki, mürşid-i kâmilin bulunmadığı yerlerde dahi kendisinin her işine ve her hâline izn-i ilâhî ile vâkıf ve muttali olduğuna itikâd eder ve inanır. Gayb âlemini ancak Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri bilir. Kullarından dilediğine de bildirir. Onun için mürîd, sâhib bulunduğu malına ve mülküne, rütbe ve makâmına, sıhhat ve hayâtına güvenmemeli, bunların hiçbirisine itibâr ve itimâd etmemeli, ancak ve yalnız Allahu Azîmü'ş-Şân'ın fazl u keremine itimâd ve istinâd eylemelidir. Madde âleminde kişinin sâhib bulunduğu hiçbir şey, Allahu Teâlâ'nın fazl u keremiyle müsâvî olamaz. Kendisine bahş ve ihsân buyurulan herşeyin, Allahu Teâlâ'nın fazl u kereminden olduğunu hiçbir zaman unutulmamalı ve buna böylece itikâd ederek dâimâ hatırda tutmalıdır.